Doğu Akdeniz üzerinden yürüyen bir rekabetin somutlaşmaya başladığı bu süreçte AKP’lilerin “alt düzey-üst düzey” tartışmasıyla birlikte Şam’la diyaloğu dillendirmeye başlamalarını bir tesadüf olarak görmemek lazım
Doğu Akdeniz üzerinden yürüyen bir rekabetin somutlaşmaya başladığı bu süreçte AKP’lilerin “alt düzey-üst düzey” tartışmasıyla birlikte Şam’la diyaloğu dillendirmeye başlamalarını bir tesadüf olarak görmemek lazım
ABD Başkanı Donald Trump’ın, Twitter üzerinden “Eve dönüyoruz” ilanıyla Suriye’den askerlerinin geri çekileceğini aniden duyurması, her tarafta büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Trump’ın bu ani çıkışının altında nelerin yattığına dair yorumları hatırlayalım: ABD kamuoyuna yönelik bir hamleydi; “IŞİD’i yenen tek lider benim” mesajı liderliğini pekiştirmeye yönelikti, “Artık askerlerimiz eve dönüyor” mesajı da kamuoyunda pozitif etki yarattı.
Ve 26 Aralık’ta bir gece vakti aniden Irak’taki bir ABD üssünü ziyaret eden Trump, Amerikalı askerlere seslenirken şunları söyledi: “Amerika dünya üstündeki her ulus için savaşmamalı, birçok örnekte bedeli de ödenmiyor. Eğer savaşı bizim yapmamızı istiyorlarsa bedelini de ödemeliler… Biz dünyanın enayisi biz değiliz.”[1] Üstüne basa basa Irak’tan çekilmeyeceklerini söylerken, aslında açık açık Suriye’den çekilme-me için birilerinin faturaları ödemesini istiyordu. Suriye’den çekilmenin bölgeden çekilme anlamına gelmediğinin daha önce altını çizdik. Lakin Irak’ta yapılması düşünülen yığınak için pürüzlerin çıkacağı hesaba katılmadı. Irak egemen bir devlettir ve Irak hükümetine hiçbir şey danışmadan buralarda askeri güç artırımına gitmek, Bağdat’a sormadan ABD askerlerine bir “Noel kutlaması” bahşetmek için ansızın bir gece vakti Irak’a uçmak kadar basit değildir. Nitekim Irak hükümeti, ABD askerlerinin tamamen ülkelerinden çekilmelerini istediklerini açıkladı.
Trump’ın çekilme-me kararlarının nasıl tartışıldığına bakalım. Öncelikle “Artık karşılığını almadan kimse için savaşmayacağız” lafını Trump kime söyledi? Batılı müttefiklerine artık seslenmediği açıktır. Çünkü Katar doğalgazının Avrupa’ya taşınmasını esas alan BOP’un bu gaz ayağı büküldü bir kere ve AB’li ortaklarla yürüyen o proje artık bir hayalden ibarettir. Ama açık ki güvenlik kaygısı yaşayan İsrail de dâhil, İran karşıtlığında saf tutan Suud ve Körfez şeyhlerine diyor bu sözleri. Belli ki Trump ABD’nin askeri gücünü yine bir açık arttırmaya açtı. Şu anda kimin, daha ne kadar Trump’ın faturalarını ödemeye hevesli olacağı belirsiz. Ama belli olan bir şey var ki, bu çekilme kararını ilan eden Trump’ın kendisi, bir ay içerisinde “çark etme” sinyalleri vermeye başladı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi bu hamle, çok derin bir stratejik politikanın değil, tamamen bir politikasızlığın, bölgeye dair artık politika üretememenin sonucudur. Aynı politikasızlığın, Kürtlerin Şam’a yönelmesinden duyulan endişeden dolayı Trump’ın şu çarkıyla somutlaştığını gördük: “Çekileceğiz, ama hemen yarın gideceğimizi asla söylemedim!”… Bu geri adımı atarken Trump, “Kürtleri korumak istediğini” söyledi, ama aynı zamanda “Kürtlerin İran’a petrol satmalarından hiç mutlu olmadığı” ayarını da yapmayı ihmal etmedi.[2] Kürtleri kime karşı korumak istediğini belirtmiyor, ama herkes burada kastedilenin Türkiye olduğunu çıkarır. Oysa ki yerini boşaltmış ve Türkiye’ye burada rol vermişti. Hatta “Erdoğan IŞİD’i yenmek istiyor, IŞİD’den geriye ne kaldıysa yere sermek istiyor” da demişti. Aradan bir ay geçmeden “Türkiye’nin tehditlerine karşı Kürtleri koruma” isteğini dile getirmesi, çekilmenin yokuşa sürülmesi vd. tutarsızlıklar, tamamen politikasızlığın sonuçlarıdır. Çünkü ABD’nin Suriye’de sadece Kürtlerin kazanımları üzerinden edindiği pozisyondan, şu ana kadar ABD için herhangi kazanım çıkarılabilmiş değildir. Hal böyleyken Kürtleri koruma değil, onları Şam’a ve Rusya’nın yönettiği siyasi sürece kaptırma kaygısı ağırlık kazanıyor. ABD Senatosu da bunu öngörmektedir. O yüzden çekilme kararına dair itiraz seslerine Trump’ın partisinden de eklenmeler oldu.
Cumhuriyetçi Senatör Mitch McConnell tarafından “Suriye ve Afganistan’dan çekilmeye karşı” hazırlanan tasarıya Demokratlardan da destek geldi ve Senato bu değişikliği 26’ya karşı 70 oyla kabul etti. Gerçi hiçbir bağlayıcılığı yok ama bu oylamadan sonra tasarının sahibi McConnell’ın açıkladığı gerekçeler oldukça dikkat çekicidir. McConnell, “Suriye ve Afganistan’daki militan İslamcı grupların hala ABD için ciddi bir tehdit olduğuna inandığını” söyledi.[3]
Öncelikle bu “militan İslamcı grupların” ABD için nasıl bir tehdit oluşturduklarını sorgulamak, aklı fuzuli yormaktan öteye gitmez. Çünkü Afganistan’a radikal İslamcılığı taşıyanın ABD olduğu gerçeği ortada dururken, Suriyelilerin başına cellat edilen IŞİD’in, ABD işgali altındaki Irak’ta, ABD askerlerinin gözleri önünde türediğini bilmeyen yoktur. Demek ki mesele, ne bu radikal unsurların bölgedeki varlığı ne de ABD’nin güvenliğine zerre kadar bir tehdit oluşturmaları değildir. Asıl mesele, önergenin sahibi Cumhuriyetçi Senator Mitch McConnell’ın dile getirdiği gibi “hızlı bir geri çekilmenin bölgeyi istikrarsızlaştıracağı ve İran veya Rusya tarafından kapatılacak bir boşluk yaratacağı”[4] kaygısıdır.
Amerikalı yetkililer diyorlar ki, “Amerika, rejimin, Rusların ve İranlıların Doğu Fırat’ın, özellikle Rakka ve Deyrizor’daki petrol alanlarının kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyecek!”… Dahası var. İran’ın, Irak, Suriye ve Lübnan hattında açık ticaret yolları açacağı tehlikesine dikkat çekerek şu uyarıyı yapıyorlar: “Amerika, İran tedarik hatlarının Suriye üzerinden Akdeniz’e ulaşmasına izin vermeyecek!”[5] İşte bütün bu savaş projelerinin arkasında gizli duran asıl hedef, böylece ifşa edilmeye başlandı. Hedef, Doğu Akdeniz doğalgazı üzerinden yürütülecek olan büyük kavgaya “el güçlendirerek” hazır olmaktır. Yoksa Rusya, İran ve Suriye’nin, ABD ve bölgedeki müttefikleri, özellikle Körfez monarşileri ve İsrail için “büyük bir tehdit” oluşturdukları yok, bu söylemleri, bölgede savaş gerilimini diri tutmanın sadece bir aracı olarak görmek gerekir. Ama asıl amaç, Doğu Akdeniz yataklarındaki devasa doğalgaz rezervlerine nüfuz etme yarışına hazırlanmaktır. Daha önceleri bu gerçeği dile getirenlere “saf” muamelesi yapmak modaydı. Ama şimdi bu gerçeklik kendini dayatmaya başladı. Doğu Akdeniz’de kıyıdaş olan ülkeler arasında uzun zamandır bir çekişme söz konusuydu. Örneğin doğalgaz arama ve çıkarma çalışmalarını ilk başlatan ülke, Güney Kıbrıs’la anlaşan İsrail’di. Hatta bu anlaşmanın sağlanmasının ardından Mavi Marmara olayı yaşandı. Türkiye de bu faaliyetlere itiraz ederek, Kuzey Kıbrıs üzerinden sondaj çalışmalarını başlatma hakkı olduğunu ileri sürdü ve sondaja başladı. İtirazlar sürüp giderken gözler Suriye savaşına çevrildi. Ancak şu anda Doğu Akdeniz yeniden ısınıyor. Birincisi; İsrail, çıkardığı doğalgaz sıvılaştırma ihalesini Mısır’a verdi. 2018’in Eylül ayında doğu Akdeniz doğalgaz ile ilgili G. Kıbrıs, İsrail ve Mısır birlikte hareket etme kararı aldılar. Bu üç ülkenin vardığı anlaşmaya göre en geç 2022’de Mısır üzerinden Avrupa’ya ilk doğalgaz satışının gerçekleşmesi planlanıyor.[6] Bu Türkiye’nin kendini dışlanmış olarak görmesini sağlayan birinci adımdı. Geçtiğimiz hafta içinde ikincisi geldi; Doğu Akdeniz’e kıyıdaş olanlar ile buradaki doğalgaz çalışmalarına ortak olan ülkeler Kahire’de toplandılar, doğalgaz çıkarma, seyreltme ve Avrupa’ya taşınması ile ilgili birlikte proje üretme kararı aldılar. Katılan ülkeler; Mısır, Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün ve Filistin yönetimi. Dışarıda bırakılan sadece Suriye, Lübnan ve Türkiye’dir. Bunun üzerine Türkiye’nin izlenen şöyle bir atağı oldu: Karadeniz’de petrol arama çalışmaları yapacakken, ani bir kararla Karadeniz çalışması iptal edilerek Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmaları başlatma kararı aldı.[7] Bu hamle, Kahire toplantısının yapıldığı zamana denk geliyor.
Gözlemcilere göre, Suudi Arabistan’ın dahi dolaylı olarak içinde yer aldığı bu zirveden dışlanan sadece Türkiye oldu (kuşatmadan dolayı Suriye ve Lübnan da var). Suriye’nin Doğu Akdeniz’de kıyı hakkı olan “Münhasır Ekonomik Bölge” (MEB)[8] içinde payına düşen doğalgaz arama alanı ile ilgili “gaz arama ve çıkarma” hakkını seneler öncesinden Rusya’ya vermişti zaten. Putin’in tam da bu zamanda Türkiye ile Suriye’nin yakınlaşmasını istediği ve bunun için birdenbire Adana Mutabakatı’nı ortaya attığı az çok biliniyor. Doğu Akdeniz üzerinden yürüyen bir rekabetin somutlaşmaya başladığı bu süreçte AKP’lilerin “alt düzey-üst düzey” tartışmasıyla birlikte Şam’la diyaloğu dillendirmeye başlamalarını bir tesadüf olarak görmemek lazım.
Önümüzdeki Soçi zirvesinden (14 Şubat) “Şam’la normalleşme”ye dair bir yol haritasının çıkması şaşırtıcı olmaz. Ama bundan önce daha sahadaki öncelikler masada duruyor. Bunlardan biri İdlip meselesi, diğeri ise Fırat’ın doğusu ve Kürtlerin Şam’la görüşmeleri süreci.
AKP’nin İdlip konusunda bütün kredilerini tükettiği açıktır. Ne gerilimi azaltma bölgesinde ihlallere karşı gözlemcilik yapabildi, ne de taahhüt ettiği cihatçılara “silah bıraktırma” hamlesini gerçekleştirebildi. Bu taahhütleri verirken, aslında çok sıkışık bir zamanda gelen İdlip operasyonunu sadece ertelemeyi ve bu yolla zaman kazanmayı planladı, onun ötesine bir planı yoktu. Olamayacağı da ta o zamanlar görüldü… O yüzden Soçi zirvesinde muhtemelen İdlip operasyonu ile ilgili AKP’ye pozisyonunun ne olacağı sorulacaktır. Ve AKP’nin şu durumda net bir pozisyon vadetmesi zordur. Belki operasyonun 31 Mart seçimlerinden sonrasına bırakılmasını talep eder, o kadar!…
Fırat’ın doğusuna dair heveslere gelince, muhtemelen bunun bir karşılığı olmadığı bu zirvede anlatılacaktır. Zira Türkiye, Kürtlerin varlığını “güvenlik” sorunu olarak öne sürüp bir “terör” tehdidinden söz etse de, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt grupları ne Şam ne de Moskova tarafından “terörist” olarak kabul edilmektedir. “Suriye’deki teröre karşı eylemleri birlikte koordine etme” anlayışını sürekli hatırlatan Rus yetkililer, aslında buradan Türkiye’ye bir uyarı mesajı veriyorlar. Çünkü Putin, Kürtler ile Şam’ın müzakere yoluyla sorunlarını çözmelerini istediğini dile getirdiğinde Türkiye’nin “güvenlik” kaygısını boşa çıkaracak bir formül üzerinde duruyor ve ABD sonrası Kuzey Suriye’de sınır hattı boyunca Suriye ordusunun konuşlanmasıyla bunların giderileceğini söylüyor.
Öte yandan AKP’yi tutmak için başka “cazip” teklifler de sunulabilir; Şam yönetimiyle yakınlaşma sonucunda “Fırat Kalkanı ve “Zeytin Dalı” bölgelerinde bir süre sorunsuz kalmak ya da sınırlı operasyonlar yapmak gibi… Soçi zirvesinin nasıl sonuçlanacağından çok, ana gündemlerinin ne olacağı konusu daha çok önem kazanıyor. Çünkü bu zirveyle aynı günlerde (13-14 Şubat) ABD’nin öncülüğünde bir Varşova zirvesi de gerçekleşecek. Bu zirveye “Suriye dostları” ülkeler dışişleri bakanları düzeyinde katılıyorlar. İsrail adına ise Varşova zirvesine Netanyahu katılacak. Varşova’da “Arapların İsrail’le normalleşme süreci”nin konuşulacağı tahmin ediliyor. Putin’in ise bu zirveye karşı, yüksek ihtimalle,“Ankara’nın Şam’la normalleşme süreci”ne odaklanacağı tahmin ediliyor. Filistinli yazar Abdulbari Atvan’ın deyişiyle[9]“Erdoğan’ın Esad’a karşı kişisel olarak bir sevgi duymadığını ve bunun kesinlikle karşılıklı olduğunu biliyoruz, buna rağmen Türkiye-Suriye uzlaşmasının yakın olduğunu göz ardı etmeyelim…”
Ne diyelim? “Fetihçi heveslerle Şam’a namaza giderken el öpmeye gitmek de vardır kaderde” denecek günler yakın gibi duruyor, üç vakte kadar!…
Dipnotlar:
[1] https://www.gercekgundem.com/dunya/59799/trump-dunyanin-enayisi-biz-degiliz
[2] https://ara.reuters.com/article/topNews/idARAKCN1OW1H7
[3] https://tr.sputniknews.com/abd/201902011037419467-abd-senatosu-suriye-afganistan-cekilme-karsiti-tasariyi-onayladi/
[4] http://www.basnews.com/index.php/ar/news/middle-east/499249
[5] http://www.basnews.com/index.php/ar/news/middle-east/499249
[6] https://www.gzt.com/mecra/kibrisla-misir-arasinda-dogalgaz-anlasmasi-3434410
[7] Abdullah Muhammed’in El-Meyadin’de yayımlanan 5 Şubat tarihli yazısı: “Türkiye, Arapların yeni düşmanıdır”
[8] Münhasır Ekonomik Bölge, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında su ve rüzgar enerjisi de dahil olmak üzere özel haklara sahip olduğu deniz bölgeleridir.
[9] Abdulbari Atvan’ın Ray el-Yevm’de yayımlanan 10 Şubat tarihli yazısından aktaran El-Alem: “Ortadoğu’nun kaderini üçlü zirve belirleyecek”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.