Kurulacak halk kürsülerinden en yaygın propaganda biçimlerine, kazanım hedeflerini netleştirmekten denetim kanalları oluşturmaya kadar geniş “iş kalemleri” mevcut
Kalan bir ayda bile yapılabilecek çok şey olmasına rağmen asıl hedef süreklilik olmalıdır. Kurulacak halk kürsülerinden en yaygın propaganda biçimlerine, kazanım hedeflerini netleştirmekten denetim kanalları oluşturmaya kadar geniş “iş kalemleri” mevcut. Buradaki anahtar, mahallenin “gerçek öznesi olma özgüveni”dir
Son bir aya girildi, artık her şey 31 Mart akşamı açılacak sandıklardan çıkacak sonuçlar için yapılıyor/yapılacak. Ancak anlaşılan Erdoğan-Bahçeli ittifakı durumdan çok memnun değil (en azından şimdilik). Erdoğan, “Artık anketlere güvenim kalmadı” derken, Bahçeli hâlâ “beka”larda dolaşıyor. Aslında ikisi de “yerleştirmeye çalıştıkları sistem”in iki ayrı özelliğini gösteriyor.
Erdoğan’ın anket sevdasını bilmeyen kalmadı, hatta “Ülkeyi anketlerle yönetiyor” iddiasında olanlar bile mevcut. Başka bir bakış açısıyla “Ülkeyi anketler yönetiyor” da denilebilir, hele hele sandıktan önceki süreçlerde. Günümüzde faşist iktidarların, desteğini almak istedikleri kitlelerin ideolojisine, taleplerine en uygun söylemleri kullanmaları zaten karakteristik. Ancak bunun ifrata vardırılmış hali Erdoğan’a özgü. “Yeni sistem” için gerekli olan meşruiyet, hedeflenen %50’nin ortalamasına göre belirleniyor.[1]
Diğer özellik “beka” sözünde saklı. Cumhur İttifakı yerel seçimde büyük bir başarısızlık yaşasa da siyasi iktidarı kaybetmeyecek. Buna rağmen belediye başkanlıklarının kaybedilmesi neden “Beka giderse dünyamız gider, hayatımız söner” olarak tanımlanır? Çünkü “beka” sandıktır, belediye başkanlıkları sonuç! “Yerleştirmeye çalıştıkları sistem”in tek bir meşruluk kaynağı var, o da sandık başarısı. Yargı ya da yasama artık bir meşruiyet dayanağı oluşturmuyor çünkü ne toplumun tamamının kabul ettiği bir hukuka dayanıyor ne bağımsız bir yaptırım gücüne. Yürütme, herkesin kabul ettiği gibi tek bir tarafa çalışıyor. Medyanın bırakın tarafsızlığını, varlığı bile yerlerde sürünüyor.[2] Sistemin meşruiyet kaynakları teker teker çürürken bir de üstüne ekonomik kriz binmiş durumda. Çeşitli çarpık yöntemlerle de olsa ekonomik çöküşü erteleyen Erdoğan, gelinen noktada krizin kendisini her geçen gün daha fazla göstermesiyle, bu alanda da sorgulanır oldu.
Geriye ne kaldı? Suriye’de elde edilecek ve fetih başarısı olarak sunulacak bir operasyon. Onda da işler “iyi” gitmiyor. ABD ve Rusya’dan onay alamadı ve onay almadan bir harekat neredeyse imkansız. Anlaşılan partnerleri, Erdoğan’ın yerel seçim başarısını çok önemsemiyorlar.[3] Üstelik büyük bir sorunla karşı karşıya da kalabilir. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Heyet-i Tahrir’uş Şam (eski adıyla Nusra Cephesi- liderliğindeki çatı örgütü) kontrolündeki İdlip’e yönelik askeri operasyon yapabileceklerini söyledi. Böyle bir operasyonun en net sonucu sınıra yığılacak cihatçı göçüdür. 31 Mart öncesi böyle bir göç, Erdoğan’a “Eyvah eyvah” dedirtir.[4]
Erdoğan’ın kendi kitlesini hoşnut etmek için bir kozu daha var; yıllardır ekmeğini yediği “yol, köprü, beton” gösterileri. Aylardır mart için hazırlanan projeleri “açma” zamanı geldi. Ancak onlar da iyi gitmiyor. İstanbul için hazırlanan büyük gösterilerden ilki Gebze-Halkalı banliyö tren hattı yarım yamalak da olsa marta yetişecek gibi. Ancak 3. Havalimanı nisana ertelendi. Bakalım Ankapark, Melih Gökçek gölgesine rağmen 25 Mart’ta kullanılabilecek mi? Haa! Bir de şu “yeni bir parti” meselesi var. Ciddiye almış olmalı ki daha ilk günde topa girdi Erdoğan. Çünkü sağdaki hegemonyasını sarsacak her girişim %50’lik pastadan bir dilim anlamına geliyor.
***
Şimdi soru şudur; Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı iktidar biçiminde başat olan bu iki özelliğe karşı mücadele nereden kurulacak? Başını CHP aklının çektiği önemli sayıdaki (sağ ve sol) siyasal aktör, Erdoğan’ı “onun silahlarıyla” yenmeye çalışıyorlar. Onun gibi popülist bir söylem geliştirmek, müthiş bir icat oldu. Bu konuda Kılıçdaroğlu kendini bile aştı; “Ozan Arif’in, diğer ozanlardan bir farkı yok. Aşık Veysel gibi.” Bir de onu sandıkta yenilgiye uğratmak. Sandıkta yenilgiye uğratmak, kazanmak anlamına gelmese bile (Örneğin, Mansur Yavaş kazanınca CHP mi kazanmış olacak? Hayır, sadece AKP kaybetmiş olacak).
Anlaşılmayan ya da daha doğru bir ifade ile anlaşılması gereken şudur; Erdoğan, meşruluğunu sandıktan çıkarmaya çalışsa da gücünü (artık) sandıktan almıyor. Uluslararası konjonktürün sağladığı olanaklardan, karşı cepheyi hedef aldığı provokatif icraatlardan, zor aygıtını neredeyse tamamen ele geçirdiği devlet mekanizmasından ve elbette gericiliğin toplum içinde örgütlenmiş “ideolojik araçlarından” alıyor.
Mücadele başlıklarının aranması gereken yerler tam da buralar olmalı. Ve sosyalistlerin bu konularda söyleyecek çok şeyleri, yapacak çok işleri mevcut. Üstelik bu dönemin nesnelliği ve özgün karakterleri belirmeye başlamışken. Kuşkusuz birçok başlık ve özne kendi içinde değerlendirmeye tutulabilir olsa da (yer darlığı nedeniyle) iki tanesini değerlendirmek yerinde olur. İlki, bu dönemin fark yaratan en önemli mücadele çizgisini kadın hareketi oluşturuyor.
İktidar tarafından 31 Mart sonrasına “programlanan” saldırıların temel gündemlerinden biri kadınlar olacak. Hiçbir şey tesadüf değil: İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde kurulmuş olan Kadının İlerlemesi Teşkilatı’nın “Kadınların, erkeklerin saygı duyulan eşleri olarak yetiştirilmesi”ni salık veren tüzüğünün onaylanması talebi ile Meclis komisyonuna gönderilmesi… Yargıtay 2. Hukuk Dairesi Başkanı Yüksek Hâkim Ömer Uğur Gençcan’ın “Erkeklerin 80 yıllık haklarını yedirmeyiz” diyerek kadınların nafaka hakkını hedef almasıyla aynı dönemde bu hakkın kaldırılmasına yönelik yasal hazırlıkların yapılması ve iktidar “STK”leri tarafından başlatılan propagandanın öne çıkarılması… YÖK’ün uzun yıllar süren kadın mücadelesinin akademiye yansıması ile oluşturulmuş Toplumsal Cinsiyet Tutum Belgesi’ni “Toplumsal cinsiyet eşitliği toplumsal değerlerimizle mütenasip değil” diyerek kaldırması, cinsel istismara affın yeniden gündeme getirilmesi… Kadınların canına, haklarına, eşitlik ve özgürlük mücadelesine kastetmiş bir rejim karşımızdaki. Bununla “uzlaşılır mı”?
Kadınlar da işte 2019 8 Mart’ına “Uzlaşmıyoruz, itaat etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” diyerek hazırlanıyor, gündelik yaşamda devinen, politik mücadeleye akan kadın isyanını yükseltme çağrısı yapıyorlar. Bu 8 Mart, yaşamları, emekleri, bedenleri ve özgürlükleri için bunların tümüne düşman Erdoğan rejimine, erkek egemenliği ile ve tek tek onun taşıyıcısı olan erkeklere, kurumlara, kurallara itaat etmeyi de uzlaşmayı da reddeden, mücadeleyi seçen kadınların isyan günü olacak. Yine bu isyanın tüm renkleri, var olma biçimleri 8 Mart’ta sokağa taşınacak. “Eşitlik ve özgürlük mücadelesinden, kazanılmış haklarımızdan vazgeçmek yok” diyen kadın hareketi bir başka yol olduğunu gösterecek: Birlikte direnmek. Kendi kurtuluş davasının bayrağını yükseltmek, programını ve militanlığını oluşturmak, dayanışmak… Bu 8 Mart’ta sadece yaşadığımız topraklardaki kadınlarla değil kapitalizmin, dinsel gericiliğin, faşizmin karşısında tüm dünyada direnen kadınlarla mücadelenin ortaklığını göstermek için uluslararası kadın grevine Türkiye’den de ses verilecek. “Biz durursak, hayat durur” diyen kadınlar yürüdüğünde hayatın akışı da değişecek.
Özne konusunda ise verilebilecek örnek yerel siyasi bir güç olmanın olanakları/gerekleri açısından Halkevleri ile cisimleşen muhalefet çizgisi ve örgütlenme formu. Yerel yönetimlerin gündemde olduğu bu dönemde, Halkevleri sadece çizgisi ile değil, onu bütünleyen kurumsal kimliği ile de farklı bir yer “işgal ediyor”. Şubeler, herhangi sosyalist bir partinin, ilçedeki “ideoloji yayma ve örgütlenme araçları” değil (sadece). Kendine özgü mücadele başlıkları da olan hepsi ayrı birer yerel “müdahale ve biçimlendirme” kurumları. Yerel yönetim söz konusu olduğunda da bu özelliklerini, aktif müdahaleye dönüştürmesi beklenen özneler. Üstelik bu müdahalenin sadece yerel seçim dönemlerinde sınırlandırılamayacağı aşikâr.
Aralarında neredeyse hiçbir farkın olmadığı mevcut düzen içi yönetme biçimlerine (neoliberal belediyeciliğe) karşı Halkevleri’nin, halkın doğrudan çıkarını savunan, bunu hem genel hem de yerel düzlemde somut mücadele başlıklarına ve somut kazanımlara dönüştüren mücadelesi ne zaman dilimleri ile ne hedeflerin sınırlılığı ile daraltılabilir. Kalan bir ayda bile yapılabilecek çok şey olmasına rağmen asıl hedef süreklilik olmalıdır. Kurulacak halk kürsülerinden en yaygın propaganda biçimlerine, kazanım hedeflerini netleştirmekten[5] denetim kanalları oluşturmaya kadar geniş “iş kalemleri” mevcut. Buradaki anahtar, mahallenin “gerçek öznesi olma özgüveni”dir. Reisin atadığı adamından ya da parti içi iktidar savaşından türemiş “tek tip”lerden çok daha hak edilmiş pozisyondur bu. Ve ister AKP’li isterse CHP’li olsun yerel yönetimle oluşturulan muhatabiyet “halkın doğrudan çıkarı”nın tarafı olarak gerçekleştirilmelidir.
Sosyalistler, Binali’ye de Özhaseki’ye de alanı boş bırakmayacağı gibi, Mansur’a da İmamoğlu’na da iradelerini teslim etmeyecek. Toplumsal muhalefet “hem genelde hem yerelde”, “hem büyükşehirde hem muhtarlıkta”, “hem meydanda hem mahallede” ilerleyecek!
Dipnotlar:
[1] Bir yanda Gezi İsyanı boyunca polise tek bir kurşun sıkılmamışken “Gezi’de polisimize kurşun sıkan bir CHP gördük” yalanı söylenirken diğer yanda “çocuk istismarı yasa tasarısı” Meclis gündeminden (şimdilik) geri çekilebiliyor.
[2] Posta gazetesinde 15 yıldır aralıksız sağlık yazıları kaleme alan, İ.Ü. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Teoman Cem Kadıoğlu, “Hürriyet gazetesinin İstanbul gerçek bayi satışı 28.000, toplam Türkiye bayi satışı 60.000” deyince kovuldu.
[3] Her kritik seçimde bir rol üstlenen Merkel bile ortalıklarda yok.
[4] Suriye’de bunca yıldan sonra gelinen durum göstermiştir ki Türkiye devletinin sahip olduğu ekonomik, siyasi, askeri vs. gücü “sadece kendisinin belirlediği bir dış politika” için yeterli değildir. Anlamak ile kabul etmek arasındaki fark “Erdoğan farkı”dır.
[5] Unutulmamalıdır ki belediyenin olanakları başkanın özel mülkü değildir. Kamusal hakların geliştirilmesi/kullanılması için değerlendirilmesi gereken kamusal kaynaklardır. Bu kaynakların halkın öz örgütleri tarafından kullanılması, özyönetim deneyimlerini güçlendireceği gibi toplumsal muhalefeti de güçlendirecektir.