Bir zamanların “kendi sebzesini, meyvesini ve tahılını yeterince üretip, hatta ihraç edebilen” bu ülkede artık sebze ve meyve tüketebilmek de kolay değil
Bir zamanların “kendi sebzesini, meyvesini ve tahılını yeterince üretip, hatta ihraç edebilen” bu ülkede artık sebze ve meyve tüketebilmek de kolay değil. Öyle ki domatesin kilo fiyatı pazarda bile 7-10 lira, sivri biberin 12-15 lira, patlıcanın 10-13 lira, patates ve kuru soğanın fiyatı 5-8 lira arasında değişiyor. Taze soğanın kilosu ise 22 lirayı buluyor
Türkiye’nin “yeni rejim”i altında yapılacak olan son seçimlere, yerel yönetim seçimlerine iki aydan az bir zaman kala halkın gündeminde ne yeni projeler ne rantçı belediyeler ne betonlaşmış kentler ne de adayların özellikleri var.
Halkın gündemini asıl meşgul eden ve uzun bir süre daha meşgul edecek gibi görünen şey temel gıda maddelerinin fiyatlarının füze hızıyla artması.
Et ve peynir gibi süt ürünlerinden söz etmiyorum. Onlar zaten artık lüks gıda maddesi konumundalar. Sadece belli düzeyde geliri olanlar bu gıda maddelerini tüketebiliyorlar. Ayrıca yalnıza eti değil, bir zamanların yoksul kahvaltı sofralarının olmazsa olmazı beyaz peyniri ve siyah zeytini sofraya koyabilmek, (sürekli artan fiyatları nedeniyle) gerçek anlamda zorlaştı.
Bir zamanların “kendi sebzesini, meyvesini ve tahılını yeterince üretip, hatta ihraç edebilen” bu ülkede artık sebze ve meyve tüketebilmek de kolay değil. Öyle ki domatesin kilo fiyatı pazarda bile 7-10 lira, sivribiberin 12-15 lira, patlıcanın 10-13 lira, patates ve kuru soğanın fiyatı 5-8 lira arasında değişiyor. Taze soğanın kilosu ise 22 lirayı buluyor.
Bu fiyatların semt pazarlarındaki fiyatlar olduğunun altını çizelim. Artık oligopolleşmiş bir konumdaki marketlerde bu ürünlerin fiyatları yüzde 30-50 oranında daha yüksek.
Fiyatlardaki bu hızlı artış tüketim alışkanlıklarını da etkiledi. Örneğin artık birçok ürün kilo ile değil, tane ile satın alınıyor. Dışarıda yemenin asıl, evde pişirmenin tali olduğu İngiltere gibi ülkelerde meyveyi, sebzeyi tane ile almak anlaşılır bir şey olsa da dışarıda yemek yemenin geniş kitleler için neredeyse imkânsız olduğu, çok nüfuslu ailelerde asıl evde pişirilerek karnın doyurulduğu Türkiye’de bu bir ilk.
Artık patlıcan, kabak, kereviz gibi sebzeler dahi tane ile alınıyor. Karnabaharın ise en küçüğü 7-8 lira olduğundan, semt pazarlarında bile yarım ya da çeyrek porsiyonlar halinde satıldığına tanık oluyoruz.
Üç-dört kişilik bir ailenin haftalık pazar harcamasının 150 liradan aşağı olması mümkün değil. Marketlerde bunu 200 liradan başlatabilirsiniz. Üstelik bu gıdaların sağlık açısından güvenli olduğundan da emin değiliz. Nasıl bir toprakta, hangi kimyasallarla üretilip, hangi sularla yıkanıp önümüze geliyor, bilmiyoruz.
Bu başlık birçoğumuza 20 yıl önce, 1999 yılının 1 Şubat’ında yitirdiğimiz Barış Manço’yu anımsatmıştır. Bugün 40’lı yaşlara merdiven dayamış olup da Barış’ın şarkılarıyla büyümemiş çok az gencimiz vardır her halde.
Şarkıda söylendiği gibi tam aşkını ilan edecek iken sokak satıcısının megafonundan duyulan “domates, biber, patlıcan” nidasıyla bundan vazgeçerek dünyası yıkılan genç aşığımız gibi, bugünlerde elindeki kısıtlı para ile pazara markete giden halkımız da bu fiyatları görünce benzer bir hayal kırıklığını yaşıyor.
Hafta sonları özellikle de kenar mahallerin hala vazgeçilmez bir rutinidir kamyonette patates-soğan satılması. Kötü bir mikrofondan duyurulan bu faaliyet sizi pazar uykunuzdan uyandırır ama evde hemen hiçbir yemek soğansız pişirilmediğinden ve en ucuz yemek de yine etsiz patates yahnisi olduğundan kalabalık ailelerde günü kurtarır.
Anadolu’da yemek pişirmenin ilk aşaması, adına “sokarıç” denen bir karışımdır. Yani her türlü yemek için önce kuru soğan, yağ ve salça (evin maddi durumuna göre kıyma) ile kavrulur, sonra ana yemek malzemesi bu adına sokarıç denilen karışımın içine atılır.
Batı ülkelerinde bilinmeyen bu yöntem bizim mutfağımızın olmazsa olmazıdır. Zira yemeğe lezzet, ağzımıza da tat verir. İnsanlar yemeğe et koyamasalar da soğan koymak zorundadırlar. Aksi ağzımızın tadını kaçırır.
Türküsü de vardır, “pilav pişirdim yavan, içine kestim soğan” şeklinde. Yoksulun evinde bulgur pilavı tereyağsız pişer, yoksul bunu içine soğan keserek lezzetlendirir.
Maşallah bulguru, yanına pişirdiğimiz kuru fasulyeyi, nohudu da ithal ediyoruz. Şimdi ise yeniden soğan ithal edecekmişiz. Yani “yerli ve milli” en temel yemeklerimizin malzemelerinin hiçbiri ne yerli ne de milli artık.
Soğanın cücüğünün soğanın en lezzetli kısmı olduğu kabul edilir. Fıkrası bile vardır: İki yoksul hayal kurarlar. Biri diğerine sorar: “Zengin olsan bu kadar parayla ne yapardın? Diğeri cevap verir: Bir çuval soğan alır hepsinin cücüğünü yerdim. Sonra o diğerine sorar: “Sen zengin olsan ne yapardın?” Diğeri cevap verir: “Bana bir şey bırakmadın ki…”
Bizim salata kültürümüzün başında çoban salata gelir. Sadece çilingir sofralarının değil, sıradan günlük yemek sofralarının da vazgeçilmezidir. Bunun da olmazsa olmazı iki malzemesi vardır: Domates ve kuru soğan. Her ikisinin de kilosu 5 lirayı aştı. Bu fiyatlarla (bırakın içine biber, salatalık koymayı) sadece domates-soğan salatası 4-5 kişilik bir ailenin bir öğününde 8-10 lirayı buluyor.
Siyasal iktidar sebze ve soğan ve patatesteki fiyat artışlarını, hortumla, kötü hava koşullarıyla, olmazsa spekülasyonla ilişkilendiriyor ve marketçileri suçluyor yine. Üstelik bunu piyasaları karşısına almadan, onların içinden günah keçileri çıkartarak yapıyor.
Diğer yandan ülkedeki gıda fiyatlarındaki yüzde 50’yi aşan enflasyonun da yaygın spekülasyonun da nedeni piyasa mekanizmasının kendi ve 16 yıldır uygulanmakta olan neoliberal ekonomi politikaları değil mi?
Neredeyse tüm tarımsal ve hayvansal gıda ve ürünlerde bitme noktasına gelmemizin nedeni; uygulanmakta olan neoliberal tarım politikaları, üretim planlamasının yokluğu, aracılara gösterilen müsamaha, tarım arazilerinin azaltılarak inşaat alanlarına dönüştürülmesi gibi faktörler değil mi?
Yerel seçimler yaklaştıkça, “ben değil Miki yaptı” gibi bir tutumla, kapitalist piyasa mekanizmasını gerçekte hiç sorgulamadan, aracıları ya da marketleri günah keçisi gibi gösterip, sorumlu tutmak ve ardından da marketlerde fiyat kontrolleri yaparak fiyatları düşürme çabası içinde olduğu görüntüsü vermek ne kadar gerçekçi ne kadar inandırıcı?
Sonuç ortada, marketçiler raflardan patlıcan ve sivri biberi kaldırdılar. Böylece onlar da tüm sebze ve meyvelerdeki fiyat artışlarının günah keçisi olarak bu iki ürünü göstererek faturayı onlara kestiler.
Bu sorun örneğin daha önce de yapıldığı gibi soğan ve patatesin ithalatına izin verilerek ya da “sebzeleri mevsiminde yiyin” diyerek çözülemez.
Öyle olsaydı, daha önce ithalata açılan ette olduğu gibi, temel gıda maddelerinin fiyatlarında düşme olurdu, ya da mevsimindeki sebzelerin fiyatlarında bu denli yüksek artışlar olmazdı. Bu durumda “yoksa bu fiyat artışları, ithalatçı büyük şirketlere yeni vurgun kapısı açmak için gerekçe olarak mı kullanılıyor?” diye haklı olarak sorulmaz mı?
Ülkedeki hem “ekonomik durgunluk”, “küçülme”, “kriz” gibi sorunların, hem gerçek anlamda yüzde 17’leri ( 6,5 milyonu) bulan işsizliğin, hem de resmi olarak yüzde 20’yi aştığı ilan edilen enflasyonun, yüzde 50’leri aşan gıda ve elektrik, doğalgaz, enerji, ulaştırma maddelerindeki enflasyonun ve daha da önemlisi düşük ücretler nedeniyle artan hayat pahalılığının asıl nedeninin ülkede yıllardır uygulanmakta olan kapitalist sermaye ve servet birikim stratejisi ve bunu hayata geçiren siyasi irade olduğu kabul edilmeli artık.
2013 yılından bu yana, dünyadaki parasal sıkılaştırma, FED faiz oranlarının yükselmesi, yüksek borç stokları gibi nedenlerle ülkeye gelen yabancı sermayenin giderek azalması, buna karşılık ülkeden sermaye çıkışlarının artması, yani “değirmenin suyunun iyice azalması” nedeniyle son 16 yıldır uygulanmakta olan birikim ve büyüme stratejisi artık uygulanamaz hale geldi. Yaşanmakta olan ve son 40 yılın en derin krizi niteliğindeki ekonomik kriz, enflasyon ve işsizlik bunun somut sonuçları.
Çözüm öncelikle bu birikim stratejisini terk etmekten ve bunu hayata geçiren siyasal iradeden kurtulmaktan geçiyor. Diğer taraftan bunun yerine ne konulacağı da çok önemli. Bu açıdan üretim, dağıtım, tüketim ve bölüşüm tarzı, ilişkileri ve yöntemlerinin de değiştirilmesi gerekiyor.
Daha somut söylersek; işsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı istemiyorsak ekonomiyi ve siyaseti buna göre yeniden tasarlamamız ve en genel anlamda her ikisini de gerçek anlamda demokratikleştirmemiz gerekiyor.
Ekonomide bunun yolu üretimin, dağıtımın ve tüketimin büyük kapitalist işletmeler, marketler ve piyasalar aracılığıyla değil, asıl olarak kooperatifler aracılığıyla yapılmasıdır.
Kooperatifler; tarımda köylü kooperatifleri, köylü sendikaları biçiminde, sanayi ve dağıtımda işçi kooperatifleri ve tüketimde tüketici kooperatifleri biçiminde örgütlenmelidir. Bunların her birinin kendi üyelerinden oluşturulacak meclisleri olmalı ve bu üçlü yapı demokratik bir eşgüdümle koordine edilmelidir.
Halkın ne tüketmek istediğine bağlı olarak tüketici kooperatifleri-birlikleri aracılığıyla ortaya koyacağı talebine uygun bir biçimde üretici-tarım kooperatifleri üretimlerini planlayabilirler. Böyle olduğunda sadece ucuz ve yeterli gıda sağlamak değil, güvenli (organik koşullarda üretilmiş) gıdaya da erişim de mümkün olabilecektir.
İşçi kooperatifleri ise emek sömürüsünü büyük ölçüde ortadan kaldıracağı gibi, kapitalist piyasa örgütlenmesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan işsizliği de önleyecek, böylece yoksulluğa da popülist yoksulluk yardımlarına olan ihtiyacı da ortadan kaldıracaktır.
Siyasal alanda gerçek bir demokratikleşme sağlanmadan ekonomi alanındaki böyle bir kooperatifleşme uzun ömürlü olamaz. Bunun için doğrudan demokrasi deneyimleri ile güçlendirilmiş, iktidarı-gücü merkezileştirmekten kurtararak yerellere doğru dağıtan, başta işçiler olmak üzere, köylülerin, küçük üreticilerin, tüketicilerin, kadınların, farklı etnik kimliklerin ve inanç gruplarının kısaca yüzde 99’un siyasal karar alma mekanizmalarına gerçek anlamda katılabildiği yerinden demokrasi uygulamalarına ve bunu hayat geçirebilecek laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin kurulmasına ihtiyaç var.
Kuru soğanın bizim kültürümüzde çok faydalı olduğuna inanılan pratik bir başka işlevinden söz ederek bitirelim.
Kuru soğanın vücudun direncini artırması, soğuk algınlığının ve burun tıkanıklığının giderilmesinde kullanılmasının yanı sıra, birisi bayıldığında onu ayıltma işlevi de var.
İnsanımız hazırda kolonya filan yoksa hemen bir soğan temin eder ve bayılana koklatarak ayıltır. Bu yöntemin ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır ama soğanın o keskin kokusu bayılanı ayıltır, kendine getirir.
Bakalım yerel seçimlere haftalar kala, diğer sebze fiyatlarındaki önlenemeyen artışların yanı sıra fiyatı hızla artan kuru soğanın uzun zamandır baygın yatan insanımızı uyandırmaya gücü yetecek mi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.