Yerimiz, bir yanda emperyalizm ve oligarşinin diğer yanda Venezüella halkının yer aldığı savaşta Venezüella halkının yanıdır
Karşıdevrim cephesi, büyük olasılıkla, siyasi kriz ve ekonomik kriz üstüne bir de paramiliter terörünü ekleyerek Bolivarcı iktidarı bir yıpratma savaşı ile geri çekilmek zorunda bırakmayı hedeflemektedir. “Barış”, “diyalog” ve “uzlaşma” da Venezüella’nın yoksul halkına açılmış bu uzun yıpratma savaşına ve karşıdevrimin nihai galibiyetine razı gelmek demektir
ABD’nin yükselen askeri müdahale tehdidi ve oligarşinin müdahale çağrıları sürerken, İspanya’nın Le Sexta adlı televizyon kanalına konuşan Venezüella Devlet Başkanı Nicolas Maduro ülkedeki fabrikalarda, üniversitelerde insanların savaşa hazırlandıklarını söyledi. Karşıdevrimciler umutlarını bir savaşa bağlamış olabilir. Ama işin doğrusu Bolivarcı Devrim’in de bir savaşa ihtiyacı var. Kitaba göre öyle; Chavez’in 21. Yüzyıl Sosyalizm fikrini geliştiren danışmanlarına ve Latin Amerika devrimcilerine göre de epeyce uzun zamandır öyle… Mesele, o savaşın kime karşı kimler tarafından yürütüleceğinde.
Venezüella’da Bolivarcı Devrim, Hugo Chavez’in 1999’da başkan olması ile değil, neoliberal politikalara karşı sokağa dökülen yoksul halkın 1989 Caracazo İsyanı ile başladı. Bolivarcı Devrim, Caracazo İsyanı’nın meyvesiydi. ABD destekli 2002 darbesini püskürten de Chavezci subaylar değil, darbenin başarılı bir seyir izlediği anda sokaklara dökülüp ordu içindeki çatlakları harekete geçirecek bir basınç oluşturan yoksul halktı. Chavez, sosyalizmi ancak bu gerçeği gördükten sonra, 2005’in sonlarında somut bir toplumsal proje olarak dillendirmeye başladı. Halkın gücüne yaslandıkça sola, sınıflar arası denge siyasetine ve bürokrasinin rolüne ağırlık verdikçe sağa kaydı. Özetle, Venezüella’da devrimin sebebi de sahibi de güvencesi de neoliberalizme karşı insanca yaşam talebiyle isyan eden ve Bolivarcı Devrim’in bu yönde sağladığı kazanımları kaybetmek istemeyen yoksul halktan başkası değildir. Bu, bir.
Venezüella’da siyaset ‘darbeciler’ – ‘darbe karşıtları’ diye değil, ‘ABD emperyalizminin ve oligarşinin çıkarlarını savunanlar’ – ‘ABD emperyalizmine ve oligarşiye karşı yoksul halkın çıkarlarını savunanlar’ diye ikiye ayrılıyor. Darbe, devrimcilerin de karşıdevrimcilerin de başvurduğu bir siyasi eylem. Chavez’in kendisi de 1992’de düzenlediği başarısız darbe girişimi ile siyaset sahnesine çıktı. İktidara 1998 seçimleri sonucu 1999’da geldi, ancak Caracazo İsyanı ve 1992 darbe girişimi olmasaydı, emperyalist bağımlılık ilişkilerine ve bu bağımlılık ilişkilerinin ülke içindeki aracısı oligarşiye isyan eden yoksul halk ile o halkın çıkarlarını savunma iddiasındaki bu lider buluşamayacaktı. 1992 darbe girişimi ABD işbirlikçisi, neoliberal bir iktidara karşı halkın çıkarlarını savunmak adına yapılmıştı. Chavez’e karşı düzenlenen 2002 darbe girişimi ise tam tersine halkın ekonomik ve politik kazanımlarını yok edip iktidarı yeniden oligarşiye teslim etmek üzere düzenlenen, ABD emperyalizminin güdümünde gerici bir darbeydi. Venezüella’da bugün karşı çıktığımız şey basitçe “darbecilik” değil, halkın ekonomik ve politik kazanımlarına kasteden her türlü gerici müdahaledir. Bu, iki.
Bolivarcı Devrim’i hedef alan karşıdevrimci saldırı 2019’da değil 2009’da, Latin Amerika’nın pek çok ülkesinde iktidarda bulunan sol hükümetler kuşağının tamamını hedefe koyarak başladı. Küba ile dayanışma içindeki petrol zengini Venezüella, ABD emperyalizminden ve neoliberal politikalardan kopuşu hedefleyen kıtasal entegrasyon projeleri ile, bu sol kuşağın kilit aktörüydü. ABD’nin askeri tehditleri ve kuşatması o günlerde tırmanmaya başlamıştı. Ama adım adım kuşatılan Bolivarcı Devrim’e yönelik saldırı halihazırda içeriden geliyordu. Emperyalizmin içsel bir olgu olduğu her yeni-sömürgede olduğu gibi Venezüella’da da ABD’nin çıkarına politik ve askeri müdahaleleri yapacak ‘yerli ve milli’ unsurlar (oligarşi) vardı. Üstelik, ayıptır söylemesi, Chavez iktidarı boyunca da bu ‘yerli ve milli’ unsurlar zayıflamak bir yana semirmiş ve Caracas’ı dünyanın en güvenliksiz başkentlerinden biri haline getiren sokak çatışmaları, paramiliter şiddet, sabotajlar, suikastler, ekonomik tahribat, darbe girişimleri ile Bolivarcı İktidarı yıpratmaya girişmişti. Venezüella zaten uzun yıllardır emperyalist kuşatma altında bir tür iç savaş yaşamaktaydı. Ama Bolivarcı iktidarı bu kadar kırılgan, Maduro’yu bu kadar zayıf hale getiren şey, savaştan da tehlikelisi, oligarşinin açtığı bu savaşa karşı uzlaşma siyaseti ile yanıt veren çürütücü bir barıştı. Bu da, üç.
10 yıl önce, Aralık 2009’da Kıtasal Bolivarcı Hareket Kuruluş Kongresi’ne katılmak üzere Venezüella’nın başkenti Caracas’taydık. Venezüella Komünist Partisi ve asıl olarak da o dönemde Alfonso Cano liderliği altında bulunan FARC’ın organize ettiği Kuruluş Kongresi, emperyalizmin olası saldırısına karşı seferberlik çağrısı yaparken kıtadaki manzara Latin Amerika sol dalgasının yükseliş ve durgunluk dönemlerinin kapandığını, karşı saldırı döneminin başladığını ortaya koyuyordu.
Kıtada ağırlık hala sol hükümetlerdeydi: Sosyalist Küba’nın yanında 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ni kurma iddiasındaki iktidarlarca yönetilen Venezüella, Bolivya ve Ekvador; iddialarını neoliberalizme insani bir yüz kazandırmakla sınırlı tutan iktidarlar tarafından yönetilen Brezilya, Arjantin, Şili, Uruguay, Nikaragua… Brezilya ve Arjantin’de neoliberal politikalar uygulanıyordu uygulanmasına ama en azından radikal sol hükümetlere düşmanlıkla değil dayanışmayla el uzatıyorlardı.
Ancak 1980’lerden 2000’lere neoliberal politikalar karşısında yükselişe geçen toplumsal hareketlerin rüzgarını arkasına alan sol iktidarlar 2008 finans krizinin ardından ekonomik güçlüklerle zorlanmaya başlamış ve “arka bahçesi”ndeki sol dalgadan rahatsız olan ABD emperyalizmi 2009’da karşı saldırısını başlatmıştı.
O yıl ABD bütün saldırı araçlarını devreye sokmuştu. Orta Amerika ülkesi Honduras’ta sol eğilimli Manuel Zelaya’yı iktidardan indiren ABD güdümlü askeri darbe, ABD 4. Filo’sunun Latin Amerika sularına geri dönüşü, Kolombiya’da kurulan yeni ABD askeri üsleri ve FARC’a yönelik “barış süreci” adlı imha operasyonu asıl olarak Venezüella-Küba öncülüğünde gelişen sol kuşağı kuşatmayı hedefliyordu. Chavez daha uzlaşmacı bir politika izlemeye yönelmişti. Devrimci solun Caracas’taki kalesi Coordinadora’da FARC’ın kurucu lideri Manuel Marulanda’nın büstünü diktiren Chavez, FARC’a yönelik bir imha operasyonuna girişen ve zaman zaman savaşla tehdit ettiği Kolombiya’ya ise barışçıl mesajlar yollamaya başlamıştı.
2009’da Venezüella kırları ve kentleri, Kolombiyalı paramiliter çetelerin körüklediği şiddetle yalnızca başkentte günde 25-30 kişinin öldüğü bir güvenlik sorununun kucağına itilmiş, kadrosuzluktan mustarip Bolivarcı Devrim, Boli-burjuvazi diye adlandırılan, çıkarları halkın çıkarlarından ayrışmış bir ayrıcalıklı kesim ile kuşatılmış, gerilediği sanılan Venezüella kapitalizmi “bedeli ödenen kamulaştırmalar ve kimi sektörlerde pazar genişletme işlevi gören sosyal programlar” sayesinde ekonomideki ağırlığını artırmıştı. Venezüella burjuvazisi, Chavez’in tek seçim yenilgisi olan ve kazanılması halinde sosyalizme geçişin anahtarı olacağı propaganda edilmiş olan 2007 Anayasa Referandumu’nda “hayır” çıkmasının ardından ülkedeki konumunu yitirmeyeceğini anlamış, Chavez sınıf eksenli söylemini bir adım geri çekip Bolivarcı Devrim’in “burjuvazinin iyi niyetli bir bölümünü de kapsadığını” ilan etme gereği duymuştu.
Latin Amerika solunun “radikal kanadını” temsil eden FARC ve kimi komünist partilerden müteşekkil sol güçler ise ABD ve işbirlikçilerinden gelecek bir dış müdahaleye karşı teyakkuza geçmeye hazırlanıyor, Chavez’in “oligarşiye taviz verdiği iç politikasına değil ama ABD emperyalizmine meydan okuduğu dış politikasına” güveniyordu. Venezüella’daki bir savaş yalnızca bu ülkede değil, Simon Bolivar’dan Che Guevara’ya ve bu mirasın taşıyıcılarına bütün devrimcilerin “tek bir ülke” kabul ettiği Latin Amerika’nın tamamında devrimci güçleri harekete geçirecekti.
Peki ya dış müdahale olmazsa? Bu soruyu Porto Rikolusundan Venezüellalısına, Kolombiyalısından Şililisine kime sorduysak doyurucu bir yanıt alamadık. Bir anti-emperyalist mücadele hattı öneriliyor ancak bu mücadelenin ülke sınırları içinde gerçekleşen toplumsal mücadelelerle nasıl bir bağ kuracağı ve nasıl bir toplumsal-politik dönüşüm programının parçası olduğu somutlanamıyordu.
İç toplumsal dinamiklerle bir şey yapılamaz mıydı? Ona bir yanıt yoktu. Sanayiyi ve tarımı çökerten petrol ihracatına dayalı bir rantiye ekonomisinde, ekonomisinin yüzde 80’e yakını özel sektörün elinde olan bir ülkede sosyalizme doğru adım atmak, yazı yazmak kadar basit değildi. Geleneksel işçi sendikaları, küçük burjuvazi, öğrenci hareketi sağcıydı. Venezüella halkının Chavez’i destekleyen katmanları çeteciliğin, işsizliğin ve yoksulluğun kıskacında kaderine terk edilmiş gecekondu mahallelerinde (barrio) yaşayan halktı.
Chavez’in liderliği bir şanstı ama Bolivarcı Devrim’in sahici devrimci bir örgütten çok bir kişiye bağımlı olması şanssızlıktı. Emperyalist bölgesel birliklere alternatif dayanışmacı uluslararası birlikler kurarken kimi zaman sağ iktidarları deviren toplumsal hareketlerden esirgediği enternasyonalizmi, FARC’a en büyük desteği verirken Kolombiya hükümetiyle de el sıkışabilen dış politikası, stratejik sektörleri kamulaştırırken bunu sermayeyi zarara uğratmadan yapan ekonomi politikası, yoksullara temel hizmetleri parasız sunarken tedarikçi özel şirketleri semirten sosyal politikası, en radikal sosyal tedbirleri öngörürken pratikte sınırlı ölçüde uygulanabilen anayasası, Komünler Bakanlığı’nın kurulduğu ancak çöplerin toplanamadığı sokakları, milyonlarca üyesini komünal konseylerde toplayan ancak para almadan afiş yapacak kadro bulamayan Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV) ile Chavez, soldan isteyenin övebileceği isteyenin yerebileceği bir fenomendi.
Zenginlerin zenginliği olduğu yerde duruyor, kamulaştırmalar satın alma biçiminde gerçekleşiyor, özyönetimler göstermelik kalıyor, taban örgütlerine yönelik hükümet teşviki çok düşük bir verim alıyor ancak tabandan gelişen inisiyatifler de bürokrasi tarafından engelleniyordu.
Bu manzaraya bakan devrimciler, devrimci sıçramanın mevcut toplumsal siyasal ilişkiler içinde gerçekleşemeyeceğini, Bolivarcı iktidarın oligarşiyle gerçek bir hesaplaşmaya girmesinin ancak onu buna zorlayacak bir ABD müdahalesi ile mümkün olacağını düşünüyordu.
Ne var ki, “düşman” dışarıda değil içerideydi. Daha doğrusu emperyalizm içsel bir olguydu ve emperyalizme karşı mücadele yalnızca dış düşmana karşı mücadele etmekle halledilebilecek bir mesele değildi. Venezüella’nın deneyimlediği ve bağımsızlıkçı kaygılarla yola çıkan bir subayın düşmanları karşısında geçirdiği dönüşüm sonunda adının sosyalizm tarihinin 21. yüzyıldaki ilk sayfasına yazılmasını sağlayan gerçek de buydu.
O, emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesinde kime güvenmesi ve iktidara kimin taşınması gerektiğini görmüştü.
Caracas’ın merkezinde Venezüella’nın sömürgeleştirilmesinin tarihini anlatan dev bir duvar resmi var. Resim Cristopher Colombus’un Amerika’yı keşfi ile başlar, 1989 Caracazo ayaklanması ile biter. Çünkü ne Chavez’in 1992’deki darbe girişimini ne de 1998’de seçimlerini kazanmasını Bolivarcı Devrim’in gerçek başlangıcıdır. Bolivarcı Devrim’in başlangıcı, basit bir ulaşım zammının tetiklemesi ile kendiliğinden patlak veren, barriolardan inen binlerce kişinin kolluk güçlerince katledildiği 1989 Caracazo İsyanı’dır. Eskisi gibi yönetilmek istemeyen Venezüella proletaryası öncüsünden yoksundur ancak bu isyan sırasında silahını halka doğrultmayı reddeden devrimci bir subay ile yolları zaman içinde kesişecek, Bolivarcı Devrim’in örgütünün ve programının gelişimi de bu buluşma sayesinde olacaktır.
Hugo Chavez’in “sosyalizm” kavramını somut bir politik hedef olarak ilan etmesi iktidara gelişinden çok sonraya, 2005 yılının sonuna denk gelir. Chavez’i bu noktaya taşıyan ise onun bağımsızlıkçı ideallerinin yalnızca ABD ile değil Venezüella ordusu, burjuvazisi, bürokrasisi ve kilise ile çatışmasından kaynaklanmaktadır. Dostunu düşmanını zaman içinde tanıyan bağımsızlıkçı lider, bağımsız, özgür ve eşitlikçi bir ülke kurmak için asıl olarak Venezüella proletaryasına güvenmesi gerektiğini görmüştür.
Neoliberalizme isyan eden kent yoksulları ile ulusalcı küçük burjuva önderliğin ittifakından “21. yüzyılın sosyalizmi ve uluslararası anti-emperyalist cephe” çağrılarına gelmek için, “anti-neoliberalizmin, anti-emperyalizmin ve emekçi sınıfların iktidar mücadelesinin birbirinden ayrılamaz süreçler olduğunu” belirginleştiren bir dizi kavga yaşanması gerekmiştir. Chavez hareketi de, yanılgılarını, devrimci sürecin seyrine bağlı olarak kendi özeleştirisi içinde mahkûm etmiştir.
Monroe Doktrini (1823) “Amerika Amerikalılarındır sloganıyla” İspanyol sömürgeciliğini kıtadan çıkarmaya girişirken Latin Amerika’yı ABD’nin yeni-sömürgesi haline getirmiş, bu tarihten sonra Latin Amerika’da anti-emperyalist mücadele ABD karşıtlığı (anti-monroeizm) ile pratik olarak aynı şey haline gelmişti. Chavez, ilk başta ABD karşıtı bütün toplumsal sınıfların temsilcisi bir küçük burjuva olarak sahne aldı. O nedenle de siyasi projesini “Anti-Monroeist Bonapartizm” olarak ananlar oldu. Zamanla kendini sınıfsal bir saflaşmanın içinde bulup sosyalizme yönelecekti.
Petrol gelirlerinin bölüşümünde halkın ve ülkenin çıkarlarını savunmaya çalışan Chavez Nisan 2002’de askeri darbe; 2002-2003’te sermaye, bürokrasi ve orta sınıfların üç ay süren petrol sektörü lokavt ve grevleri; ve hemen sonrasında ABD müdahalesinin belirgin bir hal aldığı geri çağırma referandumuyla karşı karşıya kaldı.
Öte yandan, Chavez’e bağlılığını defalarca gösteren halk aynı bağlılığı diğer konularda göstermiyordu. Başkanlık seçimlerinde yaklaşık yüzde 70’i Chavez için sandığa giden halkın, parlamento seçimleri için oy kullanmak söz konusu olduğunda ancak yüzde 25’i sandığa gidiyordu. Chavez’in gayet iyi farkında olduğu ve bugün çok daha belirgin hale gelen bu zafiyet karşısında; alternatif iktidar odakları olarak eğitim, sağlık ve gıda alanındaki kazanımları korumak ve yönetmek için oluşturulan mahalle komiteleri ve atıl toprak ve fabrika kamulaştırmaları için seferber edilen ve yasalarla önü açılan işçi-köylü örgütlenmeleri teşvik edildi. Devrimci sürecin kazanımlarını korumak için hükümet ve orduyu tahkim etmek yerine, “sokak parlamentarizmini gerçekleştirmek” ve “ABD işgali tehdidine karşı halktan 1 milyon kişiyi kalaşnikoflarla silahlandırmak”tan bahseden Chavez hareketi, Bolivarcı Devrim sürecinin geleceğini, aynı zamanda bir zorunluluk eseri olarak, emekçi halk iktidarında gördüğünü ortaya koyuyordu.
Chavez çatışma sertleştikçe sınıfsal söylemini netleştiriyor, giderek burjuvaziden uzaklaşıyordu. Yoksul halk hareketine dayanan bir kitle seferberliğinden güç alan parlamenter mücadeleyi esas alan ama çelişkili bir ittifaka yaslanan Chavez, sosyalizme geçiş projesini de yine bir sandık zaferi ile meşrulaştırıp radikalleştirmek istedi. Ne var ki bütün Chavezciler aynı fikirde değildi. Bürokrasi ve burjuvazi ellerindeki gücü yoksullara vermek istemiyordu. Onlarca maddenin üst üste konup topluca oylandığı 2007 Anayasa Referandumu’nda, muhalefet de sıkı çalıştı ve Chavez ilk seçim yenilgisini aldı. (Ocak 2019’da ABD’nin desteğiyle kendini geçici devlet başkanı ilan eden Juan Guaido, 2007 referandumunda etkili bir “Hayır” kampanyası düzenleyen sağcı gençlik hareketinde boy göstermişti.) 2007 yenilgisi Chavezci hareket içindeki sağ kanadın elini güçlendirdiği gibi, burjuvaziye karşı söylemin de yumuşadığı bir milat oldu. Denge, oligarşi aleyhine kırılamamış, Chavez eşikte takılmıştı.
Eski henüz ölmemiş, yeni henüz doğmamıştı. Doğrusu eskiyi öldürme yönünde ciddi bir adım atılmamıştı. Bütün retoriğe ve yasa maddelerine karşın üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunulmadı, gerçek bir işçi yönetimi pratiği sergilenmedi. Hal böyleyken petrol zenginliğinin halk yararına kullanılması ve kimi neoliberal düzenlemeler geriletilerek kamusal hizmetlerin parasız sağlanması kapitalizmi geriletmiyordu. Dış kuşatmanın sertleşmesinden de cesaret alan iç düşman (yani Boli-Burjuvazi dahil burjuvazi) yeni denge içinde egemenliğini pekiştirmenin yollarını buluyordu.
2008 finans krizi de sürecin olumsuz seyrini pekiştirdi. Petrol fiyatlarının düşüşü, ekonomisi bütünüyle petrol gelirlerine bağlı olan Venezüella’yı zorlamaya başlamış, ülke 2009’da durgunluğa girmiş, 2010’da durgunluk yaşayan az sayıda Latin Amerika ülkesinden biri olmuştu. Petrol fiyatlarının yüksek olduğu yıllar boyunca hem burjuvaziyi hem de yoksul halkı tatmin etmenin yolunu bulan Bolivarcı iktidar artık zorlanıyordu. Ekonomi sabotajlara açık hale gelmişti. Venezüella’nın kıtadaki müttefiki olan diğer sol iktidarlar da giderek kırılganlaşmaya başlamış, daha sonra Arjantin ve Brezilya’yı sağa teslim edecek soft-darbelerin zemini hazırlanmaya başlamıştı.
Venezüella yol ayrımındaydı.
Aralık 2009’da hazır Caracas’a gitmişken Bolivarcı Devrim sürecinin danışmanlarından Michael Lebowitz’le de görüşme şansı yakalamıştık. “Venezüella nereye gidiyor?” diye sorduğumuzda, ülkenin önünde iki yol olduğunu ya Küba Devrimi gibi radikalleşip devrimini tamamlayacağını ya da Meksika Devrimi gibi durağanlaşıp çürüyeceğini söylemişti. Hangi yolun tercih edileceği mücadelenin seyrine kalmıştı.
Lebowitz’le sohbetimizden yaklaşık 10 yıl sonra ve Juan Guaido’nun kendini geçici devlet başkanı ilan etmesinden hemen önce Vijay Prashad, “ABD namlusunu Venezüella’ya çevirdi” başlıklı makalesini şu cümlelerle bitiriyordu: “Trump’ın Suriye’den çektiği askerler evlerine pek de yakın bir zamanda dönemeyebilir. Kendilerini çok yakın bir zamanda Punto Fijo sahillerinde görebilirler, Chavistaların kendilerini Domuzlar Körfezi’ndeki gibi bir direnişle karşılayacağı yerde.”
Bu yalnızca Prashad’ın değil, Lebowitz’in ve Kıtasal Bolivarcı Hareket Kongresi’nde yan yana gelen devrimcilerin de temennisiydi. Hatta olabilecek en iyi senaryo bile diyebiliriz. Küba Devrimi, başlangıçta verdiği ılımlı mesajlarına rağmen, ABD’nin kendisini doğrudan hedef alması üzerine radikalleşerek sosyalist karakterini ilan etmişti.
Ama Venezüella’nın Bolivarcı iktidarına karşı ABD’nin başını çektiği uluslararası karşıdevrimci kampanyanın Küba’daki kadar beceriksizce olmasını ya da bir doğrudan müdahale biçiminde olmasını beklemek sosyalistler açısından iyimserlik olur.
ABD emperyalizmi Latin Amerika’da devrimci iktidarlar ya da hareketler karşısında başarılı sonuçlar elde ettiği deneyimlere sahip. Bolivarcı Devrim’in zayıf ve güçlü noktalarını yıllardır test etti ve şimdi doruğa çıkmış olsa bile zaten 2009’dan beri işbirlikçileri aracılığıyla ülkenin ekonomik altyapısını, güvenliğini ve halkın iktidara olan bağlılığını zayıflatan bir savaş yürütüyor.
Venezüella’da Hugo Chavez’in ardından takipçisi Nicolas Maduro başkan seçilse bile, 2016’da yapılan milletvekilliği seçimlerinde sağcı muhalefet çoğunluğu ele geçirmişti. Halkın parlamento seçimlerine ilgisizliği ve Chavez’in şahsına olan bağlılığını diğer alanlarda göstermemesi Chavez döneminde de yaşanan ve bir türlü giderilemeyen bir sorundu. Maduro bu sorunu hem parlamento seçimlerinde hem de başkanlık seçimlerinde sandık desteğinde düşüş biçiminde yaşadı.
2016 seçimlerinin ardından sağın hakimiyeti altına giren Ulusal Meclis açılır açılmaz Maduro’ya karşı darbe çağrıları yükseldi ve iki odak arasında giderilemeyen bir ihtilaf başladı. Bunun üzerine Maduro ülkeyi yeni bir anayasa yapmak üzere toplanacak bir Kurucu Meclis oluşturmak üzere yeniden seçime götürdü. Muhalefetin gayri meşru saydığı Kurucu Meclis’te de Chavezciler üstün. İki meclisli yapı ile birlikte politik çatışmalar süreklileşti. Petrol fiyatlarındaki düşüşten dolayı dara giren Venezüella ekonomisi, ekonominin diğer faaliyet alanlarını elinde tutan ABD işbirlikçisi sermayenin ve toprak sahiplerinin sabotajları ve ABD’nin ekonomik kuşatması ile ilaç ve gıda kıtlığının başgösterdiği, enflasyonun yüzde iki milyona kadar çıktığı bir kaosa sürüklendi. Ülke Kolombiya’dan sızan paramiliter çetelerin de katkısıyla başkentte dahi her gün onlarca insanın öldürüldüğü ya da kaçırıldığı bir güvenlik sorunuyla yaşıyor. Bunlar da iktidara yönelik desteği zayıflatıp ve muhalifleri cesaretlendirdi.
Muhalifler 2018’de düzenlenen başkanlık seçimlerini boykot edince katılımın yüzde 49,2’de kaldığı seçimlerde 6,2 milyon oy alan Maduro, en yakın rakibine 4 milyon fark atarak ikinci kez başkan seçilmişti. Anayasal anlamda Maduro’nun başkanlığı meşruydu. Ancak gerek kıtada gerek ülke içinde dengeler karşıdevrimcileri cesaretlendiriyordu.
ABD askeri kuşatması eşliğinde 2009’da Honduras’la başlayan ABD güdümlü darbeler süreci kıtadaki dengeleri de değiştirmişti. Honduras darbesini 2012’de Paraguay, 2016’da ise Brezilya’da sivil darbesi izledi. Arjantin ve Şili’de de seçimlerde sağ galip geldi. Kolombiya’da “barış süreci”, komünist gerilla örgütleri FARC ve ELN’nin temsil ettiği sol potansiyelin imha edildiği bir devlet terörü sürecine evrildi. Brezilya’daki 2018 Başkanlık Seçimi öncesinde de eski başkan, İşçi Partisi lideri Lula da Silva yargı yoluyla saf dışı bırakıldı ve rakiplerini askeri darbe ile tehdit eden faşist Jair Bolsonaro iktidara taşındı. Sürecin belki de tek istisnası Meksika’da merkez solun adayı Manuel Lopez Obrador’un zorlu bir mücadelenin ardından 2018 seçimleriyle iktidara gelmesiydi ancak bu da sağın kazanımlarını dengeleyecek kadar büyük bir kazanım değildi.
İşte bu koşullarda kuzey ve güney Amerikalı 15 devletin güya Venezüella krizine çözüm için kurduğu Lima Grubu ve Venezüella oligarşisi Maduro’nun başkanlığını gayri meşru ilan ettiler. Ulusal Meclis Başkanı aşırı sağcı Juan Guaido bu rüzgârı arkasına alarak kendini geçici başkan ilan etti.
ABD, Kanada, Batı Avrupa devletleri, Latin Amerika’nın sağcı iktidarları ve İsrail peş peşe açıklamalarla Guaido’ya desteklerini açıkladılar. Donald Trump yönetimi, Venezüella’nın ABD’deki milyarlarca dolarını, devlete ait petrol şirketinin varlıklarını bloke edip, bunları sadece Guaido’nun kullanabileceğini açıkladı. Venezüella ordusunu Maduro’ya karşı Guaido’yu desteklemeye çağıran ABD, Guaido’ya ve ülkedeki ABD unsurlarına yönelik herhangi bir harekete de anında karşılık vereceklerini duyurdu. Bu tehditler, Chavistlerle oligarşi arasındaki çatışmada Chavistlerin direncini kırmak ve oligarşiyi cesaretlendirmekten başka bir amaç taşımıyor.
Venezüella’ya yönelik saldırının da doğrudan bir ABD askeri müdahalesi olması gerekmiyor. Hatta daha çok Kolombiya’dan yönetilecek paramiliter çetelerin kullanıldığı bir iç çatışma atmosferi yaratılması olası.
Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı John Bolton’un Venezüella’ya karşı ekonomik yaptırımları açıkladığı gün kameralara takılan not defterindeki “Kolombiya’ya 5000 asker” notu bu yönde bir işaret. Venezüella’nın batı komşusu Kolombiya anti-komünist paramiliter örgütleri ve ABD üsleri ile karşıdevrimci çatışmanın ana üssü olmaya aday. ABD’nin Venezüella Özel Temsilcisi olarak, 1986’da İran-kontra skandalından hüküm giyen eski diplomat Elliott Abrams’ın atanması da bu yönde kötü bir işaret. Abrams 1980’lerde Nikaragua Devrimi’ne karşı kontra savaşını örgütlemiş, CIA destekli kontraların yıpratıcı saldırıları altında kalan Sandinistler bir süre sonra iktidardan kendi elleriyle çekilmek zorunda kalmıştı. Abrams, El Salvador’da da FMLN gerillalarına karşı kontra savaşını örgütlemişti. ABD’nin Güney Kuvvetleri komutanı Tümgeneral Mark R. Stammer’in aynı günlerde gerçekleşen Kolombiya ziyareti de bu tablonun içinde yer buluyor. Afganistan ve Irak gibi savaş alanlarındaki birliklere komuta eden Stammer, 1989’da Panama’da Devlet Başkanı Manuel Noriega’nın CIA tarafından tutuklandığı operasyonu yönetmiş “tecrübeli” bir isim olarak görev yapıyor. Tüm bunlara Venezüella’nın Kolombiya ve Brezilya sınırlarındaki askeri hareketliliğin tırmanışı eşlik ediyor.
Bolivarcı iktidar da o kadar savunmasız değil. Ordu ve Yüksek Mahkeme, Maduro’nun yanında. Latin Amerika’da Küba, Nikaragua, Bolivya, Uruguay ve El Salvador’un yanı sıra bölgesel dengelerde önemli bir aktör olan Meksika da Maduro’yu meşru devlet başkanı olarak tanıyor. Maduro uluslararası alanda da Rusya ve Çin gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 5 daimi üyesinden ikisinin açık desteğine sahip. Bu nedenle ABD’nin BMGK’de Maduro karşıtı bir karar çıkarma girişimi reddedildi. Türkiye, İran ve Güney Afrika da Maduro’yu destekliyor.
Ancak hepsinden de önemlisi halk desteği. Her ne kadar Maduro devrimin iktidarı halka verme iddiasının aksine egemen sınıflarla uzlaşma siyaseti nedeniyle giderek sağcılaşan, bürokratikleşen, çürüyen bir iktidarın görünen yüzü olsa da Chavistler ABD ve oligarşinin niyetinin farkında. İktidar değişikliği gerçekleşirse ülke yeniden dizginsiz bir bağımlılığın, sömürünün ve yoksulluğun pençesine itilecek. 20 yılın kazanımları çöpe atılacak.
Bu nedenle Chavistler emperyalizmin ve oligarşinin tehditlerine karşı muhalefetin gösterilerini geride bırakacak kitlesellikte gösterilerle sokağa çıktılar. Üstelik bu kitleler, kendini seçimlerde ezici bir çoğunluk olarak ortaya koyamasa da kof kalabalıklardan ibaret de değil. Bugüne kadar çoğunlukla bürokrasinin gölgesinde kalan komünler ve milis birlikleri gibi aşağıdan örgütlenmelerin, Caracazo İsyanı’nın ve 2002’deki darbe karşıtı direnişin deneyimine sahip örgütlü bir halk söz konusu. Hükümetin yol vermesi durumunda bu güç çok büyük işler yapabilir çünkü devrimin güvencesi tam da onlar.
ABD’nin, Avrupa’nın, işbirlikçilerinin ve Venezüella oligarşisinin savaş çığlıkları dinmiyor. Ne var ki Maduro iktidarının uluslararası, bölgesel ve ulusal düzeyde arkasına aldığı destek karşıdevrim cephesinin hızlı bir zafer elde etmesini imkânsız kılıyor. Ancak belki de hızlı zafer isteyen yoktur.
Karşıdevrim cephesi, büyük olasılıkla, siyasi kriz ve ekonomik kriz üstüne bir de paramiliter terörünü ekleyerek Bolivarcı iktidarı bir yıpratma savaşı ile geri çekilmek zorunda bırakmayı hedeflemektedir. “Barış”, “diyalog” ve “uzlaşma” da Venezüella’nın yoksul halkına açılmış bu uzun yıpratma savaşına ve karşıdevrimin nihai galibiyetine razı gelmek demektir. Bolivarcı Devrim’in tek şansı emperyalizmi dışarıda aramadan, Godot’yu bekler gibi bir dış müdahale beklemeden, oligarşinin yürüttüğü savaşa karşı yoksul halkın harekete geçirildiği aktif bir savunma ile karşılık vermektir. Maduro savaşa hazırlandıklarından söz ederken bunu mu kastetmektedir, bilinmez. Ama karşıdevrim galip geldiğinde kaybedecek olan bir kişi değil, Venezüella halkı, Latin Amerika devrimi ve genel anlamda sosyalistler olacaktır. Savaş da bu anlamda hepimizi ilgilendiren bir savaştır.
Yerimiz, bir yanda emperyalizm ve oligarşinin diğer yanda Venezüella halkının yer aldığı savaşta Venezüella halkının yanıdır.
* Bu yazıda Hugo Chavez’in ölümü üzerine kaleme alınan “Chavez’i yol ayrımında yitirdik” başlıklı makalenin güncelliğini koruyan bölümleri genişletilerek kullanılmış, Bolivarcıların ve özel olarak Nicolas Maduro’nun eleştirisine girilmemiştir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.