Yalnızlığımızı sevmemize izin verilmiyor. Kadınlar olarak tek başımıza biziz ve çift olduğumuzda yarım kalmışlıklarımız sona ermeyecek
Yalnızlığımızı sevmemize izin verilmiyor. Kadınlar olarak tek başımıza biziz ve çift olduğumuzda yarım kalmışlıklarımız sona ermeyecek
14 Şubat’lar, doğum günleri, evlilik dönümleri, tanışma dönümleri… Döndükçe dönüyoruz. Bu baş dönmesini fırsat bilen hayat ellerimiz arasından kaçıveriyor. Yüzeysellik hayatımızın her alanında bizi yakalıyor. Yenilgi hissi ile içimiz buruk yine döndüğümüz yer mücadeleye olan sarsılabilir inancımız oluyor. Sarsılıyoruz, her gün biraz daha yeniliyor, biraz daha sarsılıyoruz. Ancak hayatı kuran kadınlar olarak düşsek bile düşlerimiz direnişte. Aldatıldığımızı sabah kalkıp kalpli pastanın bulaşıklarını yıkayıp erimiş mumları masadan çıkarmaya çalışırken anlıyoruz. Patriyarkanın dünyası bizlere anlatılmamıştı. Bize anlatılan masalların sonu böyle değildi.
Sahi ne zaman aldatıldığımızı görmeye başlamıştık?
İlkokuldayım, bir arkadaşım kazara parmağımı yaralıyor. Ağlayarak tuvalete giderken; o da ne? İlk aşkım bana doğru geliyor. “Kim yaptı sana bunu? Gidip hemen onu döveyim” diyor. Ben panik oluyorum. Arkadaşımın durduk yere dövülmesi aklıma yatmıyor. Sonra diyorum ki; aşk böyle bir şey olsa gerek! Bizi yaralayanı yaralayan, dünyayı karşısına alan, bizi edilgenleştiren, bir koca yürekli, delilik hali. Tabi “Dövme, bilerek yapmadı” diyerek arkadaşımı ateşe atmıyorum.
8 yaşında başlayan bu ilk deneyimim neticesinde anlıyorum ki, aradan geçen yıllar durumu ve kadınlardan aşktan beklenenleri pek de değiştirmemiş. Masallarda beyaz atlı prensi çaresizce bekleyen prensesler, Yeşilçam’ın zavallı, masum, bir tokat yese diğer yanağını çeviren Hülya Koçyiğitleri ile büyüyorum. Eh, gençliğim zaten tam bir kaos. Evlilik programları, tecavüzü, şiddeti olumlayan, tacizi romantize eden, erkekliği göklere çıkaran diziler…
Zaman böylece geçiyor ve anlıyorum ki, bizi en çok yaralayan en başından beri korunmaya muhtaç olduğumuzu bize salık veren erkeklikmiş. Atanmış cinsiyeti kadın olan bizlerin yanında bir erkek olunca tamamlanacağımız algısı ile edilgenliğimiz doruklara yükseltiliyor. Yalnızlığımızı sevmemize izin verilmiyor. Kadınlar olarak tek başımıza biziz ve çift olduğumuzda yarım kalmışlıklarımız sona ermeyecek. Bizler bir puzzle parçası değiliz tek başımıza anlamlıyız. Sevdalar üzerine bize anlatılan klişeler yazdıkça bitmez. Ancak hayatımızda bu klişeleri tersine çeviren ikonlar da var.
Benim ikonum Bergen… Bize katledilişinin 30. yılında öldüren sevginin ve direnişin simgesi olarak kendini hatırlatıyor.
15 Temmuz 1959 yılında Mersin’de doğan Belgin Sarılmışer 7 yaşındayken annesiyle Ankara’ya taşınır. İlkokuldan sonra Ankara Devlet Konservatuarı Piyano bölümüne girer ama okulu bırakıp çalışmak zorunda kalır. Bu dönem bir taksi şoförü tarafından tecavüze maruz bırakılır. Ardından şarkıcı olma isteği ile adını değiştirir. Norveç’in Bergen şehrinden ilham aldığı adı ile sahne almaya başlar, çok sevilir.
Bu sıralarda katili Halis Serbes* hayatına girer. Halis açık şekilde “Hayır” cevabı aldığı halde Bergen’e ısrarlı tekliflerde, tacizlerde bulunur. En sonunda bu ısrarlı teklif ve tacizler arabasını kundaklatmaya kadar gider. Bergen’in bu kundaklamayı Halis’in yaptığından sonradan haberi olacaktır. Halis, Bergen’i sürekli manipüle etmeye çalışmaktadır. En sonunda sahte nikah memuru ve şahitlerle evlilik masasına oturulur. Bergen evlendiğini sanıyordur. Halis Serbes aslında zaten evlidir. Bergen kandırıldığını anlar, Halis’i terk eder. Bu esnada evi kundaklanır, Halis’ten şüphelenir ama kanıtlayamaz. Ardından herkesçe bilinen kezzapla yaralama olayı yaşanır. Bir kova kezzap Bergen’e atılır. İki gözü de kör olur, zamanla biri iyileşir, vücudunun bir kısmı yanık kalır. Ancak Bergen acılarının üzerinde dalgalandırdığı buklelerle sahnelerde büyür, tüm bu şiddet ve tehdide rağmen sahneyi terk etmez.
Öldüren aşkın en ikonik örneklerinden olan bu hikaye Bergen’in evden kaçıp sahnelere geri dönme, hayatını eline alma çabasını, direnişini bize gösteriyor. 30 yaşına geldiğinde Halis Serbes tarafından vurularak öldürülen Bergen’den geriye bize miras bıraktığı şarkılar ve direniş kalıyor. Aşk kitabını baştan yazmaya çalışan, öldüren sevgiyi istemeyen ve savunmanın yollarını arayan Bergen’den bize gelsin:
Haydi durmayın öyle sevinçlerle coşalım
Mutluluklara doğru hep beraber koşalım
Bir şeyler yapmalıyız bizler yaratmalıyız
Huzuru bulmak için sevip yaşamalıyız
Gülümse biraz gülsün gözlerin
Gülümse biraz bitsin kederin
Unut dertleri kötü günleri
Gülümse biraz gülümse biraz
Bir isyan hepimizi alıvermiş yürümüş
Daha bu genç yaşlarda hep boynumuz bükülmüş
Bir şeyler yapmalıyız bizler yaratmalıyız
Huzuru bulmak için sevip yaşamalıyız
Gülümse biraz gülsün gözlerin
Gülümse biraz bitsin kederin
Unut dertleri kötü günleri
Gülümse biraz gülümse biraz.
* Halis Serbes geçtiğimiz yıl Adana’da dört çocuğa cinsel istismar suçundan tutuklandı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.