Kâr oranları düşüp kârlar azaldığında yeni yatırımlar da azalıyor, bu ekonomik büyümeyi yavaşlatırken, ekonomiyi krize sokuyor
Uygulamadan da görüleceği üzere, kâr oranlarını yükseltme konusunda yeterli olamayan ekonomi politikaları ne ekonomileri resesyondan çıkarma konusunda ne de reel yatırımları artırma konusunda başarılı olabiliyor
Ekonomi politik yasaların ışığında kapitalist krizlerin nasıl ortaya çıktığı şöyle formüle edilebilir:
(M——C—— P—— C’—— M’)
(Para— Meta— Üretim—Daha fazla meta— Daha fazla para)
Kapitalist yatırıma parayla (M) başlar ve bu para ile üretim araçları ve hammadde (sabit sermaye=c) ve ücretli emek (değişken sermaye=v ) satın alır ve böylece üretim süreci başlar (P).
Ancak emek gücü kendisine ücret olarak ödenenden (v) daha fazla bir değer yaratır. Bu artık değerdir (s), yani kârın tek kaynağı olan değerdir (böylece kâr üretim sürecinde ortaya çıkar). Ortaya çıkan meta artık daha fazla değere sahip bir metadır (C’). Bu fazlalık içerdiği artı-değerden kaynaklanmaktadır.
Bu metanın satılmasıyla elde edilen para-sermaye de artık başlangıçtakinden daha büyük değere sahiptir (M’). Böylece sermayenin büyümesi sorunsuz gerçekleşmiştir.
Sermaye büyümesinin (dolayısıyla da ekonomik büyümenin) temelini oluşturan kârın oranı, ya da kârlılık azalırsa ne olur?
Bir süre sonra yatırımlar azalır, durur, ekonomik büyüme yavaşlar, tersine döner, birikim sürecinde tıkanma oluşur, yani kriz ortaya çıkar. Bu durumu da aşağıdaki formül ile özetlemek mümkün:
r = (s/v) / 1 + (c/v)
r: Kâr oranını, v: Değişken sermayeyi (ücret), c: Sabit sermayeyi, (c /v): Sermayenin organik bileşimini ve (s/v): Sömürü oranını gösterdiğinde; sömürü oranı (s/v) sabitken, sermayenin organik bileşimindeki (c/v) artışlar kâr oranını düşürür. Böylece kapitalist sermaye birikimi hızlandıkça kendi yarattığı krizlerle karşı karşıya kalır. Bu bir yasa gibi işler.
Kâr oranlarının azalma eğilimi yasası (KOAEY), adı üzerinde bir eğilimi anlatır. Yani belli bir zaman diliminde kâr oranlarının azalmasının yanı sıra bazı yıllarda artması da söz konusu olabilir ve olmaktadır. Ama uzun vadede trend bir azalma eğilimi biçiminde kendini gösterir. Ayrıca azalmakta olan kâr oranıdır, kâr kitlesi azalmak zorunda değildir, miktar olarak kârlar artmaya devam edebilir.
Bu noktada şu sorular sorulabilir: Bu yasa sadece uzun vadede mi geçerlidir? Kısa vadeli döngüsel krizleri ya da sermaye birikimindeki dalgalanmaları mı açıklar? Bu bağlamda da kapitalizmin nihai çöküşüne ilişkin her hangi bir şey söyler mi?
Rosa Luxemburg’a göre, bu yasa uzun vadede geçerlidir. Öyle ki “etkisini göstermeden önce güneş kapitalizmi yakıp kavurmuş olabilir.” Tapia’ya göre yasa döngüsel krizler için geçerli iken, M. Roberts’a göre hem uzun vadeli, hem de döngüsel olarak geçerlidir[1].
Yasa kârlarda kalıcı bir düşüş olduğunu söylerken bunun düz bir çizgi halinde gitmeyeceğini, zira artı-değer oranını artıran bazı telafi edici mekanizmaların ve yöntemlerin devreye girebileceğini öngörür.
Yani kapitalistlerin artı-değer sömürüsünü (s/v) artırmasının yolları mevcuttur. Bunu ücretleri sabit tutup, çalışma saatlerini artırarak, ücretleri düşürerek yapabileceği gibi emek gücü verimliliğini artırarak, yani işçiyi aynı çalışma saatlerinde daha yoğun ve daha verimli çalıştırarak da yapabilir.
Örneğin kapitalizmin ilk aşamasında devletin de yardımlarıyla mutlak artık değer biçiminde bir sömürü baskındı (Engels bunu İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu adlı çalışmasında anlatır). Sonraki aşamalarında emek tasarruf edici teknolojilerin devreye sokulması ile nispi artı-değer sömürü baskın hale gelmeye başladı. Bu emeğin çıktı başına değerini azalttı, hatta işgünü saatlerini kısaltabildi[2].
Samir Amin’e göre sermaye ihracı, eşitsiz değişim ve emperyalist rant gibi olgular kâr oranlarını yükselten telafi edici işlev görürler[3]. J. O’Connor[4] ise kâr oranlarındaki düşüşü telafi eden mekanizmalar olarak; vergisel teşvikler, sübvansiyonlar (bütçe politikaları), kamusal altyapı yatırımları ve kamu girişimlerinin ucuz ara girdi üretimi ile sermaye maliyetlerini azaltmasına dikkat çeker.
Keza, küreselleşme, neo-liberalizm, borçlanma ve finansallaşma da kâr oranlarındaki düşüşü telafi etmeye yardımcı olur. Nitekim 1980’lerden itibaren uluslararası sermaye küreselleşmenin imkanlarından faydalanarak üretimini daha düşük maliyetli (dolayısıyla da daha kârlı) azgelişmiş ülkelere kaydırdı. Aynı zamanda da finansallaşma aracılığıyla kendini kurgusal sektörlerde büyüttü.
Kısaca, Kapital’de yer aldığı üzere, kapitalist krizleri geciktirici karşıt eğilimler de söz konusudur. Bu da kapitalizmin şu ana kadar neden hemen her krizinden çıkabildiğini, hatta daha güçlenerek çıkabildiğini, dolayısıyla da kendiliğinden çökmeyeceğini gösterir.
Ancak tüm bu karşıt eğilimler ya da telafi edici yöntemler faturayı hep işçilere ödettirdiğinden, dolayısıyla da emek sömürüsünü daha da artırdığından mevcut emek-sermaye çelişkisi giderek büyür, bunun üzerinden yükselen sınıf mücadelesi daha da açığa çıkarak keskinleşir.
Marx, buradan hareketle kendini özgürleştirerek tüm toplumu da, dünyayı da özgürleştirebilecek, kapitalizmi yıkacak ve onun yerine sosyalizmi kuracak olan asıl faktörün devrimci bir sınıfın, yani işçi sınıfının (proletarya) örgütlü mücadelesi olduğunun altını çizer.
Ekonomi politiğin yasalarının nesnel olmaları, yani insan iradesinin dışında var olmaları, değiştirilemez niteliklere sahip bulunmaları bunların bir yazgı olduğu anlamına gelir mi?
Ya da bu yasalara dayanılarak yapılan tespitler bir ekonomik determinizm midir? Sınıf mücadelesinin ya da sosyalist devletin iktisadi kuruluşta herhangi bir rolü yok mudur?
Bu yasalara dayanarak çıkarımlarda bulunmak ekonomik determinizm anlamına gelmediği gibi, (yukarıda da belirtildiği gibi) sınıf mücadelesini de inkar etmek demek değildir. Çünkü ekonomik koşulların sosyal sınıfların kontrollerinden özerk bir biçimde nesnel olduğunu söylemek determinizm değildir.
Bilimsel sosyalist öğretinin yaptığı şey sosyal sistemlerin değişim mekanizmalarını ve bunun hareket ettirici kanunlarını ortaya koymaktır. Marx ve Engels’in çalışmalarında yaptıkları da budur. Sınıf mücadelesi toplumsal sistemi değiştiren en önemli güç olarak hala varlığı sürdürür. Ama bu mücadelenin derecesi, yoğunluğu ve emeğin sermayeye göre üstünlüğü asıl olarak ekonomik koşullar tarafından belirlenir.
Yani Marx’ın dediği gibi, “insanlar kendi tarihleri yaparlar, ama onu istedikleri gibi değil, kendi belirledikleri koşullara göre değil, mevcut verili koşulların belirleyiciliği altında yaparlar”[5].
Bu yasanın (daha çok ABD gibi merkez ekonomilerde) geçerli olup olmadığını sınayan ampirik araştırmalar arasında yasanın geçerliliğini ortaya koyanlar ağırlıktadır.
Örnek olarak M. Roberts bir çalışmasında[6], aşağıdaki tabloda 1869-2007 dönemindeki dünyadaki kâr oranlarının gelişimine ilişkin olarak ile yaklaşık 140 yıllık bir süreçte kâr oranlarının nasıl bir azalma eğiliminde olduğunu gösterir.
Buna göre, 1869’da yüzde 43 olan kâr oranı Birinci Dünya Savaşı’na kadar %30’un altına düşüyor, savaş sırasında %40’ın üzerine çıkıyor. 1929 Büyük Depresyonu’nun öncesinde %23’e kadar geriliyor. 1935’ten itibaren tekrar yükseliyor ve İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından 1947 yılında %38’e kadar yükseliyor. 1965’ten itibaren tekrar düşüşe geçiyor ve bu düşüş 1980’lerin başlarında dip yaparak %18’e kadar geriliyor. Sonrasında neo-liberal toparlanma döneminde tekrar yükselişe geçerek %23’e kadar çıkıyor.
Anwar Shaikh’e göre ABD’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında %16 gibi bir oran ile zirvede olan kâr oranları 1980’e kadar düştü ve o yıl %6’ya geriledi. Ancak bu düzenli bir düşüş değildi, daha ziyade bir eğilimi gösteriyordu. Zira kâr oranları 1963-65 arasında tekrar %14’e kadar yükseldi. 1980’den itibaren tekrar yükseldi ve 1993’te %9 gibi dönemin zirvesine ulaşırken, sonrasında tekrar düşme eğilimine girdi. 2008 krizinin öncesinde, 2007’de ise %6’ya kadar düştü[7].
Smith ve Butovsky’nin araştırmasına göre[8], ABD’de finans dışı sektörlerde 2006 yılında zirve yapmış olan kâr oranı 1950 ve 1960’lardaki zirvelerin sadece yarısı kadar yükseklikteydi.
ABD’de ekonomi genelindeki kâr oranlarını ve sadece üretim sektöründeki kâr oranlarını ayrıştırarak hesaplayan L. Tsoulfidis’e göre, 1963-2015 arasında kâr oranlarında kalıcı bir düşüş söz konusu. 1980’lerin başlarında kâr oranları 1960’lardakinin %30 altında seyrediyor. Bu oranlar 1990’ların sonlarına kadar artarak gidiyor (neo-liberal dönem). Ancak 2000-2008 arasında yükseliş değil, düşüş söz konusu[9].
KOAEY’i sermayenin organik bileşimi (SOB) ve artı değer oranı (s) değişkenleriyle de doğrulatmak mümkün. Çünkü ABD’de 1965 yılından beri SOB’de düzenli bir yükseliş söz konusu (%21). Karşı dinamik olarak artı değer oranında ise %4’ün üzerinde bir düşüş var. Neo-liberal dönemde ise (1982-1997) artı-değer oranı %16 artarken, SOB yalnızca %7 oranında artmış, böylece de kâr oranı %9,5 yükselmiş. 1997 yılından beri kâr oranı %5 düşmüş zira SOB %14’ün üzerinde artarken, artı-değer oranındaki artış %5,4’te kalmış[10].
Önemli bir diğer bulgu ABD’deki her resesyonun öncesinde kâr oranlarının düşmekte olduğu, buna karşılık her kriz sonrasında kâr oranlarının yükselmeye başlaması. Bu da bu yasayı doğruluyor.
Uygulamadan da görüleceği üzere, kâr oranlarını yükseltme konusunda yeterli olamayan ekonomi politikaları ise ne ekonomileri resesyondan çıkarma konusunda ne de reel yatırımları artırma konusunda başarılı olabiliyor.
Nitekim 2008 Büyük Resesyonu’nun ardından ABD başta olmak üzere merkez ekonomilerde uygulanmış olan düşük (hatta negatif) faiz politikası ya da miktarsal kolaylaştırma biçimindeki parasal kolaylaştırma politikaları total bir finansal erimeyi önlemiş olsa da yatırımları, üretimi ve ticareti yeterince artıramadı.
Keza vergi indirimleri, sübvansiyonlar ve kamu harcamaları biçimindeki mali teşvikler de yeterli bir ekonomik büyüme sağlayamadı. Çünkü kârlılık kriz öncesi seviyelerin altında kaldı.
Bu da kapitalist bir ekonomide reel yatımların asıl olarak kâr oranlarının yüksekliğine bağlı olduğunu ortaya koyuyor. Yani kâr oranları düşüp, kârlar azaldığında yeni yatırımlar da azalıyor, bu ekonomik büyümeyi yavaşlatırken, ekonomiyi krize sokuyor.
(Türkiye ekonomisinin krizinin analizi ile ilgili olarak daha önce bu köşede yayımlanmış olan şu yazılarıma bakılabilir: Görünen köy (18 Kasım 2018), “İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olur I-II” (9-10 Aralık 2018), Türkiye ekonomisi krizin ikinci fazında I-II (14-16 Aralık 2018).
Dipnotlar:
İlgili yazılar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.