Son iki yılın en çok izlenen fenomen dizisi Çukur’da esas kız esas çocuktan boşanmak istediğinde esas çocuk gidip esas kızın bulduğu avukatı tehdit ederek boşanmayı engelliyor
Kadınlardaki feminist uyanış erkek şiddetiyle mücadele kurum ve yöntemlerinin gelişme ivmesini kat be kat aşınca kadınların aileden özgürleşmek için attıkları adımlar, artan bir erkek şiddetiyle ve bizzat cinayetlerle karşılaşmaya başladı. Sosyal devletin tüm kurumlarının içini boşaltarak yükümlülüklerini metalaştıran neoliberalizm, Türkiye’de son on yıldır ideolojik referansını Sünni İslam’ın en kadın düşmanı yorumundan alıyor
Çocukluk anısı mı desem çocukluk travması mı bilmiyorum. Tek kanallı TRT yılları, böyle üç dört bölümlük bir diziydi. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Güneş’ti dizinin adı. Niye hatırlamıyorum, bir genç kız baskıcı babasından kaçıp şehre gidiyordu ve orada çalışmaya başlıyordu, ayaklarının üstünde duruyordu, ama işte evinde kaldığı, arkadaşlık ettiği kadının gece eve gelen sarhoş kardeşi Güneş’e tecavüz ediyordu. Dizinin sonunda Güneş tecavüze uğradığı için köydeki sevdiği çocuğun evlenme teklifini geri çevirip annesiyle bir sandala binip şehre kaçarken babası onların ardından denize atlıyor ama yüzme bilmediği için boğuluyordu. Yabancıların evinde illa ki tecavüze uğranır diye kalmış aklımda. İlk kez tecavüz denilen şeyi o zaman öğrenmiştim. Tabii olayın adı tecavüz diye geçmiyordu muhtemelen. Sonrasında pek çok Yeşilçam filminde rasgeldim tecavüz sahnesine. Ama onların sonunda tecavüze uğrayan “kız”lar hep ölüyorlardı. Ya intihar ediyorlardı ya intikamlarını alırken kendileri de ölüyorlardı ya da sevdikleri (vah vah kader kurbanı) erkeklere yalvarıyorlardı onları öldürmeleri için. Sonuçta hep ölüyorlardı…
60’lar ve 70’lerle hızlanan kentleşme, kırdan kente göç ile birlikte kadınların da kentlerde kamusal hayata katılımını gerektiriyordu. Ancak kırdan kente göç ve işçileşme sürecinde patriyarka ile sermayenin uzlaşısı kadınların yığınsal olarak ücretli emek gücüne katılımını şart koşmayan biçimde gerçekleşti. Heidi Wedel, gecekondulaşmanın, hem sermayenin/devletin üzerinden işçilere konut sağlama yükünü alması hem de patriyarkanın kadınları sadece ev içinde ücretsiz emek gücü olarak konumlandırma tercihine uygun olması sebebiyle, bizzat devlet eliyle desteklendiğini öne sürüyor.[i] İşte bu yılların (70’ler ve 80’lerin başı) televizyonda izlediğimiz Yeşilçam filmlerinde hep, aslen kentli olmayan kentin kıyısında yaşayan genç kadınların, kentin ışıklarıyla başları dönüp de evden kaçınca ya da evden bir şekilde ayrılınca “namuslarını kaybettiklerini” ve “ölüme mahkûm” olduklarını seyrettik durduk. Tam da bu nedenle patriyarka yıllar boyunca baba, erkek kardeş ya da erkek akrabaların şiddetini, dayağını “genç kadınları kötülüklerden koruma amaçlı” sevgi göstergeleri, cinayetlerini de “namus cinayeti” olarak sunabildi. Katil babaların ve erkek kardeşlerin kötü adam olarak sunulduğu filmler ise sadece erkeklerin kadınlara haksızlık ettiği, kadın oyuncunun aslında “namusunu kaybetmediği”, olsa olsa iftiraya ya da bir yanlış anlaşılmaya kurban gittiği filmler oluyordu. Hülya Koçyiğit’in, filmin sonunda mahalledeki (erkek) işçi komşunun yardımıyla evden kaçıp, kendine ev/tek göz gecekondu tutup, fabrikada işçi olduğu ve onu öldürmek için gönderilen kocasının kendisine de fabrikada iş bulup bulmayacağını sormasıyla biten Lütfi Akad’ın 1973 tarihli Gelin filmini seyretmek ise ancak 90’larda nasip oldu. Patriyarkal geniş aileye isyan eden gelin, işçi sınıfı saflarına katılırken kendisi gibi işçileşen kocasıyla birlikte, kamusal alanda var olma hakkını elde eden kadın olarak, çekirdek aile modelli patriyarkal sınırlar içinde ancak bir adım özgürleşiyordu.
80’lerle birlikte Özal’lı yıllarda, sermaye birikim modeli ihracata dayalı üretime evrilmiş, kadınlar artan ucuz emek ihtiyacıyla ücretli emek gücüne daha fazla katılır olmuştu. Diğer yandan büyüyen hizmet sektörü ve artan beyaz yakalı emek ihtiyacı eğitimli genç kadınların da o zamanın deyimiyle “profesyonel iş yaşamına” katılmalarını sağlamıştı. Bir yanda hızla yaygınlaşan tüketim-eğlence kalıpları diğer yanda patriyarkanın aşınmaz duvarları olunca yine Yeşilçam filmleri göreve çağrılmıştı. Tabii biraz değişmişti durum, artık erotizm dozu yüksek Ahu Tuğba’lı filmler modaydı. Ama işte öz değişmemişti, ışıklı disko toplarının olduğu mekanlarda eğlenen genç kadınların illa ki içkilerine hap atılıyor ve tecavüze uğruyorlardı. Yani evden işe işten eve ya da evden okula okuldan eve gitmeyi kabul etmekle yetinmeyen, gezmeyi, kadınlı erkekli eğlenmeyi de kamusallaşmanın bir parçası haline getirerek dönemin makbul kadınlık sınırlarını aşan genç kadınları yine tecavüz tehdidi bekliyordu. Esas adamlar bu kadınları biraz da olsa sevseler bile kurtulamıyorlardı “alınlarına sürülen namus lekesinden”. Film boyunca esas adamdan illa ki birkaç kez dayak yedikten sonra filmin sonunda ya yine kaza sonucu ölüyor ya da yalnızlığa mahkûm oluyorlardı.
Toplumsal dönüşümü daha gerçekçi anlatan Fahriye Abla gibi Müjde Ar filmlerinde ise sevdiği gençle sevişen, bu nedenle gördüğü toplumsal tepkiye/mahalle tepkisine rağmen ayakta kalan, işçileşen ve hangi erkekle olacağını kendi seçen kadın modelini görüyoruz. Sene 1984, daha feminizm bir hareket olarak ortaya çıkmamış. O yüzden olsa gerek Fahriye Abla’da esas çocuğu oynayan Tarık Tarcan’ı (o yıllarda henüz balon gibi şişmiş olmadığı için de) pek bir beğenerek izliyoruz. Oysa şimdiki aklımız olsa işçi önderi Yavuzer Çetinkaya’nın Fahriye’ye daha güzel baktığını düşünür, Tarık Tarcan Yavuzer Çetinkaya’yı dövmeye kalktığında Fahriye’nin gidip Tarık Tarcan’ın kafasına sandalye indirmesini bekleriz. Ama zaten ancak 80’lerin ortasında izlemenin nasip olduğu Selvi Boylum Al Yazmalım’da “sevgi emektir” lafına vurulsak da henüz bir tokattan kadın cinayetine giden yolun çok kısa olduğunu anlatan feminizm tarafımızdan bilinmediği için, filmin son sahnesinde, gözümüze Ahmet Mekin’den daha genç ve yakışıklı görünen Kadir İnanır için içimiz bir buruluyordu!
80’lerin ortasından itibaren ücretli emek gücüne katılan kadınlar için annelerinden farklı hayatlar yaşamanın da önü açıldı (diye düşünülüyordu!). Kadınların “ekonomik özgürlükleri” onları daha özgür kadınlar haline getirecekti. Kendi kazandığı parayı harcayacak, çocuklarının geleceğinde söz sahibi olacaklardı. Özellikle beyaz yakalı genç kadınlar açısından hayattan ve evlilikten beklenti eşiği yükselmişti. Hem kadının hem erkeğin ücretli emek gücüne katıldığında ortaya çıkan çekirdek ailelerdeki kadınların kabusunu Atıf Yılmaz’ın 1986 tarihli Aaah Belinda filmi anlatıyordu. Feminizm Türkiye semalarına girmişti. Feministler 1986 yılında Türkiye’nin imza koyduğu CEDAW sözleşmesi için gereken iç hukuk düzenlemelerinin yapılması amacıyla imza topluyorlardı. Filmde de içine düştüğü kabusta Müjde Ar (ve yakın arkadaşı, iş arkadaşı, komşusu rolündeki Füsun Demirel) hem bankada çalışıyor hem iki çocuk büyütüyor, işten eve gelince yemekti çocukları uyutmaydı her işi yaptıktan sonra bir de kocasının cinselliğini tatmin etmek zorunda kalıyor(lar). Müjde Ar’ın çocuğu uyuturken tekrarladığı duunganga dunganga repliği hem evde hem işte çalışan çocuklu kadınların patriyarkal kabusunu anlatıyordu adeta. Üstelik komşusu Füsun Demirel’in ev hayatından edindiğimiz izlenim erkek şiddetinin ev dışında ücretli çalışan kadın filan dinlemediği yönünde. Modern patriyarkanın kadınlara sunduğu en önemli seçenek, filmdeki gibi, saçları sertleştiren beyaz sabunun yerine şampuan alabilecek gelire sahip olmaktı. Kuşkusuz o gelirin nasıl harcanacağı da çoğu kez evdeki erkekler tarafından belirleniyordu.
17 Mayıs 1987’de feministler örgütledikleri dayağa karşı yürüyüşle, 12 Eylül sonrasının ilk mitingiyle siyaset sahnesinde eylemli olarak yer almaya başladılar. Peşi sıra gelen kampanyalarla feminist hareketteki kadınlar hem toplumu hem de kendi hayatlarını dönüştürüyorlardı. 1989’daki Cinsel Tacize Hayır Kampanyasını ve Mor İğne eylemlerini, 1990’da fahişelere tecavüzde ceza indirimi öngören Madde 438’e karşı kampanya takip etmişti. Kadınlar bu kampanyada iffetli iffetsiz kadın ayrımına itiraz ederken, haklı tecavüz yoktur diyorlardı. 1990’da ilk feminist sığınak Morçatı kuruldu. 1998 yılında ilk Kadın Sığınakları ve Dayanışma Merkezleri Kurultayı örgütlendi.
1987’deki ilk feminist mitingden, dayağa karşı yürüyüşten, bugüne kadar geçen otuz yıl içinde ev içindeki erkek şiddeti yasal zeminini ve aslında toplumsal meşruiyetini kaybetti. Kadınlar artık erkek şiddetine, en yaygın şiddet biçimi olarak dayağa direniyorlar. Feminist hareket ve kadın hareketi uzun yıllardır her politik mücadele programında erkek şiddetine karşı sığınak talebini öne çıkardı. Önce 4320 ardından 6284 sayılı yasalarla erkek şiddetine karşı kadınların korunmasını sağlayacak bir dizi düzenleme hayata geçti. Ancak sığınaklar kâğıt üzerinde kalmanın ötesine geçemedi.
Batı’da özellikle merkez kapitalist ülkelerde (örn. Fransa, Almanya, İngiltere, ABD) sosyal devletin kurumlarının yerleşik olduğu 1960’lar ve 70’lerde yükselişe geçen feminist hareket bir yandan erkek şiddetini teşhir ederken diğer yandan erkek şiddetinden korunmak için gerekli örgütlenme, kurum ve mekanizmaları hayata geçiriyordu. Bu anlamıyla sığınak açmanın bir kamu görevi olduğunun kabulü erkek şiddetine karşı mücadelenin yükselişinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye’de feminist hareketin yükselişi ise neoliberalizmin ideolojik ve fiili olarak hükümdarlığını ilan ettiği 80 sonları 90 başlarında gerçekleşti. Yani yerel yönetimlerin kamu hizmeti olarak sığınak açmak zorunda olacakları bir Türkiye değildi feminist hareketin yükselişe geçtiği dönem. 1990’da İstanbul’da SHP’li belediyelerce Bakırköy ve Şişli’de açılan sığınaklar 1994 seçimlerinde ANAP’lı belediye başkanlarınca kapatıldı.[ii] Aynı yıllar aslında tüm dünyada ve Türkiye’de sığınak ve erkek şiddetiyle mücadele politikaları STK’lere yani hükümet dışı örgütlere devredildi.[iii] Özellikle 2000’lerle birlikte devletin yeni ideolojisi tüm dünyadaki gibi neoliberalizme eşlik eden yeni muhafazakarlık, kadınların özgürleşme mücadelesinin önünü kesme politikalarıyla kendini gösterdi. Özellikle 2010’lardan beri de bizzat devlet eliyle dini referanslı baskıya dönüşen bu politik yönelim, kadınların erkek şiddetinden kurtulma ve özgürleşme yönünde verdikleri mücadeleyi, aile kurumu için doğrudan tehdit olarak ele almaya başladı (ki bu konuda pek haksız da sayılmazlar, kadınlar aileden kurtuldukça özgürleşirler).
Tabir yerindeyse kadınlardaki feminist uyanış erkek şiddetiyle mücadele kurum ve yöntemlerinin gelişme ivmesini kat be kat aşınca kadınların aileden özgürleşmek için attıkları adımlar, artan bir erkek şiddetiyle ve bizzat cinayetlerle karşılaşmaya başladı. Sosyal devletin tüm kurumlarının içini boşaltarak yükümlülüklerini metalaştıran neoliberalizm, Türkiye’de son on yıldır ideolojik referansını Sünni İslam’ın en kadın düşmanı yorumundan alıyor. Bu nedenle kadınların yükselen direnişine ve feminist mücadelenin yarattığı etki alanının boyutlarına yeterli yanıt üretmesi mümkün olmayan bir sığınak politikası ve erkek şiddetiyle mücadele paradigmasına sahip AKP iktidarı, kadın cinayetlerini aileyi koruma adı altında meşrulaştırıyor.
Bir yanda kadınları hatta kız çocuklarını kendilerine tecavüz eden erkeklerle evlendirmeye çalışan, boşanmayı zorlaştırarak, nafakayı neredeyse kaldırarak kadınları aileye ve erkek şiddetine mahkûm etmeye çalışan bir iktidar/devlet var. Diğer yanda ise erkek şiddetini kader olarak kabul etmeyen, ölümü göze alarak direnen, boşanmaya çalışan kadınlar ve on binlerce kadınla sokaklarda erkek devlet şiddetine direnen kadın hareketi ve feminist hareket var. 6284 sayılı yasa ve 2014’te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi kadınları şiddetten koruyacak yeterli yasal zemini sağlıyor. Ancak devleti yönetenlerin, AKP iktidarının, bu yasal zemine dayanan politikaları hayata geçirme niyetinin olmaması bir yana bizzat söz konusu yasaların uygulanmasını engellemek üzere politika geliştiriyorlar. Feminist mücadele ile AKP iktidarını kaçınılmaz olarak doğrudan karşı karşıya getiren bu süreç aile politikaları üzerinden gerçekleşiyor. Feminist direniş yükseldikçe yandaş gazetecileriyle, kendi eliyle kurdurduğu kadın STK’leriyle, diyanetiyle, bakanları ve cumhurbaşkanıyla AKP iktidarı kadınlara ilişkin her söyleminde feminist hareketi hedef alıyor.
Dünyada feminist hareketin yükselişinin söz konusu olduğu İspanya ve Arjantin örneklerine baktığımızda Türkiye’dekine benzer politik ve tarihsel koşulların olduğunu görüyoruz. İspanya’da da Arjantin’de de ikinci dalga feminist hareket esas yükselişini, askeri diktatörlük/faşizm süreçlerinin son bulması, çözülmesiyle gerçekleştiriyor. Burjuva demokratik kurumların yeniden inşa edildiği bu yıllarda toplumsal muhalefet mücadele içindeki kadınlara önceliği insan hakları ve demokrasi örgütlenmelerinin yaygınlaştırılmasına vermelerini dayatıyor. İspanya ve Arjantin’de dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisi özellikle baskı dönemlerinde fazlasıyla güçlendirilmiş ve bu da kadınların mücadelesinin önünde engel oluşturmaya devam ediyor. Katolik Kilisesi özel alan/aile üzerindeki hegemonyasının geriletilmesine direnirken feminist hareket ile karşı karşıya geliyor. En önemlisi ise her iki ülkede de aynı Türkiye gibi, feminist hareketin erkek şiddetine karşı sosyal politikaların artması talebi neoliberalizmin duvarlarına çarpıyor. 2015’te Arjantin’de erkek şiddetine karşı “bir kişi daha eksilmeyeceğiz” diyerek sokağa dökülen ve 2017 8 Mart’ında tüm dünyaya kadın grevi çağrısı yapan Arjantinli feministlerin politik söylemlerinde neoliberalizm karşıtlığı önemli bir yer buluyor. Aynı şekilde 2017-2018’de Arjantinli feministler kürtaj hakkı için Latin Amerika’yı saran yeşil fular dalgasını başlattıklarında kiliseyi ve neoliberalizmi doğrudan hedef alıyorlardı. İspanya’da 2018 8 Mart’ında örgütlenen ve yaklaşık 2 milyon kadının katılım gösterdiği feminist grevin de hedefleri arasında hayatın her alanındaki erkek şiddetinin yanı sıra, kadınlar ile erkekler arasındaki ücret eşitsizliği, neoliberalizm, ve kilise vardı.[iv]
Ez cümle feminist direnişin kadınların hayatında yarattığı dönüşümler kamu politikalarında karşılığını bulamadığında birincisi, patriyarka erkek şiddetinin boyutunu ağırlaştırarak devreye sokma olanağına kavuşuyor ve sonuçta Türkiye örneğindeki gibi erkeklerin kadınları öldürmesi, kadınları boşanmaktan ve ev içi şiddetten kurtulmak için mücadele etmekten alıkoymalarının, bizzat devletçe hoş görülen yöntemi haline geliyor. (Örneğin bireysel silahlanmanın hızla artışı, dizilerdeki erkek kahramanların bile hep silahla kendi adaletlerini hayata geçirmeleri gerçek hayatta kadınlara ölüm ve erkek adalet olarak dönüyor.) İkincisi ise Türkiye, İspanya, Arjantin örneklerinde ortaya çıktığı üzere feminist mücadelenin enternasyonal yükseliş dalgası ikinci dalganın 60’larda ve 70’lerin başında ilk yükseldiği Batı metropollerinden, 70’lerin sonunda ve 80’lerde yükselişe geçtiği ülkelere kayıyor. Politik mücadelenin merkezinde ise erkek şiddeti, neoliberalizm ve dini referanslı baskı (Katolik Kilisesi, Sünni İslam’ın Diyanet Başkanlığı) dolayımıyla güçlenen aile politikaları yer alıyor.
Peki aileyi güçlendirip kadınları güçsüzleştirmenin temel devlet politikası olduğu 2010’lar Türkiye’sinde ne izliyoruz. Kadınların kocalarından boşanmak istediklerinde engellendikleri dizileri izliyoruz. Son iki yılın en çok izlenen fenomen dizisi Çukur’da esas kız esas çocuktan boşanmak istediğinde esas çocuk gidip esas kızın bulduğu avukatı tehdit ederek boşanmayı engelliyor. Esas kızın boşanma davasını üstlenen avukat ise aslında dizinin kötü adamının hiçbir aile değeri taşımayan, çıkarları için babasını bile öldürecek kadar kötü olan oğlu çıkıyor. Tabii dizinin bir diğer kötü evladının da eşcinsel çıkması onur yürüyüşlerinin yasaklandığı Türkiye’nin en çok izlenen dizisinde bizi hiç şaşırtmıyor. Açıkçası benim için şaşırtıcı olan yegâne şey diziyi izlerken kendimi, annemle komşumuz Necla teyzenin 90’ların başında her akşam bizim evde Zenginler de Ağlar izlerken dizi karakterleri ile konuştukları gibi konuşuyor bulmam: “Ya Sena ya bırak o sümsük erkek avukatı. Bizim feminist avukatlar halleder bu işi. Vereyim Meriç’in telefonunu bak gör bizim kızları korkutabiliyor mu senin o çakma delikanlı kocan” (Hayır efendim Vartolu’yu seviyoruz. O öyle uyuz yapışkan adam değil. Saadet bir kez hayır deyince hayır anlıyor. Saadet silahı bırak deyince de bırakıyor!).
Dipnotlar:
* Katkı ve önerileri için feminist yol arkadaşım Semiha Arı’ya teşekkür ederim.
[i] Siyaset ve Cinsiyet, Metis yayınları
[ii] https://catlakzemin.com/11-eylul-1990-istanbulda-bakirkoy-belediyesi-ilk-kadin-siginmaevini-acti/
[iii] Ayşe Düzkan, 05 17, Güldünya Yay., 2018, sf41, İstanbul
[iv] https://www.cddc.vt.edu/feminism/arg.html
http://anticuts.com/2017/03/28/the-womens-movement-in-argentina/
https://www.facebook.com/elencuentronacionaldemujeres/
file:///C:/Users/Ev-/Downloads/A_Case_Apart_The_Evolution_of_Spanish_Fe.pdf
https://socialistworker.org/2018/04/20/a-feminist-outpouring-shakes-the-spanish-state
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.