Kesin olan şey, bu sistem kendisini yok etme potansiyeline sahip isyanlar doğuracak
Şimdiye kadar üretilmiş ve sürdürülmüş araçları yok saymadan ancak onların yetersizliği kabul ederek, hazırlıkların yapılması, hazır olunması gerekli. Kesin olan şey, bu sistem kendisini yok etme potansiyeline sahip isyanlar doğuracak
Savaş, siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır.”[1] Kuşkusuz bu cümleyi başka bir ifadeye dönüştürmek de mümkün; siyaset yapmanın diğer yollarını kullanmanın becerilemediği durumda, siyasetin devamı savaştır. Erdoğan’ın Suriye siyaseti tam da bu biçimde açıklanabilir. Akıldan, uzgörüden, dayanaktan uzak Ortadoğu siyaseti her adımda savaşı daha da genişletmeyi ve kalıcı hale getirmeyi zorunlu kılıyor.
Erdoğan, “Fırat’ın doğusuna askeri operasyona başlayacağımızı resmen ilan ettik” diye yeniden naralar atmaya başladı. Görünür hedefte yine Suriye Kürtleri var. Ancak bu kez durum daha çetrefilli. Bir tarafta Esad-Putin ikilisinin her geçen gün Suriye topraklarındaki egemenliği genişliyor ve Erdoğan’ı masada tutan pozisyonu zayıflıyor (Anayasa komisyonunun oluşturulması konusunda Rusya-İran-Türkiye anlaştı). İdlip için verdiği “cihatçıları çıkarma sözünü” hâlâ yerine getirmediği için yeni atraksiyonlara girme ihtiyacı doğuyor.
Bunlarla birlikte bölgedeki “yeni” aktörler de daha aktif. Suudiler, Fırat’ın doğusundaki Arap aşiretlerini zaten bir süredir fonluyordu. Şimdi artık Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte subaylarını da yerleşik hale getiriyorlar.
ABD’nin İran’ı merkeze alarak daha aktif bir Ortadoğu harekat planı geliştirmesi de Erdoğan’ın elini zora sokan bir diğer faktör. ABD; Erdoğan ile, Barzani ile[2], PYD ile, Suudiler ile ayrı ayrı iş tutarak bir taraftan Rusya’nın etkinliğini sınırlamaya çalışırken aynı zamanda İran etrafındaki çemberi daraltmayı hedefliyor. Görüşmelerden, yol trafiklerinden anlaşılmaktadır ki, ABD’nin Türkiye’yi yanına çekme planına Erdoğan uyum göstermiş durumda. Erdoğan’ın tercihlerinin ABD’nin tercihleriyle birebir örtüşmediği bu süreçte, ABD ile birlikte çalışma zorunluluğuyla baş etmesi gerekecek. Erdoğan için işin kolay yanı ise dün başka, bugün başka, yarın bambaşka söylemlere kendisini ve eşrafını “inandırabilmesi”.
Arapsaçına dönüşmüş Suriye politikasının özeti şu oldu: Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 15 Ağustos 2011’de “Artık Suriye ile konuşulacak bir şey kalmamıştır” açıklamasını yapmış ve kasım ayında diplomatik ilişkiler resmen kesilmişti. Bu dönemin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ise 15 Aralık 2018’de “Beşar Esad ile birlikte çalışmayı düşünebiliriz” deme noktasına geldi (Ağa ile maraba fıkrası akıllara geliyor, bu durumlarda. Hani şu “gübre yeme” meselesi).
Herkesin birbirinin kuyruğunu kovaladığı Ortadoğu politikalarında Erdoğan için (ve hatta ittifakları için) bir de bu durumu iç politikaya tahvil etme koşturmacası var. Malum, yerel seçimler kapıda! Kapıda olan bir başka şey ise “Sarı Yelekliler”.
Erdoğan, yerel seçimleri kazanmak için MHP ile yapılan “koalisyonun” yeterli olmadığı görmüş olmalı ki, muhalefet partilerinin HDP ile işbirliği zeminlerini zayıflatmaya ve sokağı baskı altında tutmaya soyundu. Ve elbette planın önemli bir parçası da “Fırat’ın doğusuna müdahaleyi” seçim kazanmanın malzemesi haline getirmek. Yani bolca “vatan, millet, sakarya” edebiyatı görüntüsü altında her türlü provokasyona açık bir seçim dönemi yaşanacak/yaşatılacak.[3]
Ancak halkın “sarı yelek” giymesi ihtimalinin korkusu, üstelik “sessiz ve derinden” ilerleyen ekonomik kriz koşullarında, şimdiden tüm iktidar paydaşlarını sarmış durumda. Perdeyi BBP Genel Başkanı Destici açtı; “Hiç kimse Gezi ve benzeri bir eylemi aklından geçirmemeli. Sarı yeleklilere özenmemeli.” Arkasından Bahçeli “Sarı yelek giyen çıplak yatmayı göze almalı” diye höykürdü. Ve peşlerinden Erdoğan geldi; “Burası Paris, Hollanda değil. Gezi olaylarındaki gibi bir şeyler yapmaya tevessül edersen ….” Ne bu şiddet, bu celal! Ve aslında bu korku!
Normalde, iktidar paydaşlarından beklenmesi gereken sarı yeleklilerin birçok talebinin bu ülkede de geçerli olduğunu öngörerek “kısmi yumuşak önlemleri” almaya başlamalarıdır. Ancak açıktır ki, bunların ne fıtratında ne de alet çantalarında “şiddet araçlarından” başka kullanacak malzemeleri yok. Tıpkı benzerleri gibi.[4]
Kuşkusuz bu korkunun asıl nedeni, kendilerini bilmeleridir. Uyguladıkları ekonomik politikaların halka karşı, bir avuç azınlığın lehine olduğu tercihidir. Kullandıkları üslup halkı aşağılayan, birbirine düşmanlık üreten bir tarzdadır. Ve hepsinden önemlisi halkın temel taleplerini görmezden gelen, halkın yönetime katılmasını yok sayan benmerkezci yönetim anlayışıdır. Her an bir kıvılcım, kendilerini içine alacak bir yangın başlatabilir. Tam da bunun farkında oldukları (öngörüsünde bulundukları için) için Gezi dosyaları yeniden açılıyor, arka planda komplolar uyduruluyor ve tehditler savruluyor.
İsyanın Fransa’da, yani bir Avrupa ülkesinde başlaması ise tehlikeyi bir kat daha artırmakta. Tehlike “kelebek etkisi”nden[5] çok daha büyük. Ya bizimkiler de “Fransızca konuşmayı”[6] öğrenirlerse… (Oysa bizimkiler Gezi’de “az da olsa” öğrenmişti zaten).
Bu noktada egemenlerin halkın isyanını bastırmak için neler yapabilecekleri zaten biliniyor ve hatta görülüyor: Ya Macron gibi dayanılamaz noktaya geldiğinde talepleri kısmen kabul etmek ve zamana oynamak tercihini yapacaklar ya da Erdoğan gibi (bildiği tek şeyi) yani zor kullanarak bastırma tercihini.
Pekiyi bu sömürü ve zulüm düzenine karşı halkın “kendiliğinden” ayaklanmalarının başladığı bu çağda halkın devrimcileri neyi nasıl yapacaklar?
Kuşkusuz bu soruya yanıt aramak uzun ve kapsamlı değerlendirmeleri gerektiriyor ancak sınırlı da olsa belirgin başlıkların çıkarılması mümkün.
Gezi’de de Fransa’da da ortak olan en belirgin nokta; isyan hareketini, toplumda hâlihazırda örgütlü bulunan bir siyasi yapının -ki bu legal/illegal bir siyasi parti, sendika ya da herhangi bir demokratik kitle örgütü olabilirdi- baştan itibaren inisiyatif gösterip örgütlememiş oluşudur. Ayrıca hareket başladıktan sonra da bu siyasi yapılar isyana önderlik edememiş, bir başka ifade ile önderlik girişimleri kabul görmemiştir.[7] Bu arada not etmek gerekir ki CHP önderlik talebinde bile bulunmamıştır.
Sonuç itibariyle bir önceki dönemin siyasi/ekonomik/demokratik mücadele örgütleri bu tür isyan dönemlerinin “meşru” kabul edilen yapıları olmaktan büyük ölçüde çıkmaktadır. Bunun çok çeşitli nedenleri –yönetim anlayışı, örgütlerin zayıflığı, başarısız eylem pratikleri, bürokratik yöntemler, uzgörü yoksunluğu, v.s.) sıralanabilir.
Diğer yandan hareketin kendi önderliğini, kendi örgütlüğünü oluşturma, bir siyasal talep koyma konusunda ise ileri adımlar atılabilmiştir. Örneğin; Taksim Dayanışması, isyanın sürdüğü dönem boyunca (hatta bir süre devamı için de) meşru kabul edilen bir inisiyatif merkezi olabilmiş, forumlar uzun bir süre yeni bir model olarak varlığını sürdürebilmişti. Fransa’da böyle bir modelden ziyade öne çıkan özellik, taleplerin 30 bin kişiyle yapılan bir anket sonucunda oluşturulmuş olması.
Ancak açıktır ki, bu tür isyanlar (çok hızlı bir biçimde ve kelimenin gerçek anlamıyla devrimci bir tarzda) kendi örgütsel ağlarını oluşturamadıkları, siyasal iktidar hedeflerini gösteremedikleri, kendi liderlerini açığa çıkaramadıkları sürece ya saldırılar karşısında gerilemeye ya da kısmi başarılarla sönümlenmeye mahkûmlar.
Şimdiye kadar üretilmiş ve sürdürülmüş araçları yok saymadan ancak onların yetersizliği kabul ederek, hazırlıkların yapılması, hazır olunması gerekli. Kesin olan şey, bu sistem kendisini yok etme potansiyeline sahip isyanlar doğuracak. Sola düşen ise kehanette bulunmaktan öte; isyanların açığa çıkması için kolaylaştırıcılığı, ihtiyaç duyulan meşruluğa yanıt üretecek örgütsel birliktelik modellerini ve elbette siyaset yapmak için gerekli her türlü aracı geliştirmek.
Dipnotlar:
[1] Clausewitz’in ünlü eseri Savaş Üzerine’den. Savaş Üzerine, kendi alanında yazılmış önemli eserlerden biridir. Bolşevik Devrimi’nde Lenin’in ondan ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok” diyerek ifade etmişti. Devrimciler açısından ise siyasetin şiddet araçlarıyla yapılması bir tercih değil, siyaset yapmanın diğer yolları tıkandığından bir zorunluluktur. Çünkü diktatörlük, kendi koyduğu sınırlar içerisinde kendisini yıkacak mücadeleyi her zaman zor kullanarak engeller.
[2] 100 Rojava peşmergesi 16 Aralık’ta ABD güçleriyle koordineli bir şekilde Suriye’ye gitti. Böylece Barzanici Kürtlerin sınırda bir tampon bölge oluşturması için ilk adım atılmış oldu.
[3] Şimdiden “ufak” operasyonların haberleri yayılmaya başladı: Yerel seçimlerde oy kullanmaları için yaklaşık 3 bin asker ve polis kaydının Şırnak merkeze alındığı iddia edildi. Beytüşşebap ilçesinde de benzer iddialar var.
[4] Örneğin Erdoğan’ın hiç sevmediği ama benzeri olan Mısır’daki Sisi, sarı yeleklerin piyasada satışını yasakladı.
[5] Kelebek etkisi; bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir.
[6] Marx ve Engels’in, proletaryanın ayaklanma taktiğine, Fransızların ihtilalcı atılım ve geleneklerinden esinlenerek Fransızca konuşma adını koyduğunu Erdoğan biliyor mudur?
[7] Hatırlanacak bir örnek; Gezi isyanı sürerken DİSK’in “halk grevi” çağrısı rağbet görmemişti.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.