Herkesten canına kastedildiğinde o saldırıyı def etmesi beklenir. Peki ya kadınlardan beklenen nedir, ölmeleri mi?
Herkesten canına kastedildiğinde o saldırıyı def etmesi beklenir. Peki ya kadınlardan beklenen nedir, ölmeleri mi?
Yıllarca erkek şiddetine kadın cinayetleri yönünden bakıldı ancak bir de sistematik şiddetten hayatına sahip çıkarak kurtulabilen kadınlar vardı. İstanbul Feminist Kolektif 2015 senesinin başlarında hayatta kalabilmek için öldürmek zorunda kalan kadınları anlattığı bir rapor yayımlamaya başlayarak erkek şiddeti olgusunun başka bir yönüne dikkat çekmişti. “Kadınlar hayatların sahip çıkıyor” adını taşıyan raporda, erkek şiddetinden sağ çıkabilmek için öldürmek zorunda kalan kadınların yaşadıkları ve yargılama süreçleri anlatılmıştı. Böylelikle herkesin gündemine başka gerçeklik daha girmiş oldu.
Peki, Nevin Yıldırım ile görünür olan erkek şiddetine meşru müdafaa davalarında neler oluyor, neler yaşanıyordu?
Ağırlıklı olarak feminist avukatların takip ettiği davaları izlemek için duruşmalara çok sayıda feminist ve kadın hareketinden kadınlar katılıyordu. Mahkeme heyetlerinin bu tip yargılamalarda kalabalık avukat ve izleyici takibine alışkın olmadığını, bu durumu tuhaf karşıladığını, bu nedenle zaman zaman gerginlik de yaşandığını söyleyebiliriz. Yeterince sandalyesi bulunmayan bazı mahkeme salonlarında çoğu zaman polis ya da jandarmanın az sayıdaki koltuğu işgal ettiğine, bu nedenle kadınların ve gazetecilerin salonlara alınmadığına da tanık olduk. Ancak gerektiğinde yerlere oturarak, izlemekte ısrarcı da oldu kadınlar.
Bu davaların izlenmesi, geniş kitlelerce duyulması bakımından çok önemliydi. Geniş kitlelerce duyulmalıydı çünkü bu kadınlar bitmek bilmeyen erkek şiddetinin içinden sağ kalarak çıkmayı başarabilenlerdi de aynı zamanda. Aksi halde zaten adına kadın cinayeti dediğimiz şey olacaktı ve erkek şiddetinde meşru müdafaa davalarında karşımıza sanık olarak çıkarılan kadınlar bugün mezarda olacaklardı. Kadınlar bakımından çok olumsuz sonuçları olan, daha ziyade erkeklerin korunup kollandığı ve bu yönden kararların tesis edildiği ceza yargılamaları boyunca bizler feminist avukatlar olarak bunu anlattık ve daha da anlatmaya çalışıyoruz.
Yasemin Çakal, 2 yıla yakın evli kaldığı kocasının sistematik şiddetine maruz kalan bir kadın. Erkek şiddetini tüm boyutlarıyla deneyimlemiş ve kendi ailesi de, erkeğin ailesi de bu şiddetin farkında. Ancak kadının şiddete katlanmasını, ses çıkarmamasını, evliliğini bozmamasını telkin edip, bozması halinde kadına hiç de iyi davranmayacaklarını açıkça belirtiyorlar.
Kadın şiddete maruz kaldığı zamanlardan birinde Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) sığınağına başvuruyor, ancak adresleri gizli tutulan, kimse tarafından bilinmeyen sığınağa, tanıdık bir polis eşliğinde abi ve koca ile gidilip, Yasemin ve çocuğu oradan alınıyor ve eve götürülüyor. Sonrasında elbette şiddet kaldığı yerden ve daha da artarak devam ediyor. Ve şiddetin artık kadını öldürmesi muhtemel anlarından birinde, kadın boynuna onu öldürmek için bağlanmış kemerden kurtulmak için can havliyle eline geçirdiği bir kahvaltı bıçağını saplıyor ve kendisine yönelik saldırıyı defediyor. Saldırgan koca ise ölüyor.
Ağır ceza mahkemesinde başlayan yargılamada ise heyetin acelesi olacak ki tanık dinlemeden, delilleri toplamadan 2.celse karara çıkartma amacıyla mütalaa için savcıya gönderiliyor. Ancak feministlerin dahil olması ile yargılamanın seyri değişiyor ve 3.celsede muhtemelen ceza hükmünün tesis edileceği dosya 10 küsür celse sürüyor ve yargılamanın daha başındaki mütalaasında tek kelime değişiklik yapmayan duruşma savcısının aynı yöndeki mütalaasına rağmen oy çokluğu ile TCK madde 27/2’den hüküm kuruluyor. (Madde 27/2 Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez.)
Esasında TCK madde 25/1 hükmüne tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesin suretle uyan söz konusu olay sebebiyle 27/2 ‘ye göre hüküm kurmanın da tartışılacak pek çok yönü var. Oy çokluğu ile açıklanan bu hükümde bir üyenin meşru savunmaya ikna olmadığı, bu yönde karar vermediği görülmekle, ölümüne şiddete maruz kalan kadından ne yapmasını beklediği konusu oldukça muğlak.
Ceza yargılaması yapan bir yargıcın, hele ki bu yargılama bir erkek şiddeti vakasını da içeriyorsa, meseleye kadın açısından bakmasını beklemek en adil olandır. Şiddetin faili olan yaşıyor olsun ya da olmasın, egemenlik kurma saikiyle kendisinden zayıf gördüğü kişiyi sömürmekte, o kişiye zor kullanmakta ve işkence etmektedir. Neticenin bir kadın cinayeti olacağı ihtimali de yüksek olduğundan oradan sağ çıkmayı başarabilen kadının hangi koşullarda sağ çıkabildiği, o vakte kadar da ne yaşadığını ve nasıl yaşadığını düşünebilmek yargıç açısından zor olmamalıdır.
Başka bir meşru müdafaa davasında ise bu kez Namme Öztürk sanık olarak karşımıza çıkarılıyor. Namme Öztürk 8 yıl evli kaldığı ve olaydan birkaç ay önce ailesinden geleneksel kaygılarla gizleyerek boşandığı eski kocası tarafından hem evlilik birliği içerisinde hem de evlilik sonrası sistematik işkenceye maruz bırakılıyor.
Öyle bir işkence ki, kadın şimdiye kadar nasıl sağ kalabilmiş diye sormamak mümkün değil. Aslında yargılamalar boyunca bizler bu durumu heyetlere anlatmaya, onların kadınların nasıl hayatlar sürdüğünü anlamalarını sağlamaya çalışıyoruz. Kaldı ki tüm bunlar salt birer anlatı değil. Ceza yargılamasının olmazsa olmazlarından tanık beyanları, darp raporları ve ek olarak bilimsel raporlarla meseleyi önlerine seriyoruz.
Örneğin bu dava dosyasına giren bilimsel raporda kadının nasıl bir işkenceye uğradığı açık, net ve şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortada. Bitmek bilmeyen bir erkek şiddeti kadının hayatının tüm alanlarına yayılmış, darp raporları da alınmış –ki çoğu zaman kadınların rapor alamadığını, hastane süreçlerinin başlatılamadığını, erkeklerin buna müsaade etmediklerini ya da kadınların zaten korktukları için bu süreci başlatamadıklarını da biliyoruz- ,çoğu şey insanların gözleri önünde gerçekleşmiş, tüm komşular ve hatta aileler kadının neye maruz kaldığına anbean tanıklık etmiş, şiddet iki çocuğun gözleri önünde gerçekleşmiş ve olay anına ilişkin de tanık beyanları var.
Ek olarak kadın hayatının iki farklı zamanında şiddet gördüğü için polisi aramış ancak polis birinde “kocanla bir de biz konuşalım”, diğerinde ise “hamile olduğun için kocanın isteklerini yerine getiremiyorsun, ondan öfkeleniyor. Olur böyle şeyler” demiş.
Yinelemekte fayda var. Tüm bunlar herkesin gözleri önünde gerçekleşiyor, kadın şiddetten korunmadığı gibi şiddeti önlemekle ve kadını korumakla görevli sorumlu kolluk, kurum ve kuruluşlar görevlerini yapmıyor, hatta kadını şiddet sarmalının içine yeniden itiyor, kadın aynı işkencelere artan, sıklaşan bir seyirle maruz kalıyor ancak bugün sanık sandalyesinde karşımıza çıkarılan kişi yine aynı kadın.
Namme Öztürk davasında pek de alışık olmadığımız türden bir mütalaa ile karşılaşıyoruz fakat. Söz konusu mütalaa direkt TCK 25’e göre hüküm kurulmasını, Namme’nin sistematik bir şiddete maruz kaldığını, sürekli yinelenen bu şiddetin tanık beyanları, Namme’nin karakol aşamasından itibaren anlatımları, dosya kapsamı ve adli tıp ana bilim dalınca hazırlanan bilimsel raporla da sabit olduğunu, raporda ifade edilen fiziksel ve psikolojik şiddetin de göz önünde bulundurulduğunda Namme’nin fiilinin “MEŞRU MÜDAFAA’” kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Ancak meşru müdafaa fiilini kadınlar söz konusu olduğunda pek de gündemine almayan heyet, oy çokluğu ve kadın üyenin meşru müdafaa yönünden muhalefet şerhi ile Namme’ye ceza veriyordu.
Bizler savunmaları yaparken de, meşru müdafaanın geniş yorumlanması gerektiğinin de altını çiziyoruz. Bu şu anlama geliyor; Kadınların yaşadıkları şey olay anına odaklanarak anlaşılamaz ve bu biçimi ile adalet tesis edilemez. Adil bir yargılama yapılmak isteniyor ise bu kadınların bu erkeklerle geçirdikleri tüm hayatları, kadın politikaları, kadına yönelik şiddet vakaları ve erkek ile kadının toplum içerisindeki durumları birlikte düşünülmek zorundadır.
Yalnızca olay anına odaklanmak, kadınların olaydan önceki zamanlarda yaşadıkları şiddeti görmezden gelmek, yardım aradıklarında karşılaştıkları sorunları yok saymak, korkup yardım arayamadıklarında devam eden şiddeti de onaylamaktır ki yargının da kadına yönelik şiddete icazet vermediğini söylemek oldukça güç bu haliyle.
Yakın bir tarihe kadar evlilik birliği içerisindeki tecavüzü dahi tecavüz olarak değil “hizmet” olarak gören yargı, bunu kadınların mücadelesi ile tecavüz olarak adlandırmaya başladı. Savunma yaparken de anlatmaya çalıştığımız şey, kadınların ellerinde silahla ve zevkle ‘adam’ öldürmek için beklemedikleri. Kadınlar hukuk fakültesinde bizim adlandırdığımız biçimiyle de “normal, mantıklı ve ortalama bir insan” gibi canlarına kasteden bir fiili meşru savunma yolu ile defetmeye çalışmaktadırlar.
Herkesten canına kastedildiğinde o saldırıyı defetmesi beklenir. Peki ya kadınlardan beklenen nedir, ölmeleri mi? İlk derece mahkemeleri oluşturdukları gerekçelerde de saldırının nasıl defedilmesi gerektiğini izah edemiyor, meşru müdafaayı ya da kasten öldürmeyi akla ve mantığa uygun bir biçimde tanımlayamıyorlar. Ancak kadınlara her koşulda ceza vermeyi uygun görüyorlar.
Şunu da yeniden izah etmek gerekir ki, meşru müdafaa geniş yorumlandığında olay anı ile sınırlı bir açıklama yapmamak gerekiyor. Süreklilik arz eden erkek şiddeti vakalarında çoğu zaman da kadınlar erkeğin en zayıf anını yakalamak durumunda kalıyorlar. Kadının hayatını işkence ve şiddetle geçirmesinin nedeni olan erkek eve sarhoş geldiğinde, uyuduğunda ya da başka bir zayıf anda kadın tarafından etkisiz hale getirilebiliyor.
Her türlü somut koşulların kadın aleyhine işlediği ve yukarıda biraz izah etmeye çalıştığım gibi kadınları korumakla ve şiddeti önlemekle yükümlü idarenin ve yargının çalıştırılmadığı şu halde ‘normal, mantıklı ve ortalama’ bir kadından elbette TCK 25 lafzı ile de anlatıldığı gibi ‘gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı’ defetmesi beklenir. Pekiyi bu denli kadına yönelik erkek şiddeti söz konusu iken, somut olaylar, vakalar ve anlatımlar ve ailelerin kadınları o şiddetin içine bile isteye yeniden göndermesi de önümüzde duruyor iken neden ilk derece mahkemeleri meşru müdafaa konusunda cimri davranıyorlar?
TCK 25 boşuna mı var? Sebebi aslında açık. Yargı da erkek egemen bir yargı ve kadınların hayatlarına yönelmiş bir şiddete itiraz etmeleri, o şiddeti durdurmaları ve ceza almamaları bundan sonra bir erkeğin bir kadına herhangi bir türden şiddet uygulamasının önünde ciddi bir engel oluşturacaktır. Kadın, erkek tarafından zapturapt altına alınamayacak, yönetilemeyecek ve kendi yaşamına sahip çıkıp kendi ayaklarının üzerinden duracaktır.
Tüm kadın düşmanı devlet politikalarını düşündüğümüzde aslında erkek şiddetinde meşru müdafaa davalarında neden şiddetin faili erkeklerin kollandığını, neden dosyaya delil girmesine engel olunduğunu ya da o delil girse dahi dikkate alınmadan karar tesis edildiğini, meşru müdafaanın gündeme getirilmeyip kadınlara cezalar verildiği daha iyi anlayabiliyoruz.
Meşru müdafaa denilen şeyin esasında tam da kadınların erkek şiddetiyle dolu hayatlarını düşündüğümüzde gündemimizde olması gerekirken bu madde hükmü maalesef açıkça ‘yok’ sayılıyor. Ve kadınlara ya ölüm ya da hapishane deniliyor.
http://sendika63.org/2018/11/yazi-dizisi-feminist-avukatlar-anlatiyor-517623/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.