Mücadelenin en geniş toplumsal muhalefet bileşenleri ile örgütlenmesine çabalamak “emeği omuz omuza savunmak”, aralık ayı içinde tüm Türkiye’de ortak bir programla hareket etmek önemlidir
Mücadelenin en geniş toplumsal muhalefet bileşenleri ile örgütlenmesine çabalamak “emeği omuz omuza savunmak”, aralık ayı içinde tüm Türkiye’de ortak bir programla hareket etmek önemlidir
Suriye fotoğrafı, büyük fotoğrafın yanında gölgede kalacak. Anlaşılmaktadır ki iki yıl (!) hazırlığının sonunda büyük oyuncu ABD, Ortadoğu’daki icraatlarına hız veriyor. Plan iki eksen üzerinden uygulanıyor. Birincisi; İran’ın zaman içinde neredeyse tüm bölgeyi (Irak, Yemen, Suriye, Lübnan, Filistin…) içine alan operasyonel gücünü ve nüfuz alanı genişletmesini engellemek. Nükleer anlaşmanın tek taraflı iptal edilip uygulamaya konulan ambargonun asıl amacı İran’ın ekonomik krize girmesi ve bu krizin siyasi, toplumsal krizleri de tetiklemesi. Böylece bölgeye uzanan kollarının da askeri ve finansal olarak kesilmesi. Bu operasyonun yerel tetikçiliği Suudi Arabistan’a verilmiş durumda. Suudiler, Yemen’deki Şii Husilerin ağırlıkta olduğu silahlı muhalefeti bastırmak ve ambargo sonucunda yükselecek olan petrol fiyatlarını dengelemekle de yükümlüler. Veliahdın giriştiği diğer operasyonlar da işin bonusu.
İkinci eksen; İsrail’in pozisyonunu güçlendirirken, yayılmasını genişletmek. İsrail operasyonunun tetikçiliği başta Mısır olmak üzere Katar, Umman gibi aktörlere paylaştırılmış durumda. Kritik nokta, neredeyse yıllardır Arapların üzerinde ortaklaşabildiği tek konu olan Filistin sorununu, ortak bir dava olmaktan çıkarmak. “yüzyılın anlaşması” olarak sunulan bu süreçte epey de yol kat edildi. Mısır ve Ürdün’ün yanı sıra devreye Katar ve Suudi Arabistan bile sokuldu. Hatta ekim ayının sonunda İsrail Başbakanı Netanyahu, Umman’a sürpriz(!) bir ziyaret bile yaptı.
Ancak Trump’ın acemiliğinden mi, yoksa bölge güçlerinin “işi” öğrenmesinden mi bilinmez, işler hiç de planlandığı gibi gitmiyor. Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman işi eline yüzüne bulaştırdı. (Bu noktada Tayyip Erdoğan’ın da hakkını teslim etmek gerek.) İsrail ise Gazze’de hiç de beklemediği bir tokat yedi.
İsrail, 11 Kasım gecesi Gazze’de özel bir operasyon yapıp İsrail özel kuvvetleri, 11 Kasım gecesi Gazze’ye sızarak bir Hamas komutanını infaz etmeye çalıştı, ancak deşifre oldu ve bölgede sıkıştı. Çıkan çatışmada bir İsrailli asker ölürken, diğerlerinin tahliyesi için Gazze’ye düzenlenen hava saldırısında Hamas komutanının da aralarında bulunduğu 7 Filistinli katledildi. Ancak hemen ertesi gün Filistinli direniş gruplarının oluşturduğu “Ortak Operasyon Odası” misillemelere başladı. İsrail işgali altındaki topraklara yaklaşık 400 roket atıldı. İsrail’in “Demir Kubbe” adını verdiği savunma sistemi etkisiz kaldı. Ve toplamda, bir yarbay ile sivilin öldüğü, 50’yi aşkın yaralının olduğu bir darbe aldı İsrail. İkinci gün ateşkes kabul edildi. Ateşkesi beğenmeyen hükümet ortaklarından Savunma Bakanı istifa etti. Erken seçimin kıyısından dönüldü (şimdilik).
Tüm bu fotoğraf içinde Erdoğan (ne yazık ki!) başrollerde yok. Filistin konusunda bile arabuluculuğu Mısır’a yaptırdılar. Pozisyon alma Suriye ile sınırlı. Ancak Suriye, ABD’nin öncelikleri arasında değil. Orada durumun bu haliyle kalmasından yana. Erdoğan’ın hayali, ülkenin kuzeyinde Şam’a düşman “Kuzey Suriye Türk-Arap Cumhuriyeti” gibi bir devletin kurulması olsa da, Rusya ve Şam’ın adım adım ilerleyişi karşısında verili durumu koruma konusunda ABD ile aynı tarafta. Tek pürüz Kürtlerin pozisyonu.
Bu dönemin en fark yaratan gelişmesi Erdoğan ile ABD’nin giderek artan yakınlaşması. Sürecin ciddiyeti artık Erdoğan’ın (ikili, üçlü, beşli) ilerleyemeyeceğini kavramasına yol açmış görünüyor. Rahip Brunson’ın salıverilmesi ile görünür olan süreç, yaptırımların kaldırılması, üç PKK liderinin başına ödül konması ve Suriye’de Münbiç bölgesinde ortak devriyelere çıkılması şeklinde ilerledi. Şimdi ise S-400 alımından vazgeçilerek yerine Patriot anlaşmasının yapılacağı söylemine dek gelindi.[1] Kuşkusuz ABD angajmanı, Rusya ile şimdiye dek girilen ilişkiler göz önüne alındığında ne çok kolay ne çok hızlı olacaktır.
Sorun, sadece bu mevzide de yaşanmıyor. AB ile bu ay içerisinde katılım sürecinin yanı sıra, ekonomi, ticaret, mali işbirliği, enerji, gümrük birliği, güvenlik, terörle mücadele, göç ve vize serbestisi gibi konular Ankara’da görüşülecek. Tam da bu görüşme öncesi AİHM iki yıldır beklettiği Selahattin Demirtaş kararını açıkladı. Hukuksuzluk “tescillendi”. AB’nin hukuka düşkünlüğünden mi, yoksa zamanlamaya düşkünlüğünden mi; ayrı mesele. Avrupa bir yana Demirtaş’a verilecek kamuoyu desteği demokrasinin bir koşulu iken aynı zamanda Demirtaş’ın dışarıda olacak olması seçim sürecine etkisi bakımından da önemli.
Dışarıda ABD’ye çark etmek zorunda kalan ve Avrupa’nın kıskacına alınan Erdoğan, içeride ise MHP’ye muhtaç. İkisi de birbirinin kuyruğundan tutmuş durumdalar. Bir taraftan pazarlık sürerken diğer taraftan birbirinin tekerine çomak dürtüyorlar.
Hatırlanacağı gibi yerel yönetim paylaşımında (kuşkusuz başka talepler de vardır) anlaşamayınca ortaklık sözde bozulmuştu. Ancak birbirlerine mahkum oldukları için ellerindeki kozları ortaya sürmeye başladılar. MHP, Danıştay’dan “andımız” kararını çıkarıverdi. Erdoğan, “Türkçülük yapmak hakkın değildir. Çünkü bunlar bölücülüktür” diye yüklendi. MHP, hız kesmedi; Meclis’te “emeklilikte yaşa takılanlar” yasasında tavır değiştirdi, Melih Gökçek’i piyasaya sürdü. Karşı hamle Alaattin Çakıcı’nın adamlarına operasyon oldu. Yanıt gecikmedi; Danıştay, Atatürk’ün “ölümsüz önder” olduğunu vurgulayarak Devlet Nişanları’na geri konulması gerektiğine hükmetti (Anlaşılan Danıştay içinde çöreklenmiş bir ekip var). Ve mutlu son: Bir ay önce “Herkes kendi yoluna” diyen Erdoğan, seçim ittifakını görüşmek üzere Bahçeli’ye randevu verdi.[2] Anlaşılmaktadır ki, yerel seçimler çantada keklik değil, hele Erdoğan için kritik olan büyükşehirler.
Muhalefet cephesinde ise merkezinde CHP’nin olduğu arayışlar mevcut. İyi Parti ile açıktan, heyetler arası görüşmelere başladı ancak şimdilik bir sonuç üretilemedi. HDP ile ise ürkek, çekingen “yoklamalar” mevcut. Kemal Kılıçdaroğlu-Ahmet Türk görüşmesi basına yansıyan tek görüşme. CHP’den içeriğe dair hiçbir açıklama gelmese de (Erdoğan korkusu elbette), Türk’ün açıklamaları önemli: “İttifakın çok verimli olmayacağı iki tarafça da biliniyor ama bazı yerlerde dayanışmayı göstermek gerekiyor. Özellikle Adana, Mersin, Hatay, Antalya, İstanbul ve Ankara gibi yerlerde ortak adaylar üzerinde bazı girişimler yapılabileceğini söyledik.” Bu koşullarda en makul ilişki biçimi, yani her iki tarafın desteğini alabilecek (ancak belirli prensipleri kabul eden ve programa dair asgari bağlayıcılığı olan) adayların belirlenmesidir.
Ancak CHP’nin ders aldığını düşünmek ya da değiştiğini varsaymak ham hayaldir. En yakın kanıt Hopa’da yaşanıyor. Bir önceki seçimi kaybetmenin tek sorumlusu olmasına rağmen hâlâ solla birlikte ortaklaşmamak için hinlikler peşinde. Koltuk sevdalılarının doluştuğu, her koşulda kendisine mahkum olunduğunu varsayan bir örgüt ancak zorunlu kaldığında “yola gelebilir”.
AKP belediyelerinin sadece kendilerine oy verenlere ayrıcalık yarattığı, kendi seçmenlerinin bölgelerine çok daha özel ilgi gösterdiği, ele geçirdiği her yeri betonkent haline soktuğu, yolsuzlukların alenen sürdüğü, hiçbir denetim mekanizmasının işletilmediği, bırakın demokratik işleyişi yönetime “katılım”ın bile anılmadığı bir yerel yönetimler üzerine solun söyleyeceği, müdahale edeceği çok şey var elbette. Tek tek sol örgütlerin genel bir yaptırım gücü olan pozisyonda olmaması elbette dezavantaj ancak asgari prensiplerde ortaklaşarak sürece müdahale etmenin birçok yolu bulunabilir.[3]
Açıktır ki AKP iktidarı sadece kendisine muhalif örgütlerin değil, aynı zamanda muhalefet potansiyel taşıyan her bireyin yaşam hakkını elinden almaya çalışıyor. Sözde KHK’ye dayanan keyfilikle hekimler, sırasıyla mühendisler ve elbette geriye kalan kim varsa her “potansiyel muhalif” ölüme mahkum edilebilir. Çalışma hakkı, yaşam hakkı için bile tek bir yol var; direnmek.
Bu sistemde, kadınlar ise hayatın her zerresinde direnmek zorunda, üstelik sadece kadın oldukları için. 25 Kasım’da kadınlar hayatları ve hakları için, “Şiddetin, eşitsizliğin, yoksulluğun gölgesinde yaşatılmaya hayır” demek için, erkek- devlet şiddetine, erkek egemenliğine güç veren ve ondan güç alan bir diktatörlüğe karşı sokaklara çıkarak tüm kadınlara güç verecektir. Ve tüm topluma bir kez daha bu topraklardaki kadın özgürlük mücadelesi birikimini gösterecek, faşizmin karşısında suskun, çaresiz ve yalnız olmamaya, “birlikte güçlü” olmaya bir çağrı niteliği taşıyacaktır.
İktidarın “enflasyonla topyekûn mücadele” söylemi, enflasyon düşüyor “algı operasyonu” resmi rakamlarla bile boşa çıktı. Temmuz ayında yılsonu için yüzde 13,4’lük enflasyon öngören Merkez Bankası tahminini yüzde 23,5’e çıkardı. İktidarın Yeni Ekonomi Programı’nda öngörüsü yüzde 20,8 idi. Yine Merkez Bankası gıda fiyat enflasyonu tahmini 2018 için yüzde 13’ten yüzde 29,5’e yükseltti. Tüm bunlara elektrik, doğalgaz ve su gibi temel hizmetlere yapılan ve etkisini kış ayları ile birlikte giderek büyüyerek gösterecek olan zamlar ekleniyor.
Emekçiler krizin somut etkisini maaşlarındaki erime ve aynı anda hayat pahalılığı, yoksullaşma olarak yaşıyor. “Aynı gemideyiz” tekerlemesi eşliğinde “fedakârlık” çağrıları yapan iktidar-patronlar şebekesinin karşısında tüm emekçilerin yani asıl aynı gemide olanların ortak gündemini somut bir mücadele programına çevirmenin zamanıdır.
Özellikle tüm ücretleri belirleyen bir parametre olarak asgari ücret zammının tartışılmaya başlayacağı önümüzdeki günlerde, yüksek enflasyon ve TL’de yaşanan değer kaybı nedeniyle maaşlardaki erimeyi ve döviz fiyatlarında yaşanan yüzde 20’lik geri çekilmeye rağmen temel hizmetlerde yapılan zamların korunmasını hedefine koyan, “Tüm maaşlara en az enflasyon oranında artış, tüm temel hizmetlerde indirim” talebini yaygınlaştıran ve somut eylemlerini üreten bir çizgi, emekçilere doğrudan temas edecek araçlarla üretilmelidir.[4] Bu mücadelenin en geniş toplumsal muhalefet bileşenleri ile örgütlenmesine çabalamak “emeği omuz omuza savunmak”, aralık ayı içinde tüm Türkiye’de ortak bir programla hareket etmek önemlidir. Ancak zaman kısa; emekçiler açısından can yakan bu acil gündemi örgütlemek için devrimcilerin zamana yaymak gibi bir şansı yoktur. Yolu göstermek için ilerlemek gerekir.
Dipnotlar:
[1] ABD Kongresi’nde temaslarda bulunan AKP’li TBMM Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Volkan Bozkır, “Türkiye açısından S-400’lerden dönüş yok mu?” sorusunu “Anlaşması imzalandı, ama Patriot devreye girebilecekse bakarız” diye yanıtladı. Rus basınında ise konu şu şekilde yer bile aldı: “Hatırlanacağı gibi Erdoğan iktidarı Rusya ile S-400’ler için anlaşmış ve kaparo da ödemişti. İlk parti teslimatının da bir yıl içinde yapılması bekleniyordu. Sözleşmenin iptali durumunda ceza ödemesi de gündeme gelecek. Ama Nezavisimaya Gazeta’nın görüştüğü askeri uzman, Albay Şamil Gareyev’e göre bu ceza ödemesini [ABD ile] diğer askeri teknik alışverişler ve jeopolitik projeler yoluyla telafi edebilir.”
[2] İlginç olabilecek bir not; HSYK, mazeret kararnamesi ile 143 hakim ve savcının görev yerini değiştirdi.
[3] “Müteahhitten belediye başkanı olmaz” demek bile bir başlangıçtır, sürece müdahil olmak için.
[4] Yılbaşında maaş ve ücretlere, yüzde 8,7 olarak belirlenen enflasyon tahmini baz alınarak zam yapılmıştı. Ancak enflasyonun yılın sonunda yüzde 30’lara çıkması çok muhtemel.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.