2015’ten bu yana Suriyeli kadınlarla birlikteyiz. 2015’teki ilk buluşmamızda bize sorulan ilk soru “bizi neden sevmiyorsunuz” olmuştu.
2015’ten bu yana Suriyeli kadınlarla birlikteyiz. 2015’teki ilk buluşmamızda bize sorulan ilk soru “bizi neden sevmiyorsunuz” olmuştu. Suriyeli kadınlar bu soruyu artık daha çok soruyorlar
Son 5 yıldır Türkiye’de üzerine en çok konuşulan toplumsal mesele göç olsa gerek. Ama maalesef bu demek değil ki temel insan hakları bağlamında ve bütünlüklü konuşulmakta. Aksine çoğunlukla insan hakları bağlamından uzak ve ayrımcılık üretecek biçimde ele alınıyor.
Öncelikle şunu belirtelim: Türkiye’de sadece Suriyeli mülteciler bulunmuyor. Kesin bir rakam olmamakla birlikte yaklaşık 85 farklı ülkeden insanlar ya başka ülkelere geçmek ya da yerleşmek üzere Türkiye’ye geliyor. Yakın geçmişe bakarsak, özellikle 90’lı yıllardan bu yana hareketlilik hem ülke sayısı hem de göçen sayısı bakımından giderek artıyor.
Yanılgılara yol açan bir diğer söylem, sanki göçün sadece Türkiye’ye özgü bir durummuş gibi konuşulması. Halbuki göç bir dünya gerçeği. 2017 rakamlarına göre 258 milyon sınır aşan göçmen bulunuyor. Temel nedenleri savaş, şiddet, ekolojik kriz ve yoksulluk. Altını çizmek lazım gelen durum ise bu nedenlerin hiçbirini göçenlerin kendisinin yaratmıyor olması.
Türkiye’nin 2014 itibariyle dünyada en büyük mülteci nüfusunu barındırmakta olduğu doğru; üstlendiği yük, mülteci sayısı binli rakamlarda seyreden Avrupa ülkeleri ile kıyaslanamaz elbet. Ancak nüfusları dikkate alındığında Ürdün ve Lübnan çok daha büyük bir yük üstlenmiş görünüyor. 6 milyon nüfuslu Lübnan’ın barındırdığı Suriyeli Mülteci sayısı bir milyonu çoktan geçti. Üstelik Suriye’den göç akını henüz başlamamışken Lübnan nüfusunun yüzde 10’dan fazlasını Filistinli mülteciler oluşturuyordu. Yani gayri safi yurt içi hasıla bazında Türkiye’nin 14 ülke gerisinde olan Lübnan’da nüfusun dörtte biri mülteci. Aynı şekilde, 9 milyon 700 bin nüfusu olan Ürdün’de 1 milyon 400 bin Suriyeli mülteci bulunurken, kayıtlı 2 milyondan fazla Filistinli mülteci ile birlikte toplam mülteci nüfusu ülkenin yüzde 35’ini oluşturuyor. Türkiye’de bulunan kayıtlı 3 milyon 580 bin Suriyeli mülteci ise nüfusun yüzde 4 buçuğuna denk düşüyor.
Mülteci meselesinin gündelik kavramlarla ele alındığı bir ülkede ulusal ve uluslararası mülteci hukukundan bahsetmenin bir anlamı yok.
Bu yazı, göçün nedenleri, mülteci rakamları ile ilgili değil; hak temelli anlayışın yerleşik olmamasının yansımaları üzerine. Ama elbette bunlar gözden ırak tutuldukça ayrımcılık ve nefret söyleminin de arttığına tanık oluyoruz. Nefret söylemi yabancı düşmanlığının hem nedeni hem sonucu ve elbette ki sadece bir parçası. İç içe geçmiş tarihsel, toplumsal ve ekonomik pek çok boyutu var. Ancak konuya hukuk üzerinden bakmak bir ön koşul. Hak temelli bilincin bu denli zayıf olduğu ve ısrarla desteklenmediği bir ülkede, ulusal ve uluslararası mülteci hukukundan bahsetmenin de bir anlamı yok. Dolayısıyla hemen altını çizmekte fayda var: Hangi nedenle göçmüş olursa olsun tüm göçmen ve mülteciler temel insan haklarından yararlanmalıdır. Meseleye salt hayırseverlik, cömertlik, misafirlik gibi kavramlar üzerinden yaklaşmak insan hakları hukukunu devre dışı bırakır.
Hayırseverlik, insani yardım alanının asla vazgeçemeyeceği bir kavram olabilir; ancak meseleye sadece bunun üzerinden yaklaşmak hiç sürdürülebilir değildir. Üstelik bu zihniyet hak temelli yaklaşımın önüne geçer; çünkü bu hayırseverlik, yardım, sadaka gibi kavramlar popüler kabule daha açıktır. Ayrıca hayırseverlik, standardı olan bir durum değildir; çerçevesi ve koşulları hayır sahibinin “insafına” kalmıştır ve hiyerarşiktir. Desteğe ihtiyaç duyan topluluğun incinmesine, yardımı bir ayrımcılık biçimi olarak hissetmesine yol açar ve öz güçlenmesini engeller.
İlk bakışta sıcaklık içeren “misafir” sözcüğü ise “ev sahibi” topluluğu hak temelli yaklaşımdan uzaklaştırır. Kendini «misafir» hisseden biri «ev sahibi» ile eşit ilişki kuramaz, duygudaşlık yapamaz. Kişiler bulunduğu yerde kök salma umudu besleyemez. Köksüzlük, köklerinden koparılmak asıl travmayı oluşturur. Bu travma üzerine sosyal uyum inşa etmek zordur. Kişiler kendilerini geçici hisseder ve bulunduğu ülkenin toplumsal işleyişi, kuralları ve yasalarına karşı sorumluluk bilinciyle değil korkuyla yaklaşır. Zaten misafirlik uzayınca ayrımcılık da artar.
Öte yandan, sürekli yardımla yaşamak hangi kültürden gelirse gelsin insanın üretkenliğini kaybettirir. Bilhassa da yaşadığı yerde kendini güvende hissetmeyen insanların kolay olana alışmayacağını varsaymak, sosyolojik öngörü eksikliği ile açıklanabilir.
Türkiye’de Suriyeli mültecilerin varlığını uluslararası mülteci ve insan hakları hukuku çerçevesinde ele alan hak temelli anlayışın ağır basması tüm sorunları çözer demiyoruz elbette. Zira durum hukuk bilmemenin ötesinde sosyolojik bir mesele. Benzer de olsa bir başka kültürden gelen 3 buçuk milyon insanın bu kadar çok sorunu olan bir ülkeye “uyumu” kolay değil. Ancak işe dili ve yaklaşımı düzeltmekle başlamak gerektiği çok açık.
Denebilir ki Suriye’den kitlesel göçün sekizinci yılında bunları konuşmak için geç. Ancak KADAV olarak sahadaki gözlemlerimiz ve mülteci kadınlarla doğrudan temaslarımız bize hiç de geç olmadığını gösteriyor. 2015’ten bu yana Suriyeli kadınlarla birlikteyiz. 2015’teki ilk buluşmamızda bize sorulan ilk soru “bizi neden sevmiyorsunuz” olmuştu. Suriyeli kadınlar bu soruyu artık daha çok soruyorlar. Bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz 200’den fazla buluşmada kadınların en çok ayrımcılıktan şikâyet ettiklerini, şikayetlerin günden güne azalmak yerine arttığını, buna paralel olarak toplumda nefret söyleminin de artmakta olduğunu gözlemliyoruz. Saha raporlarımızda, buluşmalarımızda dinlediğimiz cinsiyete dayalı şiddet hikayelerine kıyasla ayrımcı kötü muamele hikayesi çok daha fazla. Kaydettiğimiz cümleler ve hikayeler bize ırkçı ayrımcılığın cinsiyetçilikle birleştiğinde ne hal aldığını çok net gösteriyor.
KADAV’da bu alanda çalışmaya başladığımız ilk gün itibariyle (ki Suriye’den kitlesel göç başlamadan çok daha önce, 2010 yılı sonlarında tüm mülteci ve göçmen kadınların şiddete karşı desteklenmesi alanında çalışmaya karar vermiştik), ırkçı ve cinsiyetçi ayrımcılığın birbirini besleyen yanlarını bütüncül bir şekilde ele almak gerektiği düşünüyoruz. Bir başka deyişle ırkçı ayrımcılığı da bir şiddet biçimi olarak ele alıyoruz.
Kadınlarla kurduğumuz ilişkiyi hak temelli bir zeminde kuruyor, “her türlü ayrımcılığa karşı olma” halini yaşatmaya ve birbirimizi güçlendirmeye, insan eliyle yaratılmış bir afetten kurtulan kadınların özgüvenlerini geri kazanmalarına destek olmaya çalışıyoruz. Ve yardım değil, “dayanışma” odaklı tutumumuz karşısında birçok Suriyeli arkadaşımızdan “artık aynaya baktığımda yüzüm farklı gibi geliyor, buraya gelmeye başladığımdan beri yürüyüşüm değişti” gibi cümleler duymak, motivasyonumuzu, umudumuzu, dayanışmamızı ve sesimizi çoğaltıyor.
http://sendika62.org/2018/11/yazi-dizisi-feminist-avukatlar-anlatiyor-517623/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.