Yakın gelecekte, bütün toplumsal ve siyasal güçlere kendisini kabul ettirmiş merkezi-hukuki bir iktidarın kendisini devlete hakim kılarak devleti yeniden bütünsel, iç dengeleri oturmuş bir meşru-hukuki zemine yerleştirmesi oldukça zor gerçekleşebilir
Yakın gelecekte, bütün toplumsal ve siyasal güçlere kendisini kabul ettirmiş merkezi-hukuki bir iktidarın kendisini devlete hakim kılarak devleti yeniden bütünsel, iç dengeleri oturmuş bir meşru-hukuki zemine yerleştirmesi oldukça zor gerçekleşebilir
İktidar alanının oligarşik zirvesinde, Bahçeli’nin son çıkışı özel bir momentum yarattı.
AKP-MHP eksenini “geren” Bahçeli’nin resti, Erdoğan tarafından da “görülünce” gerilim karşılıklı hale sıçrayıp güç kazandı.
Karşılıklı germe restleri ittifak eksenini nereye sürükleyecek, henüz belli değil; ama, hem “koparma” hem de “restore ederek yenileme” potansiyeli taşıdığını saptayabiliriz.
Süreç an be an yapılan karşılıklı hamlelerle ilerliyor, “nereye” kadar yükseleceği de sadece taraflara bağlı değil; oligarşik zirvede konumlanan bütün egemen fraksiyonlar, kendi çıkarları doğrultusunda davranacak ve oluşan yeni durumu kendi inisiyatiflerini güçlendirme fırsatı olarak değerlendirecektir.
Kimi yorumcular, yaşananları bir “oyun” olarak görüyor.
Eh, gerçekten de, neden olmasın; neden taraflar birbirlerini ve dolayısıyla ortak iktidarlarını güçlendirecek bir “oyun” kurmuş olmasın? Ya da, sonradan çözülecek bir çakma gerilimi gündemleştirip bütün dikkati kendi üstlerinde toplayarak “muhalefeti” büsbütün siyasal alanın dışına itebilmek için neden bir “oyun” sahnelenmesinler? Kendisini sürdürebilmek için seçim hilelerinden katliam yapan bombalara kadar her şeyi “mübah” görüp-uygulayan bir iktidar, neden “anlaşmalı” bir “maç” yapmasın?
Üstelik, gerilimle birlikte, AKP’nin özellikle büyük kentlerdeki muhafazakar Kürt oylarını kendisine yönlendirebilmek, MHP’nin de Akşener’e giden kitlesini geri alabilmek için yapıp ettikleri bir “oyun” yaşandığı tezini güçlendiriyor.
Ancak, “oyun” tezi, iktidarı onun kendisini dışa yansıttığı gibi sanki istediğini yapabilen “mutlak güç sahibi” sandığı için böyle bir hükme varıyor ve hata yapıyor. Yaşanan gerilim gerçek; o, hem “tarihsel” bir derinliğe sahip hem de siyasetin üstünde hareket ettiği güncel güç ilişkileri ve dengelerin taraflara dayattığı gerilimler ve sunduğu olasılıklar tarafından belirleniyor.
İçinde bulunduğumuz kaotik ortam her an kaosa sürüklenme tehlikesiyle yüzleşiyor. İşte, ortaya çıkıp kendisini dayatan yüksek gerilimlerle zaten sürekli sarsılıp zorlanan iktidar ancak ite-kaka kendisini var edebiliyorken neden ek bir yük alsın? Ne AKP ne de MHP böylesi yüksek riskli bir “oyunu” taşıyacak güce sahip değiller.
Başka bir açıdan bakan kimi yorumcular ise, zaten oldukça riskli bir sürecin içinde neredeyse nefes nefese ayakta kalmaya çalışan iktidarın, birden bir iç gerilime sürüklenmesini ve tarafların hızla yeni gerilimin aktörleri olacakları yeni pozisyonlara yerleşmelerini hiç “rasyonel” bulmuyor, “hata” yaptıklarını ve belki de kendi hatalarıyla kendi sonlarını hazırladıklarını düşünüyorlar.
“Hata” yapıldığı ve “çözülmenin” başladığını düşünenler, olağanüstü küresel, bölgesel ve yerel gerilimler tarafından sürekli sarsılıp-zorlanan ve aslına bakılırsa gerçekten de böylesi muazzam boyutlardaki çok yönlü dünya-tarihsel ortamda iktidar olabilme kapasitesine pek de sahip olmayan iktidardaki “kifayetsiz muhterislerin” işte nihayet “yıkıcı” bir hata yaptıkları tespitine dayanıyor olmalıdır.
Bu görüşün sahipleri, siyasetin “rasyonel” hamlelerle yürütülen “steril” bir süreç olduğunu sanıyor olmalıdır.
Gerçekte, şimdi ve burada, iktidar “aslanın ağzında” ve onu sürdürebilmek-o alanda ayakta kalabilmek ancak her an tetikte olarak, en ufak bir kıpırdanmada bile herkesten önce davranıp hızla tepki üreterek, hiç kimseye güvenmeyerek ve bu tutumları hiç de “steril” olmayan yırtıcı-denge bozucu hamlelerle gerçekleştirerek sağlanabilir; Bahçeli ve Erdoğan da hem “dışa” hem de “içe”/birbirlerine karşı öyle davranıyorlar. Kapasitelerinin zayıflığı bir gerçek, ama o zaaflarını “şimdilik” olmak kaydıyla devlet zoruyla kapatabiliyorlar.
Onlar, birbirini dışlayan iki süreci aynı anda yürütüyor, bir yandan taşıyıcısı oldukları despotik devlet geleneğinin yaşadığı krizi aşabilmek için ortaklaşırken, aynı zamanda o geleneğin karşılıklı konumlanan farklı fraksiyonlarının güncel taşıyıcıları olarak aralarındaki tarihsel gerilim ekseninde kendi inisiyatiflerinin güçlenmesi için çabalıyorlar.
“Oyun” ya da “hata” hiç yok mu; elbette var; ama karşılıklı hamlelerle yaşanan gerilim bir gerçek ve “oyun” da “hata” da o gerçeklik içinde hayat bulabiliyor.
Peki, neler oluyor?
Evet, neler oluyor?
Zaten olağanüstü yüksek gerilimler tarafından çepeçevre kuşatılmışken ve ayakta kalabilmek için yapılanlar sürekli daha fazla güç ve enerji talep ederken, ne oldu da Bahçeli kendisinin kurucusu olduğu “tarihsel ittifakı” yıpratma hatta belki de dağıtma riski taşıyan bir hamle yaptı? Ve, yetmedi, Erdoğan da anında cevap vererek Bahçeli’nin “restini” görünce sanki var olanlar yetmiyormuş gibi aniden iktidarı üstelik içinden zorlayan yeni bir gerilim ekseni oluşuverdi, neler oluyor?
Yaşanan yeni durumu, içinde oluştuğu politik ortamın ana sorunu olan “devlet krizi” prizmasından geçirerek anlayabiliriz.
Bir “çözüm gücü” olacağı beklentisiyle mevcut iktidarın oluşmasının önünü açan “devlet krizi”, öyle gözüküyor ki, aynı zamanda krizin çözümünde ortaya çıkan sorunlar üzerinden yeni gerilimler yaratıyor.
İşte, krizin yarattığı sorunların aşılmasında önerilen farklı tutumların oluşturduğu çatallanmalar çoğalıp saçıldıkça biriken negatif enerjinin Bahçeli ve Erdoğan’ın sözleriyle açığa çıktığını saptayabiliriz.
Evet, “Andımız” sorununda ve yerel iktidar alanlarının paylaşımında ortaya çıkan gerilimin, aslında krizden çıkmak için yeniden örgütlenen devletin yeni yapısıyla ilgili farklı tercihlerden ve yenilenen devletin iç dengelerindeki güç ilişkilerinden-kimin ne kadar inisiyatif alacağından kaynaklandığı anlaşılıyor. Tamamen meşru ve anlaşılır söz konusu iç-gerilimi, taraflar, hem açığa çıkacak bir seviyeye ulaştığından olsa gerek dışa vurmak-hesaplaşmak hem de ama birbirleriyle hesaplaşırken zaten olağanüstü hassas dengelerin üstünde konumlanan ortak iktidar alanının yıpranıp çözülmesini engellemek zorundalar.
Sorun “Başkanlık” sisteminde değil.
Tersine, devletin despotik yapısıyla ve sermayenin kendisini büyütmeye kilitlenmiş somut-tarihsel hareketinin daha hızlı hareket edebilme ve daha yoğun sömürü gerçekleştirebilme için mümkün olan en “pürüzsüz” bir toplumsal ve siyasal gerçeklik yaratma güncel talebiyle tümüyle uyumlu olan “Başkanlık” sistemi, taraflar açısından “dokunulmazlık” taşıyor.
Sorun, söz konusu rejimi üstünde konumlandıran restore edilmiş ya da yeni devletin ana yapısının hangi ideoloji üzerinden kendisini kurup meşrulaştıracağı; evet, “Türklük” mü yoksa “İslam” mı? Bağlı olarak, yeni devletin egemenlik kurumları nasıl inşa edilecek ve en önemlisi nasıl paylaşılacak?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun öncesinde başlayan benzeri bir tartışma M.Kemal’in temsilcisi olduğu kanadın tercihi yönünde karara bağlanmıştı. Uzun süren bir çözülmenin sonrasında kalanı kadarıyla Osmanlı devletinin yıkıntıları içinde kurulan TC “Türklük” esas alınarak kurulurken, “İslam” dışlanmamış ama özel bir mezhebe ve onun bir koluna/Sünni-Hanefiliğe indirgenerek “Türklük” ana ögesinin destekleyicisi konumuna yerleştirilmişti.
Sünni-Hanefi İslam’ın Türk devleti içindeki özel konumu ise, yeni devletin içine yerleştirilen Diyanet kurumuyla hem devlet “desteğine” kavuşturulmuş hem de ama daha fazlasıyla devlet “kontrolüne” alınmıştı. Diyanet kurumlaşması, bu “alt-destekçi” konumlanmayı, kurulan Türk devletinin ana yapısıyla uyumlu olacak özel bir İslam yorumuyla, “Sünni/Hanefi İslam’ın Kemalist yorumuyla” gerçekleştirmişti; zaten esas görevi de buydu.
Evet, “Halifelik” iddiasında bulunan ve üstelik artık kendisini dayatan kapitalist gelişmeyle uyumsuz olan “Şeriat hukukunu” süründürerek olsa hala uygulamaya çalışan Osmanlı devletinden farklı olarak; yeni Kemalist devletin kuruluşunda, kapitalizmin Anadolu coğrafyasındaki yayılımını güçlendirecek bir tutumla, “Halifelik” kurumu tasfiye edildi ve “Şeriat” hukuku da beraberinde hükümsüz hale düşürüldü. Bu önemli tarihsel hamle, geçmişten bir “kopuş”, burjuva anlamıyla “ilerici” bir kopuştu.
Ancak, gelin görün ki, “Laiklik” olarak adlandırılan bu yönelim, evet bir tür laiklikti ama başka türlü değil “despotik” bir laiklikti.
Devletin ana yapısına bir dinin özel bir yorumunun daha da özel bir yorumu giriyor, İslam yeni devlete uygun biçime sokuluyor ve bağlı olarak öteki inançlar dışlanıyordu. Bu bilinçli tercihin zorunlu bir sonucu olarak, hem İslam’ın Diyanet tarafından yorumlanışına karşı çıkan Sünni Müslümanlar hem de başta Aleviler ve Hristiyanlar olmak üzere diğer inanç sahipleri üzerinde baskı kurulmasının önü açılıyor, söz konusu farklı inanç sahiplerinin kendi inançları doğrultusunda yaşamaları engellenmeye çalışılıyordu.
İşte, laikliğin Kemalist-“despotik” pratiği, adeta kendi içine çöken Osmanlı devletinin tıkanmış-çürüyen yapısını aşarak kapitalizmin önünü açan bir “ilerici” tutum olsa da; aynı zamanda, coğrafyamızın ortasından geçen ve etki gücü yüksek toplumsal ve siyasal fay hatları oluşturuyor, sonraki yıllarda yaşanan sancıların/mezhep çatışmalarının ve şimdiki AKP iktidarının temelini atıyordu.
Tıpkı, “Ümmet” ve “Teba” pratiğinden “Ulus” ve “Yurttaşlık” pratiğine geçerken “Türklük” yani bir etnisiteye/halka mensup olmak yurttaşlıkla özdeşleştirilerek binlerce yıllık tarihin bütün zenginliğini bünyesinde barındıran Anadolu’da başka halkların/etnik kimliklerin dışlanması-baskılanarak asimilasyona zorlanması ve bunun sonrasında ve günümüzde yaşattığı ağır toplumsal -siyasal travmalar gibi.
Ya da, tıpkı, “Padişahlık” tasfiye edilerek “Cumhuriyet” ilan edilirken, ordu kurumunun (padişahlara benzer bir şekilde) devletin tümünü belirleyebileceği oligarşik bir zirveye yerleştirilmesi ve her türden halk denetiminin “içeriğinden” koparılarak tümüyle “biçimsel” bir gösteriye indirgenmesi gibi.
İşte, aştığı Osmanlı devletinden gerçek bir kopuş yaşayamadığını, onun “despotik” ruhunu koruyup kendi bünyesinin neredeyse tüm alanlarında yaşatarak gösteren “yeni” despotik devlet ve cumhuriyet rejimi, bünyesini demokrasiye kapatarak, sonrasında içinde yaşayanların/”yurttaşlarının” yaşadığı travmaları belirledi.
Tıpkı, yerel kapitalizmin “ilerici” aşaması “serbest rekabeti” yaşayamadan “tekelci” yapıda ve üstelik antika sermaye gücü tefeci-bezirgânlıkla ortaklaşarak kendisini inşa etmesi gibi; aslında tam da öylesi bir maddi-ekonomik “ucube” ile karşılıklı olarak ilişkilenerek var olduğu içindir ki; TC’nin kendisi de, çarpık-felçli bir geleceğe, sürekli tıkanıklar üreten ve yüzeysel bir bakışla görünmeyen ama oldukça güçlü bir tavana sürekli çarparak kendisini tekrara ve çürütmeye yazgılıydı; öyle de oluyor.
Şimdi Erdoğan’ın “Saray Rejimine” karşı çıkarken 20’li-30’lu yıllardan 2000’lere dek uzanan o “eski güzel günleri” yeniden yaşamayı özleyenler, acıklı bir davanın sonuç alamayan askerleri olmaya yazgılılar. Ve aslında, ülkenin en çok okuyan kitlesi içinde bile epey fazla olmaları; başka her türden düşüncenin düşmanlaştırılıp terörle sindirildiği “o eski güzel günlerdeki” despotizmin toplumsal bilinci işgal ederek yarattığı hasarın ne derece ağır olduğunu/özgür düşünme yeteneğinin onu kazanmaya elverişli bilinçlerde bile nasıl güdük kaldığını gösteriyor.
Tıpkı şimdi Erdoğan taraftarlarının kendi dışlarındaki herkesi “hain” ya da “dış güçlerin oyuncağı” ilan ederek kendi diktatörlüklerini inşa etmeleri gibi, “o eski güzel günlerde” de Aleviler, Kürtler ve komünistler “hain” ya da “dış güçlerin oyuncağı” değil miydi? Şimdi olduğu gibi, “ülkemizin dört yanı düşmanlarla dolu” olduğu için “çatlak yaratmamak ve milli birlik beraberliğe sarılmak” gerekmiyor muydu? Yunanlılar “ezeli düşman”, Kürtler “emperyalistlerin işbirlikçisi”, Aleviler “ahlaksız din düşmanı”, devrimciler “hain” değil miydi? Demokrasi güzel ama “şimdilik bize bol” değil miydi? 10 Ekim’de Ankara’da atılan bombanın benzerleri kaç kez genç öğrencilerin üstüne alçakça atılmamış mıydı?
Unutalım mı, bir bardak su içip yutkununca ülkenin her tarafında yaşanan travmatik acılar yaşanmamış mı olacak?
Eskiler ve şimdikiler tarafından bilinçlerimize her an her saat sürekli kazındığı gibi “kutsal” olan devlet değil, insanların özgürce, refah içinde ve mutlu yaşama haklarıdır; devlet kutsal değil, insanların ona ihtiyacı olduğu sürece ve onlara hizmet ettiği oranda meşru olan ve tarihin belli aşamasında yok olmaya yazgılı somut-tarihsel bir araçtır.
“Devlete hizmete” değil “kendi meşru ihtiyaçlarına” odaklanan, bu haklar için mücadele eden ve mücadele ettikçe özneleşip “kendisi” olan toplumsal güçler, “kendisi” olmakta ısrar edip-kendi kapasitelerini zenginleştirerek yetkinleştikleri tarihsel bir sürecin sonrasında ulaşacakları seviyede zaten devlete ihtiyaç duymayacaktır.
15 Temmuz sonrasında aniden açığa çıkıveren “devlet krizi”, sermayenin somut-tarihsel hareketinin kendisini gerçekleştirmesinin toplumsal ve siyasal zeminini oluşturan ve o birikimin günümüzde ulaştığı seviyeye dayanarak gözüne kestirdiği bölgesel pazarlarda egemen olma yöneliminin askeri-diplomatik aracı olarak hamle yapan devletin, hem bir rejim değişikliği yaşadığı hem bölgeye hegemonya dayattığı hem de Kürt isyancılar tarafından zorlandığı olağanüstü koşullarda kendisini dayattı.
“Devlet krizi” ne anlama geliyordu?
Darbeciler, devleti içinden ve üstelik en kritik noktalarından kuşatan bir şebeke olarak nihayet zamanlarının geldiğini düşünerek (ve öyle anlaşılıyor ki, biraz da karşıtlarının kendilerine yönelmelerinin zorladığı erken bir zamanlamayla) kendilerini tümüyle açığa çıkarıp devleti tümüyle ele geçirmeye çalıştılar ve başarısız olunca da tasfiye edildiler. Onlar, “başarısız darbeciler” olarak cezaevindeki hücrelerinde yapıp ettiklerinin bedelini öderken arkalarında bıraktıkları devlette, dengesizlik-baş dönmesi ve kendine güvensizlik yaratabilecek düzeyde özel bir boşluk yarattılar.
Üstelik, vurulan şiddetli darbenin yarattığı hasarlar, devletin kalan gücünü de hırpalamıştı.
Sonuçta, devletin içindeki farklı fraksiyonların iç-dengelerinin bozulduğu daha da ötesinde birbirlerine güvenmedikleri bir duruma hızla sürüklenildi. Devletin kendine özgü asabiyetini kaybettiği, dışa dönük bir tutum geliştirmekte ve hatta hayatın günlük akışını örgütlemekte zorlandığı bir durum oluşuyordu.
Darbe sonrasında orduda oluşan geniş ve derin boşluk, kaos içinde çırpınan ve sadece gücü olanın borusunun öttüğü Ortadoğu’nun yanı başında üstelik egemenlik iddiasıyla mevzilenen TC Ordusunun savaş gücünü tırpanlamakla kalmıyor, devletin merkezindeki denge odağında/orduda denge kaybı yaratarak, bütün devletin ve dolayımlarla etkilenen siyasal ve toplumsal güçlerin tümünü de o ya da bu düzeyde denge kaybına itiyordu.
Zaten ancak kaotik bir zeminde kendisini var edebilen toplumsal ve siyasal gerçekliğin kaosa sürüklenmesi ve her şeyin kontrolden çıkması olasılığı güç kazanmaya başlamıştı.
İşte, Erdoğan’ın “Saray rejimini” kapsayarak aşan, Cemaat’in 17-25 Aralık’taki yolsuzluk operasyonları sonrasında ilk ivmesi verilen ama daha kapsayıcı haline 15 Temmuz’un hemen sonrasında Yenikapı’da bürünen ve egemen güçlerin büyük çoğunluğunun farklı ağırlıklarla-farklı biçimlerle içinde konumlandığı bir “Kutsal ittifak” tam da bu ortam tarafından belirlendi. O, “keyfi” ya da “isteğe bağlı-tercih edilen” bir konumlanma değil, o konuma mecburen yerleşen egemenler tarafından, ayakta kalmak için zorlanan devletin dengesini yeniden oluşturmak, dağılmış bulunan egemenler arasındaki iç-dengeleri ve uyumu yeniden oluşturmak için yapılandırıldı.
Evet, öncesinde birbirlerine diş bileyenler dahil, neredeyse oligarşinin içindeki bütün fraksiyonlar, “devletin çözülmesi” olasılığını yok edebilmek amacıyla yan yana geliverdi. İttifak, katılımcıların gücü oranında yer aldığı ve doğal olarak Erdoğan’ın hegemon olduğu bir biçimde yapılanmıştı.
Bu, “devletin bekası” koalisyonuydu. İktidarı, muhalefeti, askeri ve elbette sermaye güçleriyle bütün egemenler, hepsinin üstünde var oldukları zeminin çözülüp-dağılması tehlikesine karşı yan yana geliyordu.
Kendilerini zorlayan güçlü ve örgütlü bir demokratik ya da devrimci halk muhalefetinin yokluğu koşullarında saptadıkları ana yönelimleri ise, despotizmi faşist bir devlete dönüşecek bir düzeyde yoğunlaştırmak, geçmişte verilen mücadelelerle kazanılmış bütün demokratik hakları-halk inisiyatiflerini tasfiye etmek, söz, yetki ve kararı mümkün olan en yoğunlaşmış haliyle merkezileştirecek bir “Başkanlık” inşa etmek, o arada sermayenin sömürüsünün daha hızlı ve daha yoğun olabilmesinin önündeki bütün engelleri pürüzler dahil temizlemekti.
Belediyeler ve hatta muhtarlıklar bile tırpanlanıyor, işçi sınıfı en ağır sömürü koşullarına sürükleniyor, ışığın/halkın sözünün ve inisiyatifinin sızabileceği bütün deliklerin kapatıldığı bir koyu karanlık-terör devleti hedefleniyordu.
Sınırsız ve arsız bir kötülük kendisini inşa ediyor, özel türden bir diktatörlük en çıplak ve çirkin haliyle özneleşmeye-özneleşerek iktidarlaşmaya çalışıyordu.
Antik çağın gericiliğinin uzantısı despotizmle modern çağın gericisi tekelci sermayenin ortaklaşmasından zaten başka ne çıkabilirdi ki!
Bir baskı örgütü olan devletin kendisini konumlandırma, iç dengelerini ve günlük işleyişini oluşturma ve varlığını meşrulaştırma araçlarının en önemlisi olan “Hukuk”, bir yük/engel/pürüz olarak görülüp hiçleştirilince, “keyfine göre takılan” bir “çeteleşme” gerçekliği kendisini var ediyordu. “Çeteleşme” açığa çıktıkça, kendisini “çıplak-korumasız” hisseden “Çete”, hem sürekli daha fazla devlet şiddetine başvuruyor hem de halkın samimi dini duygularını kullanarak kendisini “kutsallaştırma” üzerinden “gölgeleme-koruma” yapmaya çalışıyordu.
Yine de, bombalarla uygulanarak terör düzeyine sıçrayan baskıya ve kulakları ve gözleri esir alabilecek yoğunluktaki medya kuşatmasına rağmen, “Kutsal İttifak” halktan onay alamadı; 7 Haziran’da seçiminde, 16 Nisan referandumunda ve 24 Haziran seçiminde ittifakın sürükleyici- hegemon gücü olan AKP-MHP ittifakı kaybetti. Her seferinde de, paniğe düşen egemenlerin yardımına “İttifakın Soytarısı” rolü verilen “muhalefet”-CHP koşturdu ve göz göre göre yapılan seçim hilelerine öfkelenen halkı “uyuşturma” görevini yerine getirerek, öfkeli halkın “suçüstü” yaparak egemenleri sıkıştırmasını engelledi.
Bütün bu süreç boyunca, alçaklık, sefillik, şerefsizlik ve onursuzluk adeta “kokteyl” halinde servis edilirken, “Kutsal İttifak” güçleri, uyduruk “kokteyl örgüt” mizansenlerine dayanarak uyguladıkları devlet terörüyle halkçı-demokratik muhalefeti eziyor, öne çıkardığı kendi siyasal güçlerine “ordövr” desteği yapmayı hiç ihmal etmiyordu.
“Güç oyunu bozar” diye bağırıp-çağıran Göbels bozuntusu İ. Karagül gibi savaş kışkırtıcısı medya şarlatanlarının da desteğiyle, açık, keyfi-hukuksuz ve sıkıştıkça şiddeti artan oranda uygulanan devlet şiddeti, onca başarısızlığa rağmen “şimdilik” gerçekten de sonuç yarattı ve işte “İttifak” halen iktidarda!
İşte, “İttifak”, her seçimde yenilmesine, Kürt gerillaları askeri bir yenilgiye uğratamamasına, Suriye-Irak ve daha genelinde Ortadoğu politikaları içinden nasıl çıkılacağı belli olmayan bir batağa saplanıp kalmasına ve yıkım gücü sürekli artan bir ekonomik krizle zorlanmasına rağmen devlet terörü ve medya ablukasının desteğiyle kendisini halen sürdürebiliyor.
Öte yandan, “Kutsal İttifakın” halka yaşattığı siyasi ve ekonomik yıkımın güncel sonuçlarına yönelik öfkeyi harekete geçirerek hayatın her alanından iktidarı kuşatan ve aynı zamanda kendi bağımsız hedeflerine doğru hamle yaparak fiili durumlar yaratabilen bilinçli-örgütlü bir halk muhalefetinin olmayışının iktidara dolaylı bir “destek” olduğu da çok açık ve acı bir gerçek.
Ancak, elbette, “İttifak” açısından her şey güllük gülistanlık da değil.
Devam eden iktidar herhangi bir normal-rutin iktidar faaliyeti yapmayıp, özel bir “devlet krizi” ortamında var olduğu ve onu aşabilmek için “yeni bir devletin örgütlenmesine” dek sıçrayabilecek bir “devleti yeniden örgütleme” içeriğiyle yüklü olduğu için, sürekli olarak irili ufaklı kararlar alarak yol almak zorunda. İşte, yolda ilerleyip hedefe yakınlaşıldıkça ve bağlı olarak alınan kararların çapı ve ağırlığı artıp-önemli dönemeçler aşılmak zorunda kalındıkça, sadece yapılması gereken hareketin-hareketlerin kendi zorlukları zorlamıyor, ama aynı zamanda “neyin nasıl yapılacağı” konusunda ittifak-içi tartışmalar yaşanıyor.
Bu “iç” tartışmalar kaçınılmaz; çünkü kriz koşullarında yan yana gelip ittifak yağmak zorunda kalan devlet ve sermaye fraksiyonları, her ne kadar aynı despotik devlet zemininde konumlanıyor olsalar da, aynı zamanda o zeminin farklı hatta zıt uçlarında konumlanıyor ve birbirleriyle tarihsel derinliği olan düşmanlıklar-çatışmalarla dolu bir geçmişten, o geçmişte yaşananlar tarafından belirlenerek çıkıp geliyorlar.
Onlar, bir yandan hepsini var edip besleyen bir “ana kucağı” olan despotik devleti krizden çıkarıp güçlendirmek için ortaklaşırken, aynı zamanda bu sürecin “nereye” doğru “nasıl” akacağı ve sonunda ulaşılacak hedefin “ne” olacağı konusundaki farklılıklarından üreyen ve kimi zaman çatışma düzeyine sıçrayıveren gerilimlerle yüzleşiyor, bazen de birbirleriyle kapışmak zorunda kalıyorlar.
Evet, devletin yeniden örgütlenmesi eskisinin restore edilmiş haliyle “Türklük” üzerinden mi gidecek yoksa “Türklük” yerini “İslam’a”/bu sefer de Erdoğanist bir “İslam’a” mı bırakacak; ya da, yenilenmiş devlette kimin ne kadar “yeri” olacak, iktidar nasıl paylaşılacak; veya, Erdoğan’ın güncel güç dengelerindeki üstünlüğü üzerinden dayattığı ve diğerlerinin mecburen ama isteksizce kabullendikleri hegemonyası daha ne kadar sürecek, kendisini kutsallaştırarak kalıcılaştırmaya çalışması kabullenilecek mi?
İşte, hedefe doğru yaklaştıkça alınması gereken kararların ağırlığı artıyor ve sadece dış basınç değil bizzat iç gerilimler de “İttifakı” dağılma-çözülme yönünde zorluyor.
Bu zorlama, zaten oldukça hassas dengelerde tutunabilen, onca baskıya rağmen seçimlerde halktan onay alamayarak halkın yarısından fazlasını karşısında toplayan, dolayısıyla meşruiyet eksikliği yaşayan, geçmişlerindeki tarihsel gerilimlerin de etkisiyle ancak “dar” ve “yüzeysel” bir zeminde ortaklaşabilen ve zayıflıklarını giderek artan oranda devlet şiddetiyle giderebilen “İttifak” güçlerinin iç gerilimlerinin kontrol dışına çıkma olasılığını arttırıyor.
İşte, “Andımız” sorunu sadece kendisi olsaydı, çözümü kolaydı; ama o sadece bir simge, bir dizi çatışmanın dışa vurmuş hali; yerel seçimlerdeki AKP ve MHP arasındaki gerilim de aynı durumun bir ifadesi. Kimse hata yapmıyor ya da oyun oynamıyor, tersine herkes çok ciddi ve gergin, yaşanan gerçek bir gerilim; burjuva siyasetinin doğasına içkin olan “oyun” ya da siyasetin genel doğasına içkin olan “hata” varsa da bu gerçekliğin içinde yer alıyor.
Bir anda yükseliveren şimdiki gerilimin sönümlenmeyeceğini ama süreç aktıkça var olduğu haliyle normalleşeceğini ve hatta sonraki dönemlerde daha da yüksek seviyelere sıçrayarak sürüp gideceğini ön görebiliriz.
Sonuç, bir ucunda “İttifakın” yaşanan gerilimler sonucunda iç dengeleri yeniden düzenlenerek restore edilmiş haliyle sürmesi, diğer ucunda sert ve çatışmalı bir kopuşun olduğu bir eksende farklı “melez” olasılıkları/potansiyelleri de içererek kendisinin olgusallaştırılmasını/fiilileştirilmesini bekliyor.
Ama, sonuca kolay ulaşılamayacak, onu belirleyecek bir dizi engelin aşılması gerekiyor.
Kolay bir çözüm yok; taraflar bu kritik momentte nasıl davranacaklar, pratik kapasiteleri ve bilinç düzeyleri yaşanan yüksek gerilimde ne kadar dayanabilecek, eğilip bükülmeden aynen kendilerini sürdürecekler mi yoksa ne gibi dönüşümler yaşayacaklar, birbirlerini yok etmeye mi çalışacaklar yoksa uzlaşma alanları bularak daha yüksek ve derin bir ortaklaşma mı yaratacaklar, an be an yaşanan sıcak gelişmelerin içinde oluşup şekillenecek.
Açık ki, sürecin gerektirdiği-talep ettiği dönüşümleri yaşayarak daha derin ve kapsamlı bir uzlaşma zemininde ortaklaşmaları kendilerini güçlendirecek, pek de galibi olmayacak uzun çatışmalarla birbirlerini yorarak diz çöktürüp teslim almaya çalışırlarsa hep birlikte zayıflayacaklar. Şimdi bakıldığı zaman ikinci olasılığın daha güçlü olduğu görülüyor. Ayrıca, iktidar alanını saran kriz dinamiklerindeki herhangi bir “olumsuz” gelişme/söz gelimi askeri bir yenilgi ya da ekonomik krizin kontrol dışına çıkıvermesi, “İttifak” güçlerini darmadağın etme potansiyeliyle yüklüdür.
Her durumda, ekonomide biriken sorunların yarattığı kriz gerçekliğine, krizin yarattığı-yaratacağı yoksullaşmaya, başta Kürt ve Alevi sorunu olmak üzere etnik ve inanç farklılıklarından oluşan iç kanamalara, yanı başımızdaki Ortadoğu’da yaşananlara dek, hiçbir çözüm üretemeyen eski politikaların daha da derinleştirerek sürdürülmesinden başka tutum geliştiremeyen iktidar alanının/”Kutsal İttifakın” çözümsüz olduğu oranda tıkanacağını öngörebiliriz.
Ve elbette, sahnede sadece egemen güçler yok, halk güçlerinin aynı süreçte kendi ihtiyaçları doğrultusunda nasıl mevzilenecekleri, şimdiki dağınıklığın mı yoksa uygun ortaklaşmaların mı yaşanacağı da “Kutsal İttifakın” kaderinde etkili hatta belirleyici olabilir. Ülkede her şey hassas dengelerin üstünde ve sürekli hareket halinde, üstelik iç ve dış gerilimler tarafından sürekli zorlanıyor; halkçı siyasal öznelerin ne yapacaklarının-nasıl yapacaklarının toplumsal ve siyasal gerçekliği etkileme gücü normal zamanlarda olduğundan kat be kat daha fazla.
Özellikle 24 Haziran sonrasında muhalif halk güçlerini bir umutsuzluk sardı.
Onca baskıya rağmen yine de kazanılan seçimlerin tıpkı 16 Nisan referandumunda olduğu gibi hileyle gasp edilmesini engelleyememe, zaten bilinci henüz seçimlerle sonuç almaktan ötesine sıçrayamamış olan demokratlarda “ne yaparsak boşuna, kaybettik” yargısını hakim hale getirdi.
Halen de süren ama yerel seçimlerin yaklaşmasıyla gönülsüz de olsa ister istemez zayıflamaya yüz tutan bu anlaşılabilir yanılgı acaba aşılabilir mi ya da nasıl aşılabilir?
Aslına bakılırsa, Gezi kitlesi, sinsice etrafını sarıp ona yapışmaya çalışan “Kaybettik!” ruh halini, pek de kabullenmeden ama “Başka ne yapılabilir ki” çaresizliğiyle taşıyor. Onca baskıya rağmen ısrarla ve her seferinde “Kazanacağız” ruh haliyle yürütülen seçim çalışmalarından “resmi” sonuç alınamayınca “Yapabileceğimiz başka bir şey yok ki” diye düşünülüyor olmalıdır.
Açık ki, devlet konusunda “bulanık” olan bilinçler, hilenin despotizmin binlerce yıllık bezirgan geleneğinde çok normal bir tutum olduğunu, derinliği ve çapının duruma göre “ayarlanabileceğini” yeterince kavrayamıyor; (hadi kimse kırılmasın “saf” demeyelim) “temiz” bir ruh haliyle “maçın” kurallara göre oynanmasını ve “hakemin” dürüst olmasını bekliyor. Aynı “bulanık” bilinç, diktatörlükle mücadelenin “tayin edici” anını da seçimlere yükleyince, tam da orada/o seçim günü gecelerinde yaşananların sonrasında önce öfke ve şaşkınlık, aynı şeyler peş peşe yaşanınca da kaçınılmaz olarak moralsizlik yaşanıyor.
O meşum gecelerde, birden bütün cinler derinlerdeki inlerinden çıkıveriyor; hokkabazlıktan şarlatanlığa, büyücülükten sihirbazlığa kadar bin bir biçime bürünerek sahnenin önünde/kameraların karşısında-televizyonlarda boy gösteren bir kısım cin taifesi hoplayıp zıplayarak ve bol bol da bağırıp çağırarak kafa karıştırma ya da gölgeleme yaparken, başka yetenekleri olan bazı cinler de el çabukluğuyla kedi biçimine bürünüp trafoları bozarak, sonuçları ayarlama konusunda uzmanlaşmış ve işlerini karanlıkta daha rahat yürüten cin kardeşlerine kolaylık sağlıyor. Her şey olup bittikten sonra cinlerin ipini elinde tutan irade zaferini ilan ediyor.
Artık pek de sürpriz sayılmaz, her seferinde neredeyse aynı gösteriyi izliyoruz değil mi?
Toplumsal bilincin böyle eşiklerden geçerken-geçtikçe olup bitenlerle belirlenip olgunlaştığını, kritik nokta olan devlet bahsindeki “bulanık” bilincin de, halen devam eden bu sürecin içinde, içine yerleştirilmiş olduğu yanılsamalar ağını parçalayıp olanı olduğu görme kapasitesi kazanarak özgürleşeceğini vurgulamalıyız.
Gezi’de yaşadıklarıyla bilinç ve davranış düzeyinde sıçrama yaşayan ve özel bir toplumsallaşma-özneleşme sürecine giren, sonrasındaki art arda gelen sarsıcı darbelere rağmen inişli-çıkışlı bir hareketlenme içinde bir biçimde ayakta kalabilen halk güçlerinin özgürleşme potansiyelleri oldukça güçlü. Sadece Gezi’nin parlak günleri değil, sonrasındaki 5 yıllık pratik gösteriyor ki; bir “an” için bile olsa özgürlüğün ışığıyla aydınlanmış ve kölelik zincirlerini çıkarıp atmış bu güçler, moralsizliği bir kimlik olarak kabullenmeyip üstlerine sıçramış bir “leke” gibi taşıyor.
Aslında, herkesin de bildiği gibi, Gezi, doğa savunucuları tarafından başlatılmış ve kadınlarla Alevilerin büyük bir enerjiyle içinde yer aldığı bir hareketti; gençler ve işçi sınıfının “beyaz yakalı” yeni güçleriyle enformel sektörde çalışan en yoksul kesimi de aktif katılım göstermişti.
Bu güçlerin içinde moralsizliği en fazla taşıyan ve mali koşulları iyi olan bazı “beyaz yakalıların” yurt dışında yaşamayı tercih ettikleri anlaşılıyor; ama, toplamın içinde azınlık olan “gidenleri” saymazsak, büyük kitle Gezi’den sonra da kendi ihtiyaçlarından yola çıkarak sürekli hareket halinde değil miydi? Bu hareketli duruş, evet Gezi’de oluşan asabiyetten besleniyor ama aynı zamanda diktatörlüğün derinleşmesi ve ağırlaşan yaşam koşulları tarafından ivmelendiriliyor.
İşte, şimdi yaşanan haliyle “moralsizlik” henüz kök salmış değil.
Sürekli aynı konuya dönmesinden anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan’ın rüyalarına bile girdiği anlaşılan “Gezicilerin” moralsizliği kalıcılaşmaktan çok aşılmaya eğilimli; oluşup ivme aldığı-belirlendiği isyancı zemin “Gezicilere” içe kapanıp ağlayıp sızlama yerine iyimser olmaya ve önündeki engelleri/barikatları aşıp geçmeye yatkın bir genetik yükledi. Gezi’den sonra onca baskı ve hatta teröre rağmen, iktidarla giriştiği neredeyse her hesaplaşmadan başı dik olarak ayrılan ve ancak hileyle geriletilebilen bu toplumsal dinamik, şayet kendisine uygun bir yaklaşım gösterilirse şimdiki parçalı ve güç eksikliği yaşayan hareketini etkili olabileceği seviyelere yükseltecektir.
Erdoğan’ın lafı döndürüp dolaştırıp “Gezicilere” getirmesi aslında önemli bir gerçekliğin zorlaması; Gezi’de toplumsal bir isyan yaşandı, masumdu, haklıydı ve içinden aniden çıkıp geldiği toplumsal alanda derin kökler edinivermişti. O, vurduğu hedefini/AKP’yi serseme çevirdi, asabiyetini dağıtarak dengesini bozdu ve aslında işini bitirdi; ilerden günümüze bakıldığında Erdoğan’ın zirveye doğru yürüyüşünün Gezi’de durdurulduğu anlaşılacaktır.
Erdoğan, Gezi’ye yönelik faşizan tepkileriyle, AKP’nin içinde derin bir çatlak yaratmayı göze alıp kendisini uyaran Gül ve Arınç gibi yol arkadaşlarından kopuşarak partisinin asabiyetini bozdu ve onun iç dengelerini altüst etti. Bu tutum, AKP’nin parti olmaktan çıkarak her türden tufeylinin içine doluşup bir kişinin peşinden koşturduğu menfaat peşindeki bir kalabalığa dönüşmesinin önünü açtı. O, aynı zamanda, Gezi’de yapıp ettiklerinden başlayarak “Suç, daha fazla suç- şiddet, daha fazla şiddet- cinayet, daha fazla cinayet- entrika, daha fazla entrika” açmazına sürüklendi. Aynı süreç, O’nun, ortağı Cemaat’ten koparak “Ergenekon’un şefkatli kollarına” doğru savrulmasının da önünü açtı.
Şimdiki güç dengesine bakarak, Erdoğan “Ergenekon’u” kolay lokma görüyor olabilir, ama Akşener’in tutunması, Cumhuriyet gazetesindeki operasyon, Danıştay kararı ve en sonunda Bahçeli’nin çıkışının da gösterdiği gibi, hepimizin iyi bildiği bir “derin” güç alanı farklı kaynaklardan ivmelenerek düşünüp eyliyor ve daha çok sürprizler göreceğimizden emin olabiliriz. Özellikle önümüzdeki yerel seçimlerdeki gelişmeler, özellikle de Ankara ve İstanbul’da yaşanacaklar “Ergenekon” zeminindeki “Kemalist” güçlerin niyetini anlamamıza yardımcı olacak.
Evet, yeniden vurgulamak gerekirse, yarattığı bir dizi toplumsal ve politik süreç üzerinden ülkenin kaderine damgasını vuran Gezi güçleri, harekete geçebileceği, daha doğrusu şimdi oldukça zayıf dokuda seyreden hareketini öncekinin olgunlaşmış ve zenginleşmiş haliyle yeniden yükseltebileceği uygun bir kanal arıyor.
Neoliberal soygunun yarattığı yıkım, işsizlik ve yoksullaşma, artan iş saatleri ve çalışma yoğunluğuna rağmen düşen işçi ücretleri, sosyal güvence ve iş güvenliğinin olmayışı, sendikasızlık, ulaşım, eğitim, barınma, sağlık gibi asgari yaşam koşullarının bile ulaşılamaz hale sokulması gibi sonuçlarıyla işçi sınıfını cehennemin ortasına itiyor.
Aynı anda Saray’da simgeleşen ve her tarafından doymak bilmez bir açgözlülük akan lüks düşkünlüğü, yoksullaşıp asgari yaşam koşullarına ulaşamayan milyonlarda öfke yaratıyor. Saray ve yakın çevresinin, yapıp ettiklerinden başı dönerek gerçeklikten kopan bir bilinç bulanıklığı yaşadığı, paçalarından akan bir görgüsüzlükle damgalanmış şatafatlı yaşamlarının neyi körüklediğini pek de anlayamadığı anlaşılıyor.
Cehennem gibi bir ortamda hayatını sürdüren işçiler ise, çalışma alanlarında, yaşadıkları yoksul semtlerde ve kendi evlerinde, normal bir modern yaşama ait söz gelimi giyim, barınma ya da karnını doyurma gibi her türden imkânın mümkün olan en azıyla yetinme hatta sıkça onların bazılarından mahrum kalmayla yüzleşiyor, hayatta kalabilmeye indirgenmiş bir günlük yaşam içinde ömürlerini tüketiyorlar.
Üstelik, metastaz yapan bir kanser hücresi gibi toplumun gittikçe daha fazla kesimini kapsayan işsizlik, hiç olmazsa öyle ya da böyle bir işe gidip karnını doyurabilen işçilerin yaşadığından daha ağır yaşam koşullarını, hatta kendini değersiz görmeyi ve giderek çöpleşmeyi işsizlere dayatıyor. Uyuşturucu ve fuhuş yoksul mahallelerde doğrudan devlet eliyle örgütlenerek işsizlerin öfkeleri çürütülmeye çalışılıyor.
Böyle bir ortamda, inişli çıkışlı bir dalgalanma halinde ve birbirinden kopuk biçimde çeşitli iş kollarında ya da işyerlerinde işçi direnişleri yaşanıyor. Bu direnişlerin bir süreklilik kazandığını ve çaplarıyla oranlı kazanımlar elde edebildiğini, ama belli bir çapı ya da yoğunluğu aşamadığı için ülke çapında sermaye ile emek arasındaki güç dengesine etki yapamadığını görüyoruz. Öte yandan, yerel kazanımlar üzerinden daha güçlü hamleler için güç toplandığını ama biriken enerjinin şayet pratikleşemezse kaybolmaya yazgılı olduğunu da eklemeliyiz.
İşte, farklı iş kollarında çalışan işçilerde ve özellikle çalışma koşullarının en dibe vurduğu inşaat iş kolunda süregelen irili ufaklı direnişler, şayet kendisini güçlendirebilir, şimdiki birbirinden kopukluktan kurtularak ortaklaşmaya sıçrayabilir ve sonuç alıncaya kadar ısrarlı olabileceği bir dokuya kavuşabilirse, sermaye ile emek arasındaki şimdiki güç dengelerini değiştirebilir. Bu durum, aynı zamanda, hepsi yoklamalar yapan farklı direnme biçimlerine sağlıklı bir soluk vererek daha güçlü olmaları ve dağınıklıktan kurtularak ortaklaşmaları yönünde ivmelendirecek, kendisini var etmeye çalışan diktatörlüğe karşı bütünlüklü bir toplumsal direnişin önünü açacaktır.
Evet, işçi hareketi bugün hayal gibi gelebilecek böylesi bir konuma yükselebilmek için şimdiki arayışlarıyla aslında güç topluyor ama elbette her şey mücadelenin içinde belirlenecektir. Bu noktada, sendikal ve siyasi düzeyde yaşanan boşluk, yani “güçlü, örgütlü, bilinçli ve doğru hamle yapan bir önderlik” olmayışı ise, sürecin önünü tıkayan hatta öncü işçilerde tam da kritik anlarda gereken yüksek moral yerine çaresizlik ve moralsizlik yaratan bir gerçeklik.
Şayet işçi hareketi yükselemezse, işçi sınıfı ona dayatılan koşullara boyun eğerek kişiliksizleşen ve iktidarın kurduğu sadaka ağlarının içine girerek nefes almaya çalışan bir zavallı bireyler toplamına düşebilir. Sinsi ve fırsatçı iktidar, yoksul semtlere yüzlerine farklı maskeler takarak giren ve ellerinde patates-soğan torbaları hatta kimi zaman buzdolabı-fırın kolileriyle koşturan şebekeleri eliyle, neoliberal politikalarla yoksullaştırdıkları emekçilere onlardan çaldıklarının kırıntılarını dağıtıp onları bir de zavallılaştırmaya çalışıyorlar.
Kendisini işçi sınıfının hareketiyle bağlamış ve günümüz gerçekliğinde kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak sınıfın kitlesindeki genişlemeyle birlikte aslında toplumun büyük çoğunluğuyla kaynaşma imkânı bulan halkçı-devrimci ve komünist güçler, şimdi-hemen, tam da bu sorunun çözümünde odaklanmalıdır.
Kendisini dayatan görev, şayet başarılamazsa, sadece işçi sınıfını değil aynı zamanda söz konusu siyasal güçleri de anlam boşluğuna itecek ve zavallılaştırabilecek bir ağırlık taşıyor. Zamana yayılma lüksüne sahip olunmadığının bilinci ve sınıfın acil ihtiyaçlarının günbegün artan yakıcılığının dayattığı sorumlulukla davranmak, yapılması gerekenlerin talep ettiği tutumları hızla geliştirebilmek gerekiyor.
İşçi sınıfının ve bütün toplumsal güçlerin güncel ihtiyaçları yönünde yürüttükleri zayıf ya da güçlü hareketlerin içine girme, işçi havzalarında ve mücadele alanlarında “ziyaretçi” ya da “destekçi” değil ama yaşamı ortaklaştırarak var olma, mücadelelerin içinde yük alma, tıkanma noktalarını tespitle yetinmeyip yaratıcı enerjiyle çözüm yaratma, cesareti ve morali yükseltecek ama güçleri dağıtmayacak öncü tutumları gerçekleştirme, henüz hareketsiz ama sıkıntılı ve çözüm üretemeyen işçi kesimlerinin içinde harekete geçirici bir güç olma…vd.; evet, yazması kolay yapması çok zor görevler devrimci-komünist güçleri çağırıyor.
Evet, zor işler, ucundan tutarak değil ancak boylu boyunca işin içine girerek başarılabilecek, güç ve yetkinlik isteyen işler.
Çok yönlü sorunlarla kuşatılmış olarak yol alınacağı baştan kabul edilerek yakınmacı ya da mazeretçi tutumların tümüyle dışlanması gerekiyor. Yaratıcı hamleler olmadan tıkanıp kalacağı zaten belli olan günümüzdeki mücadele sürecinin fetihçi, kurnaz ve cüretli bir savaşçısı olmak ve sistemin rasyonellerine tabi olmadan sonuç almaya kilitlenmiş bir tarzla bütünleşerek yol almaktan başka çıkış yok.
Sadece ilgili işyerinde ya da işkolunda o an öne çıkan sorun değil, o an o sorunda odaklanmakla birlikte sorunun çözümünde yol aldıkça uygun bir tarzla çalışma hakkı, sosyal güvence, iş güvenliği ve sendikalaşma gibi sorunlara yayılan bir direniş, sınıfın tümünün dikkatini çekecek ve hareketlenmesi yönünde etkide bulunacaktır.
İşçi evlerinin içinde can yakıcı günlük problemler olarak yaşanan sağlık, barınma, eğitim alanlarındaki sorunlar da, yaşanacak direnişlerin içinde ister istemez gündemleşecek, hatta belki de direnişin başlangıç noktası olabilecektir. Bu alanlardaki demokratik kazanımlar emekle sermaye arasındaki güç dengelerini etkileyecektir.
İşte, geniş işçi yığınları söz konusu olduğu zaman acil güncel ihtiyaçlar harekete geçirici ivmeyi vermek açısından belirleyici olabilir. İhtiyaçlara odaklanıldığı zaman onları kalıcı güvenceye kavuşturacak demokratik siyasal kazanımlar mücadelenin diğer belirleyeni olarak kendisini gösterir. Ve aslında, bir sıralama değil ama birbirini tamamlayan farklı tutumlar, biri olmadan diğerinin olma imkânının zayıf olduğu bir güncel mücadele gerçeği söz konusudur. Hangisinin öne çıkacağı-çubuğun hangi yöne doğru büküleceği o anda yaşanan özel olay içinde belirlenecektir.
Güncel ihtiyaçların güvencesi olan demokratik siyasal kazanımların güvencesi ise, o kazanımları omurgası yapacak demokratik bir anayasa ve o anayasanın ete kemiğe bürünerek uygulanabilir bir güç kazanacağı demokratik cumhuriyettir.
Sermayenin düzeni, karşıtı emeğin kendi seçeneği olarak inşa etmeye başladığı reel sosyalizmi çekim gücü yüksek yeni bir uygarlık seviyesine taşıyamadığı için koruyamamasından da güç alarak kendisini sürdürmeyi başardı. Ama, günümüzde, kapitalizm, herkesin de çok açıkça görebileceği gibi, yapısallığının ürettiği iç gerilimler üzerinden dünya çapında çok yönlü bir kriz içinde çırpınıyor.
TC, bu krizin yoğunlaşıp patlayarak kaos yarattığı Ortadoğu coğrafyasının hemen yanı başında ve kapitalizme son geçen (aslında tam da geçemeyen) imparatorluklardan biri olan Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulmuş bir devlet.
Kendilerini devletin sahibi olarak gören “devlet sınıflarından” “seyfiyenin” içinden çıkıp gelen bir subayın/Mustafa Kemal’in öncülüğünde ve aslında Osmanlı devletini çöküşten kurtarabilmek arzusuyla çıkılan bir yolun sonunda kurulan yeni devlet/TC coğrafyası, günümüzde, küresel kriz eksenlerinin yerel kriz eksenleriyle kaynaştığı özel bir “düğüm noktası” oldu.
Küresel hegemonya krizi yerel egemenlerin ve onların siyasal örgütü olan TC’nin iştahını açar ve bölgesel hegemon güç olarak küresel hiyerarşide üste doğru sıçrayarak “sınıf atlama” çabasını ivmelendirirken, aynı TC kendi gerçekliği olan ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılık ilişkileri tarafından baskılanıp frenleniyor.
Ama daha önemlisi, böylesi kritik bir kavşağa girerken yaşanan iç-yerel krizlerin de sistemi zorlayacak oranda yoğunlaşmasıdır.
Osmanlı’nın despotik ruhunu bünyesinde yaşatarak, kendi coğrafyasının aslında en büyük gücü olan etnik ve inanç zenginliğini ezerek ya da asimile ederek “Türklük” ve “Sünni İslam” tekliğine indirgemeye çalışan totalitarizm, geldiği günümüzdeki aşamada ağır sancılarla kendisini dışa vuran iç kanamaları kışkırtarak TC’nin bünyesini zayıflatıyor.
İki süreç aynı anda işliyor; bir yandan kapitalizmin rasyonellerine uygun bir şekilde küresel egemenlerin hegemonya krizini fırsat olarak görüp “gün bugündür” diyerek cüretle öne atılan Türkiye kapitalizmi ve TC; öte yandan, başlangıçtaki günahlarının kefaretini öderken kendisinin ayakta durmasını bile zorlayan ağırlıktaki iç gerilimlerle yüzleşen, normalliği unutup kaotik bir ortamın sert gerilimleriyle sürekli sarsılıp zorlanan Türkiye kapitalizmi ve TC!
Türkiye kapitalizminin egemeni sermaye güçleri ve TC devletinin egemeni devlet fraksiyonları, yaşadıkları çıkışsızlığa, devletin yapısında faşizmi kurumsallaştıran özel bir “Başkanlık” sistemiyle çözüm bulmayı deniyor. Onlar, egemenliklerinin bırakın herhangi bir halk denetimini kendi zeminlerindeki bürokratik bir denetimle bile sınırlanmamasını, “pürüzsüz” bir alanda hızla uygulanmasını ve kendileri “her şey” olurken halkın “hiçbir şey” olup kullaşacağı bir faşist düzen kurmak istiyorlar.
Aynı kriz, halk güçleri açısından da büyük fırsatlar yaratıyor.
Devrimci demokratların ve komünistlerin, halkın mücadelesiyle despotizmin içinde açılan gediklerde yeşeren demokratik alanları ve halk inisiyatiflerini tümüyle tasfiye etmeyi amaçlayan egemenlerin güncel hareketinin tam tersine bir yönde hareket ederek, halk inisiyatiflerini yayan, önünü açan ve iktidarın merkezine yerleştiren bir yeni cumhuriyeti hedeflemeleri gerekiyor.
İki konunun özellikle vurgulanması gerekiyor.
Birincisi, despotizmin damgasını vurduğu ve devletin dışında hiçbir özneleşmeye izin verilmeyen Türkiye kapitalizminin siyasal yapısının, ne kadar saldırgan olursa olsun, “kadir-i mutlak” olmadığı-olamadığı gerçeğidir.
Demokratik siyasal kazanımlar, despotizmin içinde halkın mücadelesiyle açılan gedikler olarak ve despotizme rağmen kendisini var etmiştir.
Halk, kapitalizmin gelişip yayılmasına bağlı olarak, farklı dönemlerde devlete kendisini dayatmış, kimi hakları adeta koparıp almıştır. Ancak, bu haklar, burjuva demokratik içeriğe sahip bir anayasal güvenceye sahip olmadığı ya da halkın mücadelesi despotizmi tümüyle tasfiye edemediği için hep “pazarlık” konusu olmuş, demokratik olmayan cumhuriyetin ilk fırsatta tasfiye etmesiyle yeniden kazanılmak zorunda kalınmıştır. Açıktır ki, halkın demokratik-devrimci enerjisinin çıkışı olmayan bir kendini tekrarın/açmazın içinde kendisini tüketmesi amaçlanmaktadır.
Halk ise, büyük bedeller ödeyerek ve içinden sivrilen fedailerinin kahramanca atılımlarının da desteğiyle kazandığı kazanımların tasfiyesiyle moral bozukluğu yaşayıp köşesine çekildiği dönemler olsa da, yaşam şartlarının zorlamasıyla yeniden-yeniden despotizme kafa tutarak kendisini var etmeye çalışmıştır. 15-16 Haziran ve Gezi isyanları bu yöndeki hamlelerdir.
Elbette, Kürt halkının özgürleşme arzusu ve mücadelesi de, aynı zeminde gerçekleşen ve ulaştığı boyutlar itibariyle günümüzde despotizmi en çok zorlayan özel bir halkçı tutumdur.
İşte, kazanılan bütün demokratik haklar, despotizme karşı mücadele ederek, ona rağmen ve onda gedik-gedikler açarak, açılan gedikleri birleştirip büyüterek kazanılmıştır.
Finans oligarşisinin özgün-yerel siyasal yapısı olan despotik/oligarşik ve totaliter devlet, yapısı gereği demokrasiyle uyuşmaz, dolayısıyla halkın kazanımlarına yönelik tepkisi de, bir fırsatını arayarak ve güçler dengesinin uygun olduğu zamanları kollayarak, içinde açılan gediği/halkın demokratik kazanımlarını “kusmak” olmuştur.
Onun arzusu, kapitalizmin halkı kendi yapısallığına uygun bir işleyişle sınıflara ayırdığı ve geliştiği oranda giderek artan oranda işçileştirerek sermaye ile uzlaşmaz bir çıkar çatışmasına soktuğu halkı, kendi gerçekliğinden koparmak, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olunduğu yalanıyla uyuşturmak, devletin ve sermayenin uysal hizmetkârı, kölesi yapmaktır.
İkinci olarak vurgulanması gereken ise, ikili ya da çoklu iktidar olasılığıdır.
Kendisini bir biçimde sürdüren, içinde açılan demokratik gedikleri yaptığı karşı saldırılarla olmamışa çevirip kendisini yeniden yapılandırabilen Türkiye kapitalizminin siyasi aygıtı, siyasal ve toplumsal yaşamın her alanına sektirmeden anbean yaptığı despotik dayatmalarla şimdiye dek kendisini sürdürebildi. Ancak, bu süreç aynı zamanda yaşamın her alanında derin “fay hatları” oluşturarak ve o hatlarda sıkça yaşanan “kırılmalarla” yaşanan “iç kanamalar” üretti, üretmeye de devam ediyor.
Tek etnisite- tek inanç dayatması başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere farklı etnisite kökenliler ve inanç sahiplerini, var olma-kendisini sürdürme meşru hakkı üzerinden despotizme karşı tutum geliştirmeye zorladı, sıkça yaşanan isyanlar ve onları bastırırken acımasızca uygulanan devlet terörü sorunları çözemediği gibi gittikçe derinleştirip kangrenleştirdi.
PKK gerçeği, işte tam da buradan beslenir. 20-30 gencin Ankara’da toplanıp kararlaştırmasıyla başlayan isyanın, günümüzde yüz bini aşkın savaşçısı ve milyonlarca taraftarı olan dünyanın en büyük gerilla örgütünü yaratabilmesi, nesnel bir toplumsal zemine ayaklarını basıyor olmasından güç alıyor. Sorun önce bölgesel sonra küresel düzleme yerleşti ve çözümünü “ya ya da” gerilimiyle dayatarak TC tarihindeki belki de en şiddetli iç kanamayı yaratıyor.
Öte yandan, sermayenin Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki somut-tarihsel hareketi, kendi egemenlik alanı olan ulus-devlet/TC coğrafyasını içermesini/toplumsallaşmasını güçlendirdi.
Söz konusu hareket, süreç ilerledikçe toplumsal yaşamdaki neredeyse bütün nesneleri alınıp satılır hale dönüştürerek/metalaştırarak kendi birikiminin araçları haline getirdi, kapitalist pazarı toplumsal yaşamın merkezine yerleştirdi ve günümüze geldiğimizde toplumsal yaşamın neredeyse her alanını ve anını pazar ilişkileri üzerinden kendisine bağımlı kıldı.
Bu süreç, aynı zamanda yarattığı özgün sınıfsallaşma gerçekliğiyle, ihtiyaçları ya da çıkarları birbirinden ayrı hatta işçi sınıfı ve sermaye söz konusu olduğunda uzlaşmaz zıtlıkla yapılanmış farklı sınıf, tabaka ve zümreleri üretmiş, hepsini de kendi ihtiyaçlarını karşılama yönünde ivmelendirmiştir.
Üstelik, yine kapitalizmin özellikle son on yıllardaki hızlı gelişmesine bağlı olarak işçileşmenin sermaye dışındaki neredeyse bütün toplumsal güçlere dayatılması, toplumun çalışan kesiminin büyük çoğunluğunun işçileşmesiyle sonuçlanmıştır. İşçi sınıfının nüfusunun hızla artması ise, toplumsal gerilimlerin sermaye ve emek arasındaki uzlaşmaz zıtlık zeminine yerleşerek sertleşip gerginleştiği-gerginleşeceği anlamına geliyor.
Gelin görün ki, burada da karşımıza aynı despotizmin “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” ilkesi çıkıyor ve söz gelimi “tam da milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde…” biçimine bürünerek en meşru bir işçi direnişine dahi devletin düşmana saldırırcasına saldırmasının zeminini oluşturuyor. Kendileri emeğin yarattığı zenginlikleri gasp ederek saltanat sürenler, “vatan hainliği”, “fırsatçılık”, “aç gözlülük” gibi yüzsüzce suçlamalarla emeğinin karşılığını almaya çalışan emekçilere devletin şiddetini yöneltebiliyor.
Ancak, Zonguldak eylemliliğinden Tekel direnişine, Metal fırtınasından şimdiki havaalanı ya da Tariş direnişine dek kendisini gösteren işçi hareketleri, en meşru talepleriyle kendisini despotizme dayatıyor. Doymak bilmez bir açgözlülükle saldıran sermaye devletinin saldırılarına karşı ayakta kalıp yaşayabilmek için kendisini savunan emekçilerde biriken öfke ve enerji “uzlaşmaz” bir zıtlığın zemininde yükseliyor.
İşte, despotizmin yarattığı-daha fazlasıyla yaratacağı sancılar ve iç kanamalardan en kritik ve tarihsel sonuçlar yaratma potansiyeliyle dolu olan birisi de bu zeminde toplanıyor. İşçi hareketi, despotizmin bakış açısıyla “ayak takımının toplumun huzurunu kaçırma/sermayenin birikiminin önünü kesme girişimi” olarak görülüyor ve sermayenin çıkarları doğrultusunda ezilmeye çalışılıyor; ama, gelin görün ki, aynı zamanda gelişen kapitalizmin yarattığı gerilimler de sınıf hareketini daha da yükselmesi yönünde kışkırtıyor.
Öte yandan, laiklikten yurttaşlığa, cinsler arası eşitsizlik/erkek egemenliğinden ekolojik yıkıma dek toplumsal yaşamın tam ortasından geçen başka fay hatları da, toplumsal alanda yarattığı öfke ve enerji üzerinden “kırılmaya” zorlanıyor.
– Toplumu ahmaklaştırıp uysallaştırmak için dini kullanabilmek amacıyla var olan Kemalist-despotik haliyle bile laikliğin tasfiye edilmesi ve dinin/dinselleştirmenin Erdoğanist yorumuyla toplumsal yaşamın merkezine yerleştirilmeye çalışılması; laiklik yönündeki toplumsal hassasiyeti güçlendiriyor ve üstelik despotizmden kopuşan demokratik-özgürlükçü bir laiklik seçeneğinin toplumsal inşası için zemin oluşturuyor.
Aleviler, elbette epey dönüşüp-değişerek de olsa, tarihin epey derinliklerinden kök alıp günümüze dek kendisini sürdürebilen bir komün dinamiği olarak günümüzde devrimci-demokratik bir toplumsal özneleşme sürecinde hareket ediyor, demokratik bir laikliğin en tutarlı savunucuları olmaya çalışıyor ve inançlı Sünni Müslümanları sömürebilmek için dini kullanan “Dinbaz” alçakların baskılarına göğüs gererek, özgürlükçü bütün toplumsal dinamiklerin hepsinde en önde yer alıyorlar.
– Devleti fetişleştirip sınırları içinde yaşayanları “sorgusuz sualsiz biata” zorlayarak “kullaştırmaya” çalışan despotizme içkin tutum, Erdoğan iktidarı süresinde daha da geliştirilerek en güçlü haline ulaştırıldı.
Ancak, söz konusu “kullaştırma” girişimi, kapitalizmin gelişmesinin “büyük aile”, “hemşerilik” gibi eski toplumsal dayanışma ağlarını çözüp dağıtarak yalnızlaştırdığı ve “bireyselleşme” yönünde ivmelendirdiği geniş kitlelerde, Gezi isyanında çok açıkça görüldüğü gibi toplumsal ve bireysel düzeyde bir “özgürlük” arayışını, “saygı görme ve onurluca yaşama” arzusunu güçlendiriyor. Toplumsal yaşamda karşılaşan söz konusu iki zıt süreç, birbiriyle çatışıyor ve halkın içinde “anayasal haklara sahip özgür yurttaş” olma isteği güçleniyor.
– Zaten her dönemde sürüp gelen erkek egemen düzenin şimdiki “dinbaz” iktidar tarafından kadınların aşağılanması ve en aşağılık eğilimlerin kışkırtılması yoluyla kendi zirvesine çıkartılması, kadın cinayetlerinin ve çocuklara özellikle de kız çocuklarına tecavüzün hızla artması sonucunu yaratıyor.
İktidarın, kendi “anlam dünyası” içinden bakıp, bunca baskıdan sonra korkup sinerek diz çöküp teslim olmasını beklediği kadınlar ise, tam tersine, kararlı ve gittikçe genişleyen bir tutumla, erkek egemenliğine karşı direniyor.
Direniş sürdükçe, açığa çıkardığı “özgür yaşam” olasılığının farklı halleri ve “özgür kadın bilinci”, binbir biçime bürünmüş dolayımlarla ortalığa saçılarak coğrafyamızda yaşayan bütün kadınları farklı ağırlıklarla belirliyor, o arada özgürlükçü-demokratik bir özel kadın özneleşmesi yaratıp güçlendiriyor. Ayrıca, Aleviler gibi kadınlar da, kendilerini sadece kendi özgün ihtiyaçlarıyla sınırlamıyor, hareket halindeki bütün toplumsal özgürlük arayışlarının içinde çoğunlukla da önünde yer alıyor.
– Ekolojik yıkım, doğayı bedava bir zenginleşme kaynağı olarak görüp azgınca saldıran sermaye güçleri ve yağmacılıkta sınır tanımayan AKP iktidarı tarafından yürütülen ve yıkım gücü sürekli artan talancılığın sonucunda ortaya çıktı.
Sermayenin küresel yönelimiyle ortaklaşan yerel sermaye güçleri, yeryüzünün tümünde olduğu gibi coğrafyamızda da doğadan verebileceğinden çoğunu almaya ve sonra da ortaya saçılan çöp dağlarıyla zaten beslenme kanallarını kuruttukları doğayı kaldırabileceğinden fazla yükle doldurarak tıkayarak daha da zorluyor, yaşamı olanaklı kılan ekolojik dengeleri bozuyor. Kanser ve damar tıkanıklığı gibi hastalıklar, kader değil sermayenin azgın saldırısının sonucu olarak olağanüstü hızla yayılıyor.
Kırlarda ve şehirlerdeki yaşamı zehirleyen ekolojik yıkıma tepkili doğa savunucuları/ekolojistler, Gezi isyanında da açıkça görüldüğü gibi, farklı biçimlerde kendilerini örgütleyerek yıkımın yaşandığı alanlarda direnişçi barikatlar kuruyorlar.
İşte, neredeyse yaşamın bütün alanlarına güçlü ya da zayıf olarak yayılan toplumsal direniş ve özgürleşme arayışlarının şimdi öne çıkanlarına kısa bir göz attığımızda gördüğümüz çok açık değil mi?
Evet, sermaye ve farklı devlet fraksiyonlarının faşizmi kurumsallaştırma çabaları yol alıyor, ama tam tersi yönde hareket eden halkçı ve demokratik bir toplumsal hareketlenme de diğerinden güçsüz de olsa var ve yol alarak güçlenmeye çalışıyor.
Evet, ilkinin güç dengelerindeki ağırlığı ve üstte olduğu çok açık, ama kim diğeri yok diyebilir; öncesinde biriken enerjiyi Gezi’de patlayarak açığa çıkaran sonrasında da onca baskıya rağmen inatla var olmaya çalışan halkçı-demokratik özgürleşme arzusu çok açık değil mi?
Egemenlerin pek şatafatlı devlet şiddeti gösterileri en kalleşçe hileleri onların olsun; ama o alçakça ve acımasız şiddete ve onursuzca hilelere rağmen bir biçimde ayakta kalan, bir türlü birleşemese de orada-burada bir anda filizlenerek kendisini gösteriveren, savaşçı ve bilinçli bir önderlik tarafından eğitilemediği için egemenlerden bağımsız bir siyasal hedefe açıkça sahip olamasa da güncel ihtiyaçlarıyla sınırlı yapıp ettikleriyle aslında nasıl yaşamak istediğini görmek-duymak isteyen herkese açıkça gösteren halk güçleri günümüzün gerçeğidir.
“Bu halktan bir şey olmaz” diyen yenilgili ruh hali ve sinizm madem öyle kenara çekilip gölge etmesin yeter; yaşayabilmek için dişiyle tırnağıyla direnmekten başka yolu kalmayan ve her şeye rağmen direnen toplumsal güçler ise, şayet onları hem ortaklaştıran hem de verdikleri mücadeleyle uyumlu siyasal hedefe kavuşturan bir halkçı-demokratik zemine yerleşebilirlerse, umudun, neşenin ve özgürlüğe doğru yürüyüşün tarihsel öznesi olabilirler.
Halkçı özneleşme ancak mücadelenin içinde oluşabilir ve yine ancak mücadele güçlendiği zaman tarihsel sonuçlar yaratacak bir özneleşme düzeyine sıçrayabilir; aslına bakılırsa birbiriyle bakışımlı ilerleyen, bir sarmaşık gibi birbirine sarılıp tutunan söz konusu iki olgu, aynı sürecin farklı yapı taşlarıdır.
Ortaklaşamayan ve kendi ihtiyaçlarının belirlediği bağımsız bir zemine yerleşemeyen halk mücadeleleri hiçbir kalıcılık garantisi taşımayan kısmi kazanımlar sonrasında sönümlenmeye ve kısa süre sonra kazandıklarını yitirmeye yazgılıyken; isterse en doğru hedefler ve programlarla desteklenmiş olsun, halkın dişiyle tırnağıyla yürüttüğü mücadeleyle ortaklaşamayan-onunla ruh ve canlılık kazanamayan hiçbir siyasal zemin kendisini gerçekleştiremez, güzel sözler olmanın ötesine gidemez.
İşte, iktidarın gittiği yolun/faşist bir diktatörlük inşasının tam tersi istikamette ilerlemeye çabalayan halkın yolunun/toplumsal bir özgürleşme arayışının-demokrasi özleminin içinde ve önünde olarak güçlenmesini sağlamak, kendisini özneleştirmesine ve iktidarlaşmasına güç vermek ve ön açmak gerekiyor. Mücadelenin sürmesi ve güçlenmesi halkın iktidarlaşmasının önünü açacağı gibi, halkın iktidarlaşması da mücadelenin sürmesinin ve daha da güçlenerek daha yüksek hedeflere yönelmesinin önünü açacaktır.
Halkın iktidarlaşması, çok yönlü küresel kriz ve onunla bakışımlı olarak kendisini var eden çok yönlü yerel kriz ortamında, sadece daha olanaklı olmaz ama aynı zamanda farklı içerikler yüklenebilir ve bağlı olarak farklı biçimlere bürünebilir.
Söz gelimi, Kürt halkının özgürlük arayışı bir zamandır beri böyle bir konuma yerleşmiş durumda; artık o sadece muhalefet değil aynı zamanda bir iktidar gücüdür de. Kürt halkı, başta özgürlük olmak üzere kendi bağımsız ihtiyaçlarını merkezinde olduğu bir toplumsal özneleşme zeminine yerleşti, egemenler ve diğer halk güçlerinden oluşan bütün diğer toplumsal güçlerle dost ya da düşman biçiminde ilişkiler kurarak özel bir bağımsız güç olarak yerel ve bölgesel güç dengelerinde konumlanıyor.
Öte yandan yerel düzeyde yaşanan “devlet krizi” olgusu, devletin iç dengelerini bozup aslında halktan “gizli” kalması gereken yerlerini kısmen aydınlatmış, halk güçlerine devletin “açıklarını” ve “zayıf” yanlarını göstermiş, egemenlik alanındaki farklı fraksiyonları devleti kurtarmaya yönelik bir kutsal ittifakta hızla ortaklaşmaya itmişti. Ancak, söz konusu “kutsal ittifak” derinleşirken yaşadığı sorunlarla baskılanarak tıkandı. Derinleşemeyen “ittifak” kırılgan ve yüzeysel bir dokuda varlığını sürmekte zorlanarak iç gerilimler yaşıyor.
İşte, çok zamandır içinde sarsıldığımız kaotik ortam son aşamasında sıçradığı devlet krizi momentinde halk güçlerine özneleşme ve iktidarlaşma yönünde kanallar açarken, kaotik ortamın yarattığı sonuçlardan birisi olan devlet krizi o kanalları daha güçlendirme fırsatları yaratıyor.
Mücadelede ısrar, onu çeşitlendirip zenginleştirerek, her gücün aynı zamanda kendisi de olacağı uygun ortaklaşmalarla güçlendirerek ve aynı zamanda diğer güçlerden bağımsızlaşarak kendi ihtiyaçlarını merkeze koyduğu hedeflerle derinleştirerek yol almak; halkın özneleşmesini ve iktidarlaşmasını sağlayacaktır.
İktidarlaşma, iktidarın tümüne sahip olma biçimine indirgenmemeli, kısmi-parçalı iktidarlaşma ya da iktidar alanının bir kısmında konumlanma da iktidarlaşmanın bir biçimi olarak anlaşılmalıdır. Böylesi bir konumlanma, halkın daha da güçlü mücadele yürüterek daha tarihsel derinliğe sahip olacağı bir yapıda özneleşebilmesinin önünü açacaktır. İktidarın tümünü fethetmek ise, mücadele sürecinin inişli çıkışlı ilerleyişinde yaşanacak gerilimlerde, halkın gücüyle neyi ne kadar koparabileceği gerçekliği üzerinden belirlenecektir.
Halk güçlerinin diğer güçlerden bağımsız ve kendi ihtiyaçlarını merkezine alan hedefi, aniden havadan düşmeyecek, gökyüzünde bir güneş gibi beliriverip önümüzdeki karanlığı ışığıyla aydınlatıvermeyecek ya da başka biçimlerde gönüllerden geçen güzel şeyler üzerinden keyfi olarak belirlenmeyecek; ama, özgün bir gerçeklikten, içinde yaşadığımız toplumsal ve siyasi yapının tarihsel tıkanma noktası olan despotik devletleşme gerçekliğinden çıkıp gelerek; Gezi’de patlamalı olarak kendisini gösteren özgürleşme arzusuyla ve bugün hareket halindeki halk güçlerinin acil ihtiyaçları ve kazanılmış haklarının korunması mücadelesinin ortaklaşmasıyla kendisini somutlaştıran “gerçek/somut-tarihsel bir belirlenim” olarak kendisini var edecektir.
Hayallerimiz ayaklarını yere basarak halkın ihtiyaçlarıyla ortaklaşabileceği bir yapıda kendisini somutlaştırmalı ve tam da o ortaklaşmanın belirlediği “Demokratik Anayasa – Demokratik Cumhuriyet” bayrağıyla parlatılıp sivriltilerek egemenlerin ortaklaştığı faşizmin kurumsallaşması sürecine dayatılmalıdır. O bayrağın ima ettiklerinin faşizmin saldırılarına rağmen hayatın bütün alanlarında fiilen inşa edilmesi, halkın iktidarının kendine özgü bir tarzda kurumsallaşmasından başka bir şey değildir.
Egemen blok her ne kadar ortaklaşma iradesini gösterebilmiş olsa da, bu ortaklığın şimdiki iç gerilimi bir geleceğinin olmasının zor olduğunu gösteriyor. Aslında iki ayrı odak olan Erdoğan ve Ergenekon’un ayrı iktidarlaşma belirtileri ve bağlı olarak da devlet krizinin yeniden öne çıkma olasılığı, Kürt halkının fiili iktidarlaşmasıyla birleşince, karşımıza çıkan bütünsel tablo şimdiki kaotik durumun derinleşerek süreceğini gösteriyor. Yakın gelecekte, bütün toplumsal ve siyasal güçlere kendisini kabul ettirmiş merkezi-hukuki bir iktidarın kendisini devlete hakim kılarak devleti yeniden bütünsel, iç dengeleri oturmuş bir meşru-hukuki zemine yerleştirmesi oldukça zor gerçekleşebilir.
İşte, derinleşen bir kaotik süreç, halk güçlerine kendi ihtiyaçlarını koruma ve herkese dayatma zorunluluğunu dayatıyor, yoksa ensesine vuran elinde kalan ekmeğini kapacaktır. Kendi yaşama hakkını ve ihtiyaçlarını koruma doğrultusunda hareket eden halk güçleri, karmaşanın içinde yeni bir güç alanı-çekim gücü olarak kendisini var edebilir, bu bir hayal değil gerçekliğin içinden çıkıp gelen bir fırsat, hayalse de gerçekçi bir hayaldir.
Evet, son tahlilde “ikili” ama kendisini çoklu biçimde dışa vuran bir “çoklu iktidar” dönemine girebiliriz. Bu durumun, “ikili iktidar” söyleminin hemen akla getirdiği gibi bir “an” değil bir “süreç” olarak yaşanması yüksek olasılıktır.
Bu süreçte, bir özel güç/söz gelimi Erdoğan ya da Ergenekon odağı, diğerlerinin üstünde devlet olanaklarını kullanarak hegemonya kurabilir- “resmi” iktidar odağı olabilir;¸ama gerçekte, bu iktidar, toplumsal meşruiyet ve hukuk sisteminden destek alarak bütünsel bir hegemonya kuramayan, tümüyle gücüne-güç dengesindeki oynamalara bağlı olan bir iktidar olacak; dolayısıyla, kalıcı ve gerçek bir hakimiyet kuramayacak, sadece çıplak güç üzerinden kendisini var edebildiği için sürekli hukukun dışına taşacak ve “suçlu” durumuna gittikçe daha fazla sürüklenecektir. “Resmi” ama meşru, hukuki ve hegemonik olamayan, sürekli şiddet kullanarak iç kanamaları arttırıp kaotik ortamı kalıcılaştıran hatta kaosa doğru sürükleyen, ülkenin bölünmesinin zeminini hazırlayan bir iktidar!
Böylesi bir ortamda halk kendisini koruyamazsa köleleşmeye mahkum olacaktır. Halkın kendisini kendi gücüyle ortaya koyarak gerici süreçleri engelleyememesi, ülkeyi etnisite ve inanç farklılıkları üzerinden bölünmeye sürükleyecek, uzun bir tarihsel dönem kaybedilecektir. Mücadele ve mücadele sürecinde özneleşip iktidarlaşma bir zorunluluktur.
Kürt halk özneleşmesi, kendi seçeneğini radikal demokrasi-demokratik özerklik üzerinden var etti.
İşte, farklı bir zemine konumlanmaya yatkın olan ya da toplumsal gerçekliğimiz tarafından farklı bir zeminde konumlanma konusunda belirlenen bir özel halkçı güç de “kendisi olmaya”-özneleşmeye çalışıyor
Bu güç, kendisini Gezi’de dışa vuran ve günümüzde sınıf hareketini de kapsayan çok farklı toplumsal dinamiklerde kendisini ifade eden özel bir toplumsal hareket: Yoksullaştırma politikalarının acilleştirdiği ihtiyaçlarını elde etmeye odaklanmış bir kanaldan akan güçlerle, özgür-demokratik yurttaşlık ve laiklik talebiyle akan bir kanalda akan güçlere doğru zenginleşerek yayılıp genişliyor. Yayılıp genişleme, ekolojik yıkıma karşı doğa savunuculuğu ve erkek egemenliğine karşı kadın kurtuluşu hedefiyle hareket eden kanallarla sürüyor.
Bu güçlerin hepsinin acil ihtiyaçları ortaklaşmaya uyumlu bir dokuya sahipler, ortaklaşarak mücadele etmek, mücadele sürecinde belli eşikleri geçtikçe özel bir halkçı-demokratik ortaklaşma yaşamak ve nihayet bugünün kaotik ortamında ayakta kalabilmek için iktidarlaşmak birbirini doğurup besleyecek-belirleyecek eşikler/momentlerdir.
Katılımcısı bütün hareketlerin ihtiyaçlarını ve taleplerini anayasal güvenceye alan bir demokratik anayasa şimdi ayrı kanallardan yürüyen bu güçlerin ortak bir zemine/bayrağa kavuşmasını kolaylaştırır, güçlendirir, özneleşmesinin ve iktidarlaşmasının önünü açar.
Mücadele, evet güzel sözler değil sadece mücadele halk güçlerini bölen etnik ya da inanç farlılıklarının kurduğu önyargı barikatlarını aşabilir. Kendi egemenliklerini sürdürebilmek için halkın/halkların içinde düşmanlıklar yaratan sermaye güçlerinin şeytanca hesapları bozulduğu oranda mücadelenin-mücadelelerin uygun ortaklaşma yaşaması kaçınılmazdır.
Halkçı, demokratik ve devrimci sol güçler, şimdi tarihin sınavından geçecekler. Kaotik ortamda ayakta kalmaya çalışan halk güçlerinin mücadelelerinin içinde olmak, görev icabı ya da öylesine değil, sonuç almaya odaklı bir tarzla mücadelelerle kader ortaklığı derinliğinde bir ortaklaşma yaşamak-davranmak gerekiyor.
Böylesi zor bir sürecin gereksindiği sorumlulukla kuşanmak, en başta da ortada duran kaya ağırlığındaki yükleri kaldırabilmek için devrimci hareketin şimdiki parçalı duruşunu uygun ortaklıkla aşmak, halk güçlerine umut verecek bir halkçı-demokratik bir ortaklaşmanın siyasal zeminini yaratabilmek gerekiyor. Ama, o zemin, sadece görüşmeler yaparak değil, aynı zamanda sokaklardaki halk hareketinin içinde olarak ve hareketlerin ortaklaştığı bir sürecin bakışımlı ilerleyen başka bir kanalı olarak yaratılabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.