90’lı yıllarda Şili’de Politik Ekoloji Enstitüsü adlı sivil toplum örgütü gelişmiş ülkelere “Tamam, size dolar borcumuz var ama siz de ozon deliğini yaratarak bizim çevremizi bozdunuz ve sağlımızı tehlikeye attınız. Bunun karşılığında sizin de, özür dilemenizin ötesinde bize bir de borcunuz var” diyerek ekolojik borç kavramını ortaya atar Bu yazının amacı iklim ve çevre adaleti […]
90’lı yıllarda Şili’de Politik Ekoloji Enstitüsü adlı sivil toplum örgütü gelişmiş ülkelere “Tamam, size dolar borcumuz var ama siz de ozon deliğini yaratarak bizim çevremizi bozdunuz ve sağlımızı tehlikeye attınız. Bunun karşılığında sizin de, özür dilemenizin ötesinde bize bir de borcunuz var” diyerek ekolojik borç kavramını ortaya atar
Bu yazının amacı iklim ve çevre adaleti kavramlarına açıklık getirmektir. Her iki kavram çoğu kez aynı anlamda kullanılmakta ise de aralarında fark vardır. Çevre kavramı içinde, yakın, yaşadığımız çevre ve bu çevrede ortaya çıkan değişiklikler ve bunlar karşısında aranan adalet anlayışı olup iklim adaleti daha çok küresel bir düzeyde gerçekleşir ve tüm insanlığı ilgilendirir. İklim değişikliği konusunda adalet nasıl sağlanmalıdır ve ekolojik borç kavramı bu adaleti sağlamada önemli bir araç olabilir mi? Ayrıca adalet sağlanacaksa bunun kurum ve araçları ne ve nasıl olmalıdır sorusu sorulmaktadır. İklim adaleti ile kapitalist sistem arasındaki ilişki araştırılmakta ve önemli olanın iklim değişikliği değil iklimi değiştiren sistemin değiştirilmesi konusuna vurgu yapılmaktadır.
İklim değişikliği, sürdürebilir kalkınma, ozon tabakasıyla ilgili son zirve Paris’te 2015 yılında yapıldı. 1827 yılında Jean Baptiste Fourier’nin ilk kez tanımını yaptığı sera etkisi, 1873 yılında Viyana’da kurulan Dünya Meteoroloji Örgütü, 1967 yılında ilk küresel ısınma uyarıları ve 1972 yılında Stockholm’de başlayan sürdürülebilir kalkınmayla ve dolayısıyla çevre ve iklimle ilgili zirve ve sonrasında 1979 yılında Cenevre’de gerçekleşen ilk iklim konferansından bu yana yapılan zirvelerin sayısını unuttuk. Galiba 21 kadar zirve yapılmış. Bunun yanı sıra belki yüzlerce düzenlenmiş, düzenlenecek toplantılar, konferanslar, sempozyumlar var. Raporlar ise havalarda uçuşuyor. Hükümetlerarası İklim Uzmanları Grubu’nun iklim değişikliğiyle ilgili yazdığı raporlar tartışılıyor; kimi abartılı diyor, kimi daha bunlar iyi günleriniz diyor. Birleşmiş Milletler’den Pasifik Okyanusu’ndaki ada devletlere kadar herkes iklim değişikliğinin peşinde; kimi kurban, kimi de pay çıkarmaya çalışıyor. Artık herkesin kafasına dank etti: “Duyduk duymadık demeyin; iklim değişiyor. Gerekli önlemleri almazsak, halimiz perişan. Dünya yaşanılmaz hale gelecek” ve diğer binlerce uyarı. Ama kimilerinin de hiç umurunda değil. Çünkü iklim değişikliğiyle yeni “kâr” kapıları açılıyor. Kutuplarda petrol, maden aranıyor ve kutuplardan geçerek deniz yolu taşımacılığında tasarruf sağlanmak isteniyor. Dünyada derecenin bir iki derece artmasını pazarlıyorlar.
Bizim konumuz iklim adaleti ve tabii ki iklim değişikliğiyle ilgili. İklim değişikliğinin sonucu herkesi ve her yeri aynı şekilde etkilemiyor. Yine iklim değişikliğine neden olanlar aynı kişiler, kurumlar değil. Ancak iklim değişikliği tüm dünyayı kapsadığından ve dünyanın geleceği söz konusu olduğundan sorumluları ortaya çıkarmak önemli. Kim ve nasıl yaratıyor iklim değişikliğini? Yeni bir olay mı? Gezegeni nasıl bir gelecek bekliyor? Gezegen kaybederse zaten herkes kaybedecek. O halde, zaman varken iklim değişikliğinin nedenlerini ve sorumlularını saptayıp adaleti sağlamak ve dolayısıyla gezegenin, insanlığın geleceğini kurtarmak zorundayız. Önce iklim değişikliğiyle başlayalım.
1999 yılında ilk kez kullanılmaya başlayan iklim adaletinin temelini oluşturan iklim değişikliği konusunda önce kısa bilgiler verelim. Nedir iklim değişikliği, neden iklim değişmektedir, sonuçları nedir ve ne olacaktır?
Dünyamız güneşten gelen ışınlarla ısınır. Atmosferde ısıyı tutan gazlar vardır. Işınlar atmosferi geçer, yeryüzünü ısıtır. Gazlar ısının bir kısmını tutar ve ısı kaybına engel olurlar. Atmosfer ısıyı tutma ve geçirme özelliğine sahiptir. Bu sayede yeryüzünün ortalama sıcaklığı 15 derece düzeyinde kalır. Buna sera etkisi diyoruz. Sera etkisine neden olanlar sırasıyla su buharı (%36-70), karbondioksit (%9-26), metan (%4-9) ve ozondur (%3-7). Sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte işte bu gazların miktarı, salımı giderek artmaya başlamış ve atmosfer güneş ışınlarının yansımasını daha fazla tutmaya başlamıştır. Sera giderek ısınmaya başlamıştır ve bu da iklim değişikliğine neden olmaya başlamıştır. 1850 yılında 200 milyon ton olan karbondioksit salımı 90’lı yıllarda yıllık 36 milyar tona ulaşmış ve bu miktar 2010 yılında 47 milyar tona ulaşmıştır. Türkiye Paris’te yapılan son iklim zirvesinde (COP21) dördüncü kez “Günün fosili” ödülüne layık görülmüştür. Peki bu artışın, karbondioksit salımının kaynağında ne vardır? Fosil yakıtların daha fazla (petrol, kömür), sanayi gazlarının kullanılması (hidroklorfluokarbür, tetraflüorkarbür), karbondioksiti emen kuyular olarak ormanların yok edilmesi, yine karbondioksiti özümseyen deniz ve okyanusların kirlenmesi, tarım ve hayvancılığın yeşil alanları yok ederek artması, geçinme tarımı yerine piyasa tarımına yönelme ya da tarımı tek ürüne yöneltme, biyoyakıt adına tarım alanlarının ele geçirilmesi, toplu taşıma yerine bireysel taşıtların kullanımın artması, küreselleşmenin artmasıyla malların emeğin ucuz olduğu yerlerde üretilip binlerce kilometre yol kat edip farklı noktalarda satılması, kentleşme ile toprağın yok edilmesi, soğutucu gazların kullanımı (CFC, HCFC), gıda sanayinin saldığı gazlar (azot peroksit), aşırı düzeyde gübre kullanımı ve diğer birçok neden… Dünyamız ilk kez iklim değişikliğiyle karşılaşmıyor ama bu kez karşımızda farklı bir olay var: İklim değişikliğinin nedeni insan ya da daha doğrusu insanlar ve içinde bulundukları üretim araçları ve ilişkilerini belirleyen sistem. Sera gazı salımlarını bugün kessek bile bugüne kadar salımı yapan gazlar etkilerini daha yıllarca sürdürecektir. BRICS diye anılan yükselmekte olan ülkeler Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’da sera gazı salımları giderek artmaktadır.
İnsanoğlu bu gezegende 200 bin yıldır yaşıyor. Bu insanların gezegenin durumunda ne zaman belirgin etkiler yapmaya başladı diye sorduğumuzda ilk 199 bin 500 yılı hızla geçmek gerekiyor. Değişikliğin ilk başlangıç yılları sömürgeciliğin de başladığı 1600’lü yıllar. İkinci önemli aşama ise sanayileşmenin ve bunun sonucunda kentleşmenin de artmaya başladığı 1950’li yıllar. Giderek şiddetlendiği yılları ise küreselleşmenin başladığı 2000’li yıllar olarak kabul edebiliriz. Şimdi ise yaptıklarımıza bakarak durum ciddi ve gezegeni nasıl kurtarabiliriz diye zirveler peşinde koşarak zırvalıklarla zaman kaybediyoruz. Fosil yakıtların verdiği zarar ötesinde belki de çevre konusunda mücadelesini sürdüren Vandana Shiva’nın da dediği gibi “fosilleşen düşünceler daha da zararlı”. Dünya genelinde ortaya çıkan “iklimsel öfkeyi” ve yarattığı “iklimsel kırımı” nasıl önleyebiliriz? Sistemi ve politikasını değiştirerek iklimi mi değiştireceğiz yoksa iklim mi insanları ve sistemi değiştirecek? Dünyamız iki derece mi ısınacak yoksa üç derece mi ısınacak sorusuna yanıt bulmak adına incelemeler yapılırken kimileri de dereceyi pazarlamakla meşgul.
İklim adaleti, adalet kavramı ve ilkelerin çevre ve iklime uyarlanmasıdır. Adalet kavramı insanların yaşadığı çevreyi ve çevredeki değişiklikleri dikkate almalı, sorumluları, kurbanları ve verilecek yaptırım ve cezaları saptamalıdır. İnsani müdahalede bulunduğu gibi “Çevreci müdahalede” de bulunmalıdır, hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzeyde. Başkasına zarar verme, kasıtlı zarar verme, insanın yaşadığı çevreye taammüden zarar verme, yaşam niteliğine zarar verme, insan, hayvan ve bitkilerin yaşamına dolaylı, dolaysız yollarla zarar verme ya da yok etme, kirlilikle yaşamı tehdit etme gibi yeni suç kavramları üretiliyor, üretilmeli de. Nasıl yeni sayısal teknolojilerin gelişmesiyle bilişim suçları da ortaya çıkmış ve adalet kavramı bunlara uygulanmış ise iklim, çevre adaleti konusunda da yeni suç, ceza kavramları bulunmalıdır. Kısacası iklim değişikliği ya da küresel ısınmanın kaynakları nelerdir ve adalet kavramı bunları nasıl dikkate alacaktır? Adalet isteğinin kaynağındaki oyuncular kimlerdir ve kimler yararlanacaktır? İklim adaleti tek başına yeterli midir ya da bunun yanında gıda, beslenme, açlık, tarım ve uluslararası güç ve mücadele, biyoçeşitlilik gibi konular da ele alınacak mıdır? Normatif bir bireycilik yaklaşımı yani kişilerin ahlaki istekleri mi önemlidir, kültürel ve toplumsal olarak toplulukların önemi ve duyarlılığı öne çıkacaktır ya da uluslararası güç ve ilişkilerin anahtarı olan devlet ve yapısı mı öne çıkacaktır? Kısacası iklim adaletini sağlamak derken neyi kastediyoruz ve bu adaleti nasıl ve kim(ler) adına dağıtacağız? Gördüğümüz gibi konu çok boyutlu ve karmaşık. Şimdi çevre ve iklim adaleti kavramlarını görmeye çalışarak bu konudaki görüşleri ele almaya çalışalım.
İklim adaleti ile çevre adaleti iç içe geçmiş bir kavramdır. Kimi zaman ikisi de aynı anlamda kullanılıyor, kimi zaman farklı olarak kullanılıyor. İklimdeki değişiklik çevreyi etkiliyor ve çevredeki değişiklik iklime etki ediyor, yani biraz tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan hikâyesi. Ancak biz burada çevre adaletini iklimle olan bağlantısını göz ardı etmeyerek farklı bir anlamda kullanacağız ve iklimle olan bağlantısı dışındaki çevre adaletine yer vereceğiz. Söz konusu adalet çevreye verilen zarar sonrası bu zararın onarılması ve zarar gören çevrede yaşayan insanların da adalete başvurup bozulan çevrelerinden dolayı maruz kaldıkları zarar karşısında hak, tazminat talep etmeleridir. Çevre adaleti daha çok yerel ya da ulusal düzeyde kalırken iklim adaleti daha çok dünyamız ve geneliyle ilgilidir. Ancak yerel ya da ulusal düzeyde çevreye verilen zararın önemine göre dünyamız da etkilenmektedir. Dünya genelindeki iklim değişikliğinin örneğin buzulların erimesi ve okyanus, deniz seviyelerinin yükselmesinin yerel ve ulusal düzeyde etkileri olacaktır. Bunun yanında küresel ısınma ile atmosferde meydana gelen değişiklikler, özellikle tropikal bölgelerde fırtınaların, tayfunların, sel baskınlarının artmasına neden olmaktadır. Giderek ısınan dünyada sudan yoksun olan bölgeler daha da kuraklaşacaktır ve çöl gibi alanların daha da büyümesine neden olacaktır. Sadece insanlar değil kara ve denizlerdeki ekosistemler de etkilenecektir. İnsanlar iklim sığınmacıları haline geleceği gibi hayvan ve bitkiler de göç etmek zorunda kalacaklardır ve şimdiden göç etmeye başlamışlardır. Biyoçeşitlilik can çekişmektedir. Bu noktaları dikkate alarak çevre adaleti konusunda birkaç örnek verebiliriz. Örneğin baz istasyonlarının belirli bölgelerde kurulması ve bu istasyonların çevre ve insan sağlığına verdiği zarar üzerinde tartışmalar sürmektedir ve kimse yanında, semtinde baz istasyonu istememektedir. İnsanlar bu konuda mahkemelere başvurmakta ve kimi zaman kazanıp baz istasyonunun başka yere nakledilmesini (zarar vermeyecek bir bölgeye nakledilmesi önemli) sağlamaktadırlar. Devletin çevre koşulları ve insan yerleşimleri ve gereksinmelerini dikkate almadan her derede HES (hidro elektrik santral) yapması çevre adaletinin bir diğer ilgi alanıdır. Derelerin doğallığını, çevreye katkısını ihmal edip birkaç KW kazanmak çevre adaletine uygun mudur? Ülkemizde örnekleri çoktur. Yaşadığınız çevre yakınında çöplük yapılmasını ister misiniz? Ya da nükleer santral? Etkileri henüz tam olarak belirlenmemiş genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) yakınımızda, köyümüzde yetiştirilmesine nasıl izin vereceğiz? Yerli tohum kullanılmasının yasaklanması ve çiftçileri yabancı tohum almaya zorlama bu kişilerin yaşam alanlarının, çevrelerinin bozulmasıdır. ABD’de Meksika Körfezi’nde petrol araştırma kuyusunun dikkatsizlik sonucu milyonlarca ton petrol yayması ve deniz yaşamını etkilemesi, kıyıda yaşayanların çevrelerini etkilemesi hem bir yerel çevre felaketi hem de evrensel bir çevre felaketidir. Üç ay boyunca şirketin maliyetleri kısma, daha fazla kâr amacıyla malzeme, teknik ve insan emeği alanında açgözlülük adına kısıntıya gitmesi 5 milyon ton petrolün okyanusa karışmasına neden olmuştur. Verdiği zarar nedeniyle petrol şirketine karşı dava açılmış ve milyonlarca dolar tazminat ödenmek zorunda kalınmıştır ama verilen zararın dolar olarak karşılığını da bulmak çok zordur. Yine birçok petrol tankerinin kıyılarda parçalanarak verdikleri, zararları biliyoruz. Afrika’da Nijerya’da Shell şirketinin çevreye ve doğaya verdikleri zararı karşılamak için ne milyon ne de milyar dolar yeterlidir. Hindistan’ın Ghopal kentinde kimyasal ürün üreten fabrikanın patlaması sonucu ölen ve yaralanan insanlar dışında çevreye verdiği zarar nasıl hesaplanabilir? Doğaya verilen zararın sadece parasal bir karşılığı yoktur. Doğanın bir saygınlığı da vardır ve bunun parasal karşılığı yoktur. Kendine özgü bir değeri vardır ve kamusal bir onaya yol açamaz. Örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz çevre kıyımları ve bunun sonucunda haklı olarak istenen çevre adaleti gördüğümüz gibi kişi, şirket ya da devlet tarafından gerçekleştirilebilir.
Yukarıda dünyada iklim değişikliğinin ilk kez gerçekleşmediğini belirtmiş ama bu kez yaşadığımız değişikliğin kaynağında insan ya da insanların ve etkinliklerinin olduğunu belirtmiştik. İnsan ile doğa arasındaki ilişki hep iki uç arasında yer almıştır. Bir yönde, doğa insana yasasını kabul ettirerek yaşamın ve ölümün kaynağında yer alan yaratıcı, üstün, kendiliğinden gelişen bir güçtür. Diğer yönde ise doğa, bilimin çözmeye ve denetimini ele almaya çalıştığı, yasaları ve bunların bağlı olduğu olguların bütünü olarak düşünülür. Her iki düşüncede de bu ilişkilerin anahtar sözcükleri zorunluluk ve egemenliktir. Bu iki uç arasında sorun insan ile doğa arasında uyumun koşullarını bulmak ve sağlamaktır. Bu uyumu sağlayacak ise insanın kendisidir. İşte bu noktada iklim değişikliğini çözümlemenin birçok yolu ortaya çıkar. Bunlardan biri de insanı ya da insanları bu değişikliğin odağına yerleştirmektir. İnsan hala akıllanmamıştır. Doğayla uyumlu iç içe yaşarken açgözlülüğüyle doğanın dengesini bozmuş, yaşanılamaz hale getirmiş ve doğanın baskısına egemenlikle yanıt vermeye kalkışmış ve sonuçta da iklim değişikliğine neden olarak kendi yaşamını da tehlikeye atmıştır, atmaktadır. Kimileri ise insanın doymak bilmeyen tüketim hırsını ele almış ve bunun da doğal kaynakları tükettiğini ve dolayısıyla iklim değişikliğine yol açtığını söylemektedir. Kimileri fosil yakıtları sorumlu tutar. Evet, kaynağında bu kaynakların tüketilmesi ve yarattığı sonuçlar vardır ama bu kaynakları kim ortaya çıkarmakta, kim pazarlamakta, kim ne için kullanmaktadır? Esas sorulması gereken de budur. Kimileri ise iklim değişikliğinin kaynağında, özellikle gelişmiş ekonomilerin “büyüme tutkusunu” yerleştirirler. Nereye kadar büyüme? Büyümenin de bir sınırı olmalı ve doğayı yağmalayan bir büyümeye izin verilmemelidir. Yoksa yarattığı iklim değişikliği sonunda zaten büyümenin gemlenmesine neden olacaktır. İklim değişikliği, içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin sömürgeleşme döneminden bugüne kadar gelen ve halen devam eden yağmacı, talancı, sömürücü, her şeyi metaya dönüştüren, doğayı, çevreyi ve buradaki canlı cansız her şeyi satmayı öngören açgözlü yapısının sonucundan başka bir şey değildir. Sadece yeni liberal biçimi değil içerdiği büyüme kavramı ve tutkusuyla, kaygı duymadan kâr amacıyla kullandığı doğal kaynaklarla kapitalizm sistem olarak dünya genelinde sadece insanlık için değil gezegenimizdeki yaşam için de bir tehdittir. Bugünkü yaşanan ve neden olduğu çevre sorunlarını anlamamakta ve getirdiği çözümlerde bu anlayışı sürdürmeye devam ettirmektedir. Çözüm olarak “yutturmaya” çalıştığı kimi reform ve öneriler -yeşil ekonomi, kirletme hakkı, karbon piyasası, biyobankacılık, küçülme gibi- ise geçerli bir almaşık sunmaktan öte çevre ve iklim sorununu daha da karmaşık hale getirmektedir. Konuyu sadece doğayı mahveden insan, aşırı büyüme, fosil yakıtlar olarak ele almak bu insanların hangi üretim ilişkileri içinde yaşadığını arka düzleme itmekten öte bir işe yaramaz. Dolayısıyla iklim değişikliğini yaratan kapitalist sistem ve gelişmiş ülkelerdir. Sorumlu olanlar da onlardır ve iklim adaleti isteniyorsa suçlu olan sistem yargılanmalı ve hesap vermelidir. İklim değişikliğine katkıda bulunan gelişmiş ülkeler ayrıca gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynaklarını talan etmiş ve kendi çıkarları için kullanarak dünya iklimini değiştirmiş ve değiştirmektedir. Gelişmekte olan ülkeler hem kaynaklarından yoksun olduğu gibi bu ülkelerin yarattığı ve sorumlu olmadıkları iklim değişikliğinden de büyük ölçüde etkilenmektedirler ve dolayısıyla sınırlı kaynaklarıyla bu değişikliğe çözüm bulmakta zorlanmaktadırlar. Bu nedenle gelişmiş ülkeler büyük ölçüde sorumlu oldukları iklim değişikliğinin yarattığı sonuçları üstlenmeli ve bu ülkelere “borcunu” ödemelidirler. İşte iklim değişikliği ile iç içe olan bu kavram “ekolojik borç”tur. İklim adına adalet sağlanacaksa bu adaletin maddi, parasal yönü de “ekolojik borç” adı altında ifade edilir. Kuşkusuz sadece parasal yönü yoktur ve toplumsal, manevi, etik, kültürel yönleri de vardır. Peki nedir ekolojik borç?
Az gelişmiş, gelişmekte ya da yükselen ekonomiler yabancı ülkelerin resmi ya da özel kurum ve kuruluşlarından aldıkları borçlarla giderek artarak iktisadi ve siyasi bağımlılıklarını tehlikeye soktukları gibi geri bu borçları ödemekte de zorluk çekmektedirler. İşte faiziyle birlikte sırtlarında büyük bir borçla dolaşan ülkeler bu borca karşılık, özellikle Güney Amerika ülkelerinde başlayan bir hareketle zengin kapitalist ülkelerin sanayi devriminden beri her açıdan sömürdükleri, kimi zaman talan ettikleri kimi zaman da maliyetini karşılamayan fiyattan aldıkları kaynaklarının karşılığı olarak ekolojik borcun ödenmesini talep etmektedirler.
Nedir ekolojik borç? Neleri kapsar? Parasal olarak hesap edilebilir mi? Ekolojik boyutları dışında siyasi, ahlaki, hukuki boyutları nelerdir? Kısaca bunları görmeye çalışalım.
90’lı yıllarda Güney Amerika ülkelerinden Şili’de “Institut Ecologica Politica” (Politik Ekoloji Enstitüsü) adlı sivil toplum örgütü (STÖ) gelişmiş ülkelere “Tamam, size dolar borcumuz var ama siz de ozon deliğini yaratarak bizim çevremizi bozdunuz ve sağlımızı tehlikeye attınız. Bunun karşılığında sizin de, özür dilemenizin ötesinde bize bir de borcunuz var” diyerek ekolojik borç kavramını ortaya atar. Ekvador ise talan edilen ormanları için şunu dile getirmiştir: “Tamam, bu ormanlar iklim değişikliğine karşı önemli bir güvence. Ben bu ormanları işletmiyorum ama bunun karşılığında bana bir ücret ödeyin” demiştir. Böylece ekolojik borç kavramı finansal borç koşutunda hem de çevresel koşulların talan edilmesi koşutunda ortaya çıkar ve uluslararası gündemde yerini alarak kimi önemli iklim ve çevre zirvelerinde tartışmaların başlatılmasına neden olur. 1992 Rio zirvesinde STÖ’ler borç antlaşması imzalarlar.1999 Johannesburg zirvesinde ekolojik borcun tanınması ve talebi için uluslararası kampanya başlatılır. 2000 yılında Prag kentinde ekolojik borç alacaklıları Güney Ülkeleri Birliği kurulur. 2004 yılında bu kez Avrupa devreye girer ve ekolojik borcun tanınması için Avrupa Ağı kurulur. Bu borç 2009 yılında siyasi arenaya da girer ve Yeşiller-Avrupa grubu Avrupa Parlamentosu’nda ekolojik borçlarla ilgili bir önerge sunar. Tüm bu tartışmalar sonucunda iklimsel borç, kuşak borcu, kaynakları sona erdirme borcu, çevre borcu gibi kavramlar da ortaya çıkar.
Ekolojik borç Ekvador ülkesinden Accion Ecologica (Ekolojik Eylem) adlı STÖ’nün tanımına göre “Kuzey’in sanayileşmiş ülkelerinin Üçüncü Dünya Ülkelerine karşı kaynakların talanı, çevreye verdiği zarar, sera gazı gibi sanayileşmiş ülkelerden gelen tehlikeli çöpler için çöplük olarak kullanılması şeklinde çevrenin ücretsiz işgaliyle biriken borç”tur. Gant Üniversitesi (Belçika) Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi’nin tanımına göre de “Üretim ve tüketim uygulamasıyla bir ülkenin diğer ülkeye verdiği zarar ve ekosistem ve mal ve hizmetlerin bir ülke tarafından başka ülkelerin bu ekosisteme haklı olarak erişim hakkının aleyhine sömürüsü ya da kullanımı”dır. Martinez-Aller’in tanımına göre de “Fakir ülkelerden yerel ya da global dışsallıklar konusunda telafi (tazminat) içermeyen fiyatlardan hammaddelerin ihraç edilmesi ve zengin ülkelerin mülkiyet hakkı ödemeden ve ücretini vermeden çevre mal ve hizmetlerini aşırı kullanması” ekolojik borç tanımına girer. Gördüğümüz gibi iki ülke arasında, daha doğrusu kapitalist sistem ve çevre ülkeler arasında-eşitsiz koşullarda ortaya çıkan bir değişim söz konusudur ve kurban da hep aynı ülke(ler)dir. Özellikle çevre ve insan sağlığı açısından onarılması imkânsız sonuçlar yaratan bu değişim sonucu çevre ülkeler -işbirlikçi sınıfların da desteğiyle- büyük zarara uğramaktadırlar ve bunun telafisi için ekolojik borcun ödenmesini istemektedirler. Bu borcu, dünya ile insan arasında ve kuşaklar arası yani çevre merkezli ve insan odaklı olarak ele alan görüşler de vardır. İnsan dünyadan alır, o halde dünyaya borçludur. İnsanın etkinliği ekosistemin yükünü aşmamalı ve aştığı zaman insan doğaya borçlanır. Ama kimi zaman bu etkinlik doğada kimi türlerin, kaynakların tamamen kaybolmasına neden olur, yani geri dönüşü yoktur. Bu borç kuşaklararası ve ülkeler arası da bir borçtur ve çok eski tarihlerde başlamıştır. Tabii burada kimi ahlaki ve etik sorunlar da karşımıza çıkmaktadır. Atalarımız teknik ilerleme ve insanın mutlu geleceği için iyi şeyler yaptıklarına inanıyorlardı. O halde bu borç olabilir mi? Yaşlıların pişman olmaları yeterli mi? Peki ya şimdiki kuşak, önceki kuşağın borçlarını ödemek zorunda mı? Gelecekte ne olacağını daha iyi biliyor ama ona göre sorumlu davranıp borçlarını ödemeli ya da yeni borç yaratmamalıdır? Bugünün gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ülkelerin geçmişte ve bugün tükettikleri gibi tüketirse -ki hakları da vardır- dünya kaynaklarının sonu ne olacaktır? Sadece Kuzey ülkelerinin tüketicileri mi sorumludur? Atalarımız farklı davransaydı biz bugün bu borçtan söz ediyor olacak mıydık? gibi soruları daha da uzatabiliriz.
Peki, bu borç neleri, hangi tarihten itibaren kapsamaktadır? Dünya nüfusunun yüzde 20’si toplam tüketimin (ve dolayısıyla doğal kaynakların) yüzde 80’ini tüketiyor. Dolayısıyla çevreye verilen zararın ve iklimde gerçekleşen değişikliğinde sorumlusu bu yüzde 20’lik kesim yani Kuzey’in zengin kapitalist ülkeleri. Başka bir hesaba göre bir Avrupalı 43 kg doğal kaynak tüketirken, bu sayı bir ABD’li için 88 kg, bir Avustralyalı için 100 kg, bir Asyalı için 14 kg ve bir Afrikalı için 10 kg’dır. Bu eşitsizlik kölelik ve sömürgecilikle başlar ve günümüze kadar devam eder. Borcun sadece çevresel boyutu yoktur ve toplumsal-tarihsel bir boyutu da vardır.
Borç genelde 4 başlık altında toplanmaktadır:
1- Karbon borcu: Fakir ülkeler kendilerinin doğrudan sorumlu olmadıkları, zengin ülkelerin ürettiği sera gazı salımlarının çevre ve insana verdiği sonuçlarından etkilenmektedirler.
2- Biyokorsanlık: Yine zengin ülkelerin çok uluslu gıda ve ilaç sanayileri fakir ülkelerin kullandıkları tohum ve bitkilerin geleneksel bilgilerine el koymakta, çalmakta ve sonra da bu bilgileri patent adı altında tekrar bu ülkelere satarak ikili haksız bir kazanç sağlamaktadırlar.
3- Doğal kaynakların (su, orman, yeraltı ve yerüstü kaynakları, fosil kaynaklar vb) talanı: Kimi kez geri dönüşü olmayacak şekilde doğal kaynakların işletilmesi, ihracı, çevrenin kirletilmesi, zehirlenmesi. Sonuçta sömürülen ülkeler kendi kaynaklarını kullanamadığından kalkınmaları da yara almaktadır.
4- Fakir ülkelerin topraklarının (sularının) değişik amaçlarla kullanılması: Geçim tarımının terk edilerek tek kültürlü tarıma yönelme (palmiye, soya ekimi ya da biyoyakıt için geniş alanların kullanılması), tehlikeli çöplerin boşaltılması gibi.
Dolayısıyla kimi açlık, yetersiz beslenme sorunlarının kaynağında da çok uluslu şirketlerin dünya piyasalarına yönelik bu tarım politikaları vardır. Bunların dışında değişim değerlerinin eşit olmaması, zengin ülkelerde yasaklanmış kimi ürünlerin üretilmesi ve satılması, hammadde fiyatlarında ekolojik maliyetin dikkate alınmaması, fikir ve sanat eserlerine telif hakkı verilmemesi, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların kabul ettirdiği yapısal uyarlama programlarının sonuçları, özelleştirme yoluyla kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesi, kimyasal, nükleer silahların denemelerinin yapılması ve çevre ve insan sağlığına verdiği zararlar gibi öğeler de kimilerince ekolojik borç içinde görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan tüm bu gelişmeler dolaylı ya da dolaysız yolla iklime de etkide bulunmaktadır. Gördüğümüz gibi borcun kapsamı geniştir. Peki, bu geniş kapsamlı borç nasıl hesap edilecektir ya da parasal bir karşılığı bulunabilir mi? İşte borcun en zor yanı da burasıdır ve kimi yerlilerin geleneğinde olan doğanın kutsal değeri nasıl hesaplanacaktır? Hesaplansa bile bu borcu devletler mi, şirketler mi, gelecek kuşaklar mı ödeyecektir? Kaybolan canlı türlerin hesabı nasıl yapılacaktır? Borç hangi tarihten itibaren hesaplanacaktır? Borcun ayrıca uluslararası ya da devletler arası hukuki bir zemini yoktur. Kimi ülkelerde zaman zaman karşılaştığımız çevre sorunları devlet ve genelde çok uluslu şirketler arasında hukuki bir zeminde tazminat davası şeklinde çözümlenmektedir. Örneğin Texaco Ekvador’da amazon ormanlarını 25 yıldır sömürüp katlettiği için bu ülkeye 6 milyar dolar öder. Ama verdiği zararın maliyetinin 709 milyar olduğu söylenmektedir. Petrol şirketlerinin ya da petrol tankerlerinin verdiği zararlar bir şekilde tazmin edilmektedir. 1984 yılında Hindistan’da kimyevi üretim yapan fabrikadan kaynaklanan patlamanın (Bhopal felaketi; 20 bin civarında ölü) verdiği zararın ödenmesi gibi. Tabii bu tür tazminatların çevreye verdiği zararı tam olarak karşıladığı söylenemez. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki borç altında kıvranan ülkeler bu borçlarını ödeyebilmek için kapitalist sistemden gelen baskıyla çevre, doğal ve insan kaynaklarını daha fazla işletmektedirler. İklimsel değişiklik için oluşturulan GIEC (Uluslararası İklim Uzmanları Grubu) gibi uluslararası bir kuruluş ekolojik borç konusunda bir çalışma yapabilir ve hukuki bir zemin hazırlayabilir. Kimi çevre maliyetlerini hesaplamak da zor değildir. Örneğin, petrol çıkarmanın çevreye verdiği zarar, ormanları yok etme, aşırı avlanma gibi. Dünyamız sadece zenginlere ait değildir. Dünya hepimizin tarihsel sorumluluğu altında olsa da verilen zararlar çok farklı olup sorumluluk da bu nedenle farklı olmak zorundadır. Söz konusu olan borç ile amaç doğaya bir fiyat biçmek değildir. Amaç toplumsal, ekolojik, hukuki sorumlulukları belirlemek, adalet, eşitlik adına kaynakları daha iyi paylaşmaktır. Etik, siyasi sorular sormaya yardımcı olur ve her zaman bir koz olarak kullanılabilir. Neoliberalizmin açgözlülüğünü etkisiz hale getirmeden ekolojik borcun azaltılması da mümkün gözükmemektedir.
İklim değişikliği nedeniyle ortaya çıkan iklim adaleti kavramını ve bunun sonucu geliştirilen ekolojik borcu gördükten sonra bu adaletin nasıl ve hangi yollarla sağlanacağına bakalım. Daha önce de kısaca söz ettiğimiz gibi bu borcu hesaplamak zor görünmektedir. Hesaplansa da kim ne için, kime hangi tutarı hangi kuşakların adına ve hangi sorumluluk adına ödeyecektir. Adaletin sağlanması gerekir ama hangi yollarla ve araçlarla?
İklim değişikliği ve adalet arasındaki ilişkiler gördüğümüz gibi zor ve karmaşık bir sorun. Adaletli iklim nedir ya da olabilir mi? İklim değişikliğinin yarattığı sonuçlar çok boyutlu ve yanımızdaki akarsudan tepemizdeki biyosfere kadar ortaya çıkan ve geleceğimizi de tehdit eden bir sorunlar yumağıyla karşı karşıyayız. Adaleti tartışmanın iki ekseni olabilir: Çevre ve insan. İnsan ve yaşadığı çevrede ortaya çıkan sorunlar ki yıllardır ihmal edilip görmezlikten gelindikten sonra şimdi telaş içinde çözümler aramaktayız ve özellikle de gelecek kuşakları ve dolayısıyla gezegenimizin geleceğini kurtarmak zorundayız.
Adaletin sağlanması konusunda üç boyutu ele alabiliriz:
1- İnsan boyutu: İnsan çevresine karşı tümüyle kayıtsız kalarak adaletsiz davrandı. Kuşkusuz her insanın katkısı da farklı. Öyleyse insan doğaya, çevreye karşı olan tutumunu değiştirmeli. Ama adalet açısından kişisel olarak verilen zararı saptamak da zor. İşin içine bir de kuşaklar girdiği zaman olayın karmaşıklığı daha da artmaktadır.
2- İnsanlar boyutu: İnsanlar etkinlikleriyle, yaşam biçimleriyle, fakiriyle zenginiyle yarınını düşünmeden çevreyi talan etti, bozdu ve giderek de yaşanılamaz hale getiriyor. Bu insanlar içinde sorumluluğu daha fazla olanlar, dolayısıyla eşitsizlik var. Giderek kıt hale gelen çevre ya da doğa kaynaklarının kullanımı da eşit değil. O halde adalet bunun farkında olmalı ve insanları verdiği zarara göre yargılamalı. Ama nasıl? Yedi milyar insanı nasıl yargılayacaksınız?
3- Devletler ya da sistemler boyutu: Toplumsal ve ekonomik bir yapı olarak sistem ve temsil ettiği devlet ya da devletler iklim değişikliğine neden olan sera gazı salımlarından sorumludurlar. İklim değişikliğine neden oldular. Ama esas sorumlular Kuzey’in gelişmiş ülkeleridir.
Burada adalet konusunda iki eksen söz konusu:
1- Düzeltici adalet ki bu adaleti iklim değişikliğinden Kuzey ülkelerine göre daha az sorumlu olan Güney ülkeleri savunuyor. Gezegeni siz yediniz bitirdiniz, talan ettiniz ve bizim de başımıza hiç de kaynağında olmadığımız çok boyutlu sorunlar çıkardınız. O halde bunu düzeltin. Nasıl mı? Yardım edin, çevreyi mahvetmeyecek yeni teknikleri bulun ve bize verin. Çünkü bizim yeterli parasal kaynağımız yok.
2- Paylaşımcı ya da dağıtıcı adalet ki bu adaleti Kuzey ülkeleri savunuyorlar. Tamam adaleti sağlayalım ama iklim değişikliğine karşı mücadelede maliyetleri paylaşalım. Rio zirvesinde ortaya çıkan ortak ama farklılaşmış sorumluluk kavramı da böyledir. Dünya ve iklimi ortak malımız, herkes eşit şekilde katkıda bulunmalı. Burada tarihsel sorumluluk unutulmaktadır. Kuzey ülkeleri olarak biz olayın farkına vardık ve düzeltilmesi için de hepimizin katkıda bulunması gerekiyor. Birlikte yeşil teknolojiler yaratalım, karbon piyasasıyla değişikliğe çözüm bulalım, kalkınma sürdürülebilir olsun gibi öneriler yapılıyor. Ancak sahte ya da yanlış çözümleri de ortaya çıkarmak gerekir. Bu tür çözümleri/teknikleri kimin ne adına yaptığına dikkat edilmesi gerekir.
İlk iki boyut soyut kavramlar. İnsan ve insanlar demekle suçluyu ortaya çıkarmak zor. Ancak devletler ve çok uluslu şirketleriyle, lobileriyle, siyasi örgütlenmeleriyle kısacası üretim araçlarının mülkiyeti ve üretim ilişkileri yoluyla iklim ve çevreye verilen zararın kapitalist sistem olduğunu belirlemek çok da zor değil.
İklim değişikliği doğal bir olay değildir. Zengin kuzey ülkelerinin yaptığı bir seçimdir. Fosil yakıtları seçmeleri, bunları çok uluslu şirketler yoluyla açgözlülük, kâr amacıyla dünyanın her yerinde emeği ve çevreyi talan ederek ve sömürerek sürdürmeleridir. Bu kapitalizmin ve sömürgeciliğin tarihi ve dünyaya verdiği zarardır. Adalet adına dağıtıcı ya da paylaşımcı harcamalar kim için yapılacak ve kime yarayacaktır? Değişikliği yaratanlar önce kendilerini korumayacak mıdır? Karar vericiler yine onlar değil midir? Dolayısıyla değiştirilmesi gereken iklim değil iklim değişikliğini yaratan sistemdir. Ekolojik borç tutarı ve kimin kime ne ödeyeceği belirlense bile sorunu çözmeyecektir. Yeşil teknoloji, yenilenebilir enerjiyi kim üretecek, denetleyecektir? Uluslararası ceza mahkemesi gibi iklim ya da çevre adaletini sağlayacak bir adalet düzeneğini kim nasıl ortaya çıkaracaktır?
Daha önce de söylediğimiz gibi sorun karmaşık ve çetrefilli. Ama sorumlular, daha doğrusu sorumlu belli: Kapitalist sistem ve doğa dahil her şeyi metaya dönüştüren zihniyeti. İklim değişikliğiyle ilgili bilimsel çalışmalar giderek yoğunluk ve kesinlik kazanmış olsa da bilimsel belirsizlikler sürmektedir. Enerji sektörünün etkisi çok önemlidir ve belki de buradan başlamak gerekir. Uluslararası sistemde bu konuda ceza ve yaptırım özellikler bulunmamaktadır. ABD’nin tek başına karbondioksit salımlarının yüzde 25’ine sahip olması iklim adaleti açısından ele alınması gereken önemli bir konudur ve özellikle dünyanın iklimsel geleceği salımlardan büyük ölçüde sorumlu olan enerji firmalarının genel kurullarında alınan kararlara ve destekledikleri lobilere bağlıdır. Etienne Balibar’ın da belirttiği gibi “Finansal sermayenin egemenliğine karşı seçenek oluşturmak için koruma gereklilikleriyle (toplumsal kazanımlar, kurumlar, eğitim, sağlık) ile düzenleme gereklilikleri (finansal işlemler, nüfus akımları, enerji ve çevre sorunları) arasında denge noktası bulmak gerekir” ve bu denge noktasını bulmak zor görünse de mücadele devam etmelidir. 19-22 Nisan 2010 tarihinde Bolivya’nın Cochabamba kentinde “İklimsel değişime karşı halkların evrensel konferansı”nda Dünya-Ana konusu ele alınmış, toplumsal mücadele ile çevre mücadelesinin iç içe olduğu önemle belirtilmiş ve özellikle “Buen Vivir”den (iyi yaşamak) “Vivir Mejor”a (daha iyi yaşamak) geçilmesine karar kılınmıştır. Daha iyi yaşayacağımız/yaşatacağımız bir dünya dileğiyle… Çünkü henüz yaşayacağımız başka bir dünya yok.
Kaynaklar:
Remy Herrera: Un autre capitalisme n’est pas possible, Syllepse, 2010.
Renaud Duterme, Eric de Ruest: La dette cachée de l’economie, Les liens qui liberent, 2014.
Henri de Bodinat: Les sept plaies du capitalisme, Leo Scheer, 2012.
İsmail Kılınç: Ekolojik borç, CBT, Kasım 2013.
İsmail Kılınç: Küreselleşmenin son halkası: Kapitalizm kutuplarda kâr peşinde, sendika.org, Temmuz 2015.
İsmail Kılınç: Çevre ve İklim sığınmacıları(I,II,III, IV), sendika.org. 2014.
Science et Vie dergisi, no:1179, Aralık, 2015.
Barboros Çetin: Denizi doldurmakmı? İnsanlık suçu, Cumhuriyet gazetesi, 27-1-2016.
Ergin Yıldızoğlu: Kapitalizm ve “Antropocene”, Cumhuriyet gazetesi, 11-1-2016.
Catherine Larrere: Justice environnementale, Multitudes,no:26, 2009(deey.free.fr)
Frederic Paul Piguet: Justice climatique et interdiction de nuire, Globethics.net/theses, no: 11, 2014.
Pascal Acot: Histoire du climat, du bigbang aux catastrophes climatiques, Perrin “tempus”, 2009.
Etienne Balibar ile söyleşi, L’humanité dimanche, 31 mart 2016.
Olivier Godard: La Justice climatique mondiale, Découverte, Paris, 2015.
İnternet kaynakları:
ethiquepublique.revues.org;protestants.org; fr.wikipedia; contretemps.org; lemonde.fr; peuples-solidaires.org; france24.com; ccfd-terresolidaires.org; climatchallenge.be; implications-philosophiques.org; miseror.org; globethics.net; alternatives-economiques.fr; ritimo.orh; cairn.info; theconversation.com; aede-eela.com; mouvements.info; persee.fr; hebdo.ch; primitivi.org; amisdelaterr.org.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.