Şunlar da var: Bir defa, McKinsey denetimi, üzeri örtülemez biçimde (AKP ve lideri ne söylerse söylesin, basın ne yazarsa yazsın) krizin varlığının, hükümet ve politik düzeyde de itiraf edilmesidir.
İktisadi krizden, sermaye birikimi yeniden canlandırılarak çıkılacak ise… Ki öyledir… Ekonomik sürece dair, bir takvime; bu takvim boyunca verilecek taahhütlere; uluslararası para sistemini ve mal ticaretini aksatmayacak somut kesin tedbirlere ihtiyaç vardır. Bu tür bir düzenleme de uluslararası kapitalist sistemde IMF’yi dâhil etmeden henüz keşfedilmiş değildir
AKP Hükümeti’nin McKinsey isimli, uluslararası kuruluşla hükümeti denetlemek üzere anlaşmak zorunda kalması, IMF’nin kontrolü ile sonuçlanacak sürecin ilk adımıdır. Öyle görünüyor ki gittikçe derinleşen iktisadi kriz, hükümetin “kendi başına hareket etme” imkânlarını sınırlayacak, egemen sermaye sınıfının (ve bu sınıfın bağlaşığı uluslararası sermayenin) taleplerinin artık dolaylı değil, doğrudan yerine getirilmesine yol açacaktır.
Makalem tamamlandığında, Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan, “Bunlardan fikri danışmanlık hizmeti de almayacaksınız dedim,” açıklamasını yaparak, McKinsey ile yapılan anlaşmanın iptal edildiği izlenimine yol açmıştı. Fakat McKinsey ile anlaşma resmen iptal edilse bile, (henüz bu yönde resmi açıklama yapılmadı) makalemde değişiklik yapmaya gerek görmedim. Çünkü hükümet bu türden bir anlaşmayı IMF ile yapmaktan kaçınamayacaktır.
AKP hükümeti, egemen sermaye sınıfının dolaysız siyasi temsilcisi değildir. Fakat kapitalist devletin ve sermaye sınıfının hükümetidir. Nihai olarak sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet etmektedir.
İktisadi konjonktür, seçim zaferleri ve egemen sermaye fraksiyonu ile rekabet eden daha küçük taşra sermayesinin desteği ve yarattığı baskıcı rejimin imkanları ile, kapitalist devlet ve egemen sermaye sınıfına mesafe de koyabilmiştir.
İhalelerde taşra sermayesini açıktan açığa kayırma, yarı resmi sermaye örgütlerinde egemen sermaye yöneticilerini dışlama, bürokraside egemen sermaye temsilcilerini tasfiye etme, yerleşik bürokratik geleneklere son verme vs sonucu sanki kapitalist devletin dışında bir yönetim yaratmış izlenimi vermektedir. Fakat, düzenin partisi olarak, kapitalist sermaye birikimini yoğunlaştırıp hızlandırmaya gönüllü hizmeti, son kertede, egemen sermaye sınıfının temel çıkarlarına koruyup, geliştirmiştir. Zaten başkası da olamazdı.
Şimdi, ağırlaşan krizde, sermaye devletinin hafızası canlanmış, “uluslararası denetim” hatırlanmış, AKP’nin “şark kurnazı” tarzı nedeniyle şimdilik uluslararası denetimin “ilk aşaması” uygulamaya konulabilmiştir. Kriz derinleştikçe, sonraki aşamada (şark kurnazlığı ile hangi bahaneleri uydurursa uydursunlar) IMF ile yeni bir anlaşma kaçınılmaz hale gelecektir.
McKinsey ile yapılan anlaşma (kapsamı henüz açıklanmadı ama neyi içerirse içersin) ile uluslararası kapitalist sisteme, sistemin kurallarına, taleplerine, ve nihayet beklentilerine uyulacağına dair bir “imaj” yaratılmıştır. (AKP şark kurnazı anlayışı ile bu denetim işini propagandif olarak politik çıkarlarına uygun biçimde kullanacaktır, içeriğini saklayacak kamuoyuna farklı bir içerik açıklayacaktır vs.) Bu imaj asla IMF ile yapılacak bir anlaşmanın yaratacağı “kesin bir teminat” yerine geçemez. Yine de uluslararası sistemde oluşan Türkiye’nin siyasi tercihlerine yönelik tereddütleri büyük ölçüde giderecek bir anlama sahip olduğunu belirtebiliriz.
İktisadi krizden, sermaye birikimi yeniden canlandırılarak çıkılacak ise… Ki öyledir… Ekonomik sürece dair, bir takvime; bu takvim boyunca verilecek taahhütlere; uluslararası para sistemini ve mal ticaretini aksatmayacak somut kesin tedbirlere ihtiyaç vardır. Bu tür bir düzenleme de uluslararası kapitalist sistemde IMF’yi dâhil etmeden henüz keşfedilmiş değildir. AKP, kendi çıkarlarını koruyacak, kapitalizme göbekten bağlı olduğunu kitlelerden (işçi sınıfı) gizleyecek diye keşfedilecek de değildir.
McKinsey’in yürüteceği ekonomik denetim süreci, IMF’nin resmi müdahalesine kadar varsa da varmasa da, bizi (işçi sınıfını) sert bir saldırı bekliyor. Yani McKinsey ile anlaşma yapılmasaydı da bir saldırı programı gündeme gelecekti.
Saldırının maddi gerekçesini, sömürüyü yani işçi sınıfının yarattığı değerin (artı-değer) çoğaltılması zorunluluğu oluşturur. Sermaye sınıfımızın bu artı-değerin çoğaltılması işinde, yani sömürünün artırılmasını yerine getirme hususunda, yeterli hatta fazlasıyla tecrübesi vardır. Bu tecrübeyi hafızasında taşıyan devleti, öz örgütleri de vardır. Ayrıca gani gani memurları, uzmanları, profesörleri de…
Bizim tarafa bakarsak, yani işçi sınıfının örgütlerinin büyük kısmının sağ sendika bürokrasisinin yönetimi altında etkisiz kılındığını görürüz. Sınıfın öz örgütlenmeleri de zayıftır. Ve sol siyaset, öncü işçiler arasında yeterli tabana sahip olmadığı gibi, anti-kapitalist sosyalist fikirler sınıf üzerinde yeterince etkili değildir.
Olabilir… Ama diyalektik işe karışabilir ve sınırlı da olsa bir yandan AKP teşhir edilirken, öbür yandan anti-kapitalist propagandanın öncü işçilerde yankılanması ile, kitlelerle görülmemiş ölçüde geniş bağlar kurulabilir.
McKinsey ile varılan anlaşma, AKP’nin, uluslararası kapitalizmin doğal bir unsuru olduğu, “Avrasyacılık, yerli paralarla dış ticaret vb” gibi söylemlerinin “fantezi” olduğunu da açık biçimde ortaya koymuştur.
AKP’nin güya emperyalist devletlere “meydan okuma” gibi propaganda edilen aslında “bazen sitem, bazen söylenip kızmaktan” öteye gitmeyen basit tepkilerinin mesnetsiz olduğunu da gözler önüne sermiştir. Tabii maddi bir temelinin olmadığını olamayacağını da…
Bu gerçeklik, sol siyaset ve öncü işçilerin AKP’yi kuvvetli biçimde teşhir etmesi için muazzam bir imkandır: Sistemin ürünü bir parti, uluslararası sisteme göbeğinden bağlı bir parti, sisteme karşı çıkamaz! Karşı çıkma gösterileri göz boyamaktan ibarettir!
Şunlar da var: Bir defa, McKinsey denetimi, üzeri örtülemez biçimde (AKP ve lideri ne söylerse söylesin, basın ne yazarsa yazsın) krizin varlığının, hükümet ve politik düzeyde de itiraf edilmesidir.
Kriz bir dizi etkenin (politik, sosyal vs) yardımıyla baş göstermiştir ama esas belirleyici olan kapitalizmin iç kuvvetleridir. Kapitalizme içkin yasa ve eğilimlerin kaçınılmaz sonucudur.
Bu noktada bizim burjuva ve burjuva-sol iktisatçılarımızın “yanlış iktisadi politikalar”, “hükümetin siyasi hataları”, “Kredi sisteminin yanlış kullanılması” iddiaları ikincil öneme sahiptir. Bunlar ancak krizin hızını, zamanını ve şiddetini etkiler. Kriz kapitalist-emperyalist sistemin bir parçası olan ve AKP iktidarı döneminde sisteme maddi bağı (uluslararası işbölümü ve iktisadi entegrasyon) aşırı biçimde güçlenmiş olan kapitalist Türkiye ekonomisinin krizidir. Ve kitlelerin (işçi sınıfının) iyiliği için aşılacaksa, bu ancak anti-kapitalist bir programla mümkün olabilir!
Şunu da belirtmeli ki, bizim yerli burjuva sol-iktisatçılarımızın “AKP hükümeti, uluslararası güçlere veya emperyalizme teslim oldu” görüşünü ısrarla, üstelik büyük bir keşif yapmış gibi ileri sürmeleri, Türkiye’nin sanki emperyalist kapitalist sistemin dışında işleyen bir ekonomiye sahip olduğu gibi yanlış bir anlayıştan kaynaklanır. Daha vahimi bu yanlış anlayış bizim egemen sermaye sınıfımızın, çıkarlarının sanki uluslararası kapitalizmden (ve emperyalizmden) farklı olduğu (yani bunların emperyalizmin bağlaşığı olmadığı) gibi bir mantıki sonuç da üretir. Böylece nihai olarak işçi sınıfına anti-kapitalist propaganda yapma ve yerli sermaye sınıfını hedef gösterme imkânını ciddi ölçüde sakatlar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.