Dünyayı Sarsan On Gün’de bir Menşevik aydına kararlılıkla “iki sınıf var biri burjuvazi, diğeri proletarya. Biriyle değilsen öbürüylesin” diyen Bolşevik işçinin işaret ettiği saflaşmayı ve netliği dayatan bir durumla karşı karşıyayız
Oy vermek burada, tekil sermaye temsilcilerinin sandık başındaki takdirleri değil; rejim değişikliğiyle burjuvazinin sınıf çıkarlarının birbirine uyumlu olduğu, dahası birbirine göbek bağıyla bağlı olduğunu ifade etmektedir
“İşçi sınıfı AKP’ye oy veriyor.” Gezi’den bu yana yedi başlıkta altı kez[1] sandık başına gidildi. Bu seçimler hükümet etme ve muhalefet karşısında gücünü tahkim etme açısından AKP tarafından bir araç olarak görüldü ve politika yapma süreci buna göre şekillendi. Çeşitli kazanımlar elde edilemeyen seçimlerde ama özellikle de son seçimlerden sonra bu cümle siyasetin sınıf temelli bir doğaya sahip olduğunu işaret eden önermelere yanıt olarak gösterildi. Sınıf nosyonunu dikkate alırmış gibi görünen bu ifade, insanların “politik ve ideolojik yaklaşımlarıyla” onların “sınıf pozisyonu ve sınıf çıkarları” arasında bir ilişki olduğunu ifade eden Marksist önermeyi ve tarihsel maddeciliğin bunu ifade etmemize olanak veren diğer öncüllerini tek kalemde ilga etme “başarısı” gösteriyordu.
Enver Gökçe’nin ölümünden sonra yayımlanan bir şiirinde kullandığı ifadeyle dünyanın yarısı bugün (ne yazık ki) “kızıl çağla” değil. Öte yandan yarısı, -hatta belki daha fazlası- “kan” ve “irin”. Türkiye açısından Gezi sonrasında özellikle de 2015’in ortalarından itibaren yine Gökçe’nin ifadeleriyle söylenirse “çok şükür, hayvanlar gibi sürüp çıkarılıyor faşizm”. Bu süreç dünyada da 2008 krizi ve sonrasında Arap coğrafyasında patlayan isyanların Libya’da emperyalizm tarafından çevrelenmesiyle başlayan, temel taşların yerinden oynadığı, belli temel direklerin sarsılmaya başladığı, işlerin şimdiye dek alışılagelenden farklı biçimde ilerlemeye başladığı bir döneme denk düştü. Art arda çeşitli isimler sıralandı, Erdoğan, Trump, Orban, Putin, son olarak Bolsonaro. Sadece liderler değil çeşitli siyasi hareketler ve partiler de bu süreçte faşizmin yükselişini ifade edecek biçimde güç kazandılar; Almanya’da AfD, İtalya’daki faşist ittifak, Fransa’da Ulusal Cephe/Ulusal Birlik, Yunanistan’da Altın Şafak, çeşitli ülkelerde benzer başka ırkçı eylem ve faaliyetler…
Üzerine devasa bir literatür bulunan devlet-sınıf ilişkileri, siyasal alan-iktisadi alan ilişkisi gibi konuları tek celsede karara bağlamak, hele de bunu günlük bir yazıyla gerçekleştirmek ne yazık ki olanaklı değil, bu yüzden de bu konuda bir şeyler söylemek pek çok bakımdan riskli.[2] Ancak böyle bir yazı, işçi sınıfının AKP’ye oy veriyor olmasına çokça odaklanan analizlerin, burjuvazinin AKP’ye oy verdiği olgusunun üzerinden atlama ihtimali taşıdığına dikkat çekebilir. Oy vermek burada, tekil sermaye temsilcilerinin sandık başındaki takdirleri değil; rejim değişikliğiyle burjuvazinin sınıf çıkarlarının birbirine uyumlu olduğu, dahası birbirine göbek bağıyla bağlı olduğunu ifade etmektedir. Hükümet, uluslararası finans-kapital ve onun yerli ortağı ülke burjuvazisi özü itibariyle ortak bir sınıf programına sahiptir. Merceği meselenin bu boyutuna tutmak, siyasetin sınıf temelli bir doğaya sahip olduğu ve karşı hegemonya projelerinin de kendisine bunu eksen alması gerektiği yönündeki önermenin anlatmak istediklerini çok daha berrak ifade edecektir.
Türkiye’de 2000’lerin ilk on yılına 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilecek Anayasa Referandumuna varan ve o dönem asla bitmeyeceğine inanılan bir “demokrasi asr-ı saadeti” damgasını vuruyordu. Bu “asr-ı saadetin” yaşandığı günlerde; egemen blokla olan birincil çelişkinin sınıf çelişkisi olmadığını, önemli çelişkilerin “egemen durumdaki üretim ilişkileri düzeyinde değil, siyasal ve ideolojik ilişkiler düzeyinde ortaya çıktığını” ifade ederken “sömürü ilişkilerinin artık belirleyici olmadığı” noktasına savrulan yaklaşımlar altın çağını yaşıyor, bunun doğal sonucu olarak “bütün toplumsal kimliklerin söylem yoluyla kurulduğu”[3] bir siyasal mücadele tarzı siyasetin egemen mantığını belirliyordu. Lenin yaygın olarak bilinen formülasyonuyla şöyle demişti; “bir liberal için, ‘demokrasiden’ genel olarak söz etmek doğaldır. Ama bir Marksist şunu sormayı asla unutmaz: ‘hangi sınıf için?’”[4] Özünde sınıf çıkarları, sınıf mücadelesi, sömürü, sermaye birikimi gibi nosyonların siyasi süreçlerle ilişkisini yok sayan veya bunu “indirgemecilik” olarak niteleyerek başka nedenleri eşitler düzeyinde bunların yanına ekleyen yukarıdaki yaklaşımlar açısından önce özerk, sonra bağımsız ve en son toplumsal yaşamın diğer veçhelerine üstün bir siyasal alan taraf ediliyor; demokrasi tartışması da bu alanın sınırları içerisine hapsediliyordu. Demokrasinin bu tanımı demokratik taleplerle bunları vaat eden öznelerin sınıfsal karakteri arasındaki göbek bağını kesip atıyor, çağımızın “her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali-sermayenin ve tekellerin çağı” olduğunu ve “bu eğilimin sonucunun da siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı ölçüde yoğunlaşması”[5] olduğunu ıskalamış oluyordu. Bunun siyasi sonucu, siyasal rejim ve burjuva sınıfın emperyalizm çağındaki gerici karakteri arasındaki kategorik bağın göz ardı edilmesi oluyordu.
Asr-ı saadetin ardından, “kendine has özellikleri mali-oligarşinin baskısı”nın yanı sıra “her alanda gericilik ve artan ulusal baskı”[6] olan dünya sistemi, 2008 krizinin ardından türbülansa girdi. Sonrasında irtifa kaybı başladı; ‘Arap Baharı’, ardından Suriye’de derinleşen çatışmalar, ABD’nin Asya’ya yönelişi, IŞİD’in önce Irak’ta sonra Suriye’de bir ‘aktör’ olarak ortaya çıkarılması, Rusya’nın Ortadoğu’daki sürece dahil olması gibi bir dizi gelişme dünyadaki tabloya bambaşka bir karakter kazandırdı. Bunların her birinin Türkiye’de de karşılıkları oldu. Sonrasındaki yakın tarih, zaten bugünü deneyimleyen kuşağın tanıklığında yaşanıyor. Artık toplum içindeki çeşitli etnisite, mezhep, grup ve yaklaşımların birbiriyle mutlak bir uyum içinde yaşayıp birbirine sahip çıktığı, çok kültürlü birleşik bir millet vaazı geride kaldı; ülkede ve dünyada “otoriter liderler ve yönetimler” çağı açıldı. Herkes adını böyle koymasa da uluslararası finans-kapitalin ve onun yerli ortağı pozisyonundaki Türkiyeli burjuvazinin sınıf çıkarları, “vicdanına” üstün geldi.
Bu noktada sınıf çıkarlarıyla politika arasında bir ilişki olup olmadığı sorusunun belki de en berrak yanıtı, burjuvazinin bir sınıf olarak davranıp davranmadığına bakıldığında anlaşılabilir. Bugün “işçi sınıfı AKP’ye oy veriyor, mücadele etmiyor, sınıfsal pozisyonu ideolojik konumlanışını belirlemiyor” argümanları, sınıf temelli bir siyasetin toplumsal karşılığının olmadığı sonucuna varmak için yeterliyse benzeri ölçütler burjuvaziye uyguladığında bu sınıfa mensup olanların da sınıfsal çıkarları ve politik yaklaşımları arasında benzer uyumsuzluğu sergilemesi gerekmez miydi? Söz gelimi burjuvazinin örgütlü bir sınıf olarak çıkarlarını realize etmek adına politik alana müdahale etmesi veya etmemesi bu konuda önemli bir ölçü sunmaz mı? Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir “özellikle 2003 yılından sonra, Türkiye’nin ülkede ve dünyadaki yayılma politikasını çok iyi gördük. Özelleştirmelerden, özelleştirme sonrası projelerden payımıza düşeni yeterli şekilde aldığımızı düşünüyorum”[7] diyordu. Özdemir’in bu cümleleri kurmasından yaklaşık 8 ay sonra 2018 Ocak’ında daha cesur ve rasyonel bir çıkış da TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’dan geldi. Özilhan, “son bir yıl içinde büyüme sağlamış ülkelerin pek azında liberal ekonominin hâkim olduğunu” ve “Çin’in devlet güdümündeki ekonomilerin, bir gün mutlaka çökeceği inancını yerle bir ettiğini”[8] söylüyordu. Son yıllarda ülke burjuvazisinin çıkarlarını belki de en realist ve özlü biçimiyle ifade eden Özilhan şöyle devam ediyordu;
Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız. Dünyanın ekonomik ve siyasi güç dengelerinin yeniden oluştuğu, adeta tektonik değişimlerin yaşandığı bu çağda, değişimin hızına ayak uydurabilmek için ülkelerin hızlı ve etkin karar alması gerekiyor. Değişime uyum sağlamak ve değişimin geniş kitleleri etkileyen sonuçlarıyla başa çıkmak için birçok ülkede, güçlü liderler dönemine girildiğini görüyoruz.”
Cumhuriyet tarihinin en büyük kârlarını AKP döneminde elde eden holdinglerin örgütlü olduğu kuruluşlar, takip eden aylarda açıklanan erken seçim kararını Cumhurbaşkanlığı sistemine acilen geçilmeli diyerek değerlendirerek ve sadece hükümete desteğini açıklamakla kalmıyor seçim sonuçlarını da peşinen ilan ediyordu[9]. Yeni sistemin nimetlerini saymaya girişen koroda bu kez TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik, seçimden sonra “yeni sistemin en önemli özelliğinin hız olacağını düşündüğünü”[10] ifade ediyordu. Erdoğan’ın OHAL’in grevleri engelleme konusunda ne kadar işlevsel olduğunu tekrar tekrar dile getirdiği açıklamaları[11] ve TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun istihdam maliyetlerinin düşürülmesi, iş sağlığı ve güvenliği mevzuatının değiştirilmesi ve zorunlu arabuluculuğun getirilmesi hakkında söyledikleri[12] üzerine çokça yazılıp çizildi. Yakın dönemde Flormar işçilerinin havzadaki patronlardan örgütlü biçimde gördüğü baskı veya 3. Havalimanı işçilerinin eylemlerine cevaben, beş yüzden fazla işçinin göz altına alınıp sonrasında otuzdan fazla işçinin ve işçilerle sendikal faaliyet çerçevesinde toplantı yaptığı gerekçesiyle Dev Yapı-İş Genel Başkanı Özgür Karabulut’un tutuklanması egemen sınıfın aynı örgütlü davranışının sonucu değil mi?
Yukarıda sıralanan bir dizi olgu, burjuvazinin sınıfsal pozisyonu ve çıkarlarıyla ideolojik ve politik konumlanışı arasında ciddi bir bağ olduğunu, dahası buna bağlı sınıf mücadelelerinin siyasi alanda olup bitenler üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğunu ifade etmek için elde yeterli malzeme olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca, elde yukarıda sayılanlara benzer malzeme olmasa bile bu durum, burjuvazinin AKP’ye “oy verdiği”, çıkarlarının AKP programında veya YEP’te ifade bulduğu gerçeğini değiştirmiyor. Nitekim siyasal alanla ekonomik alan arasında “geçirimsiz” bir ilişki olduğuna bizi ikna etmeye çalışan egemen yaklaşıma göre burjuvazi hiç de böyle açık ifadelerle rejime desteğini ifade etmek durumunda olmayabilirdi. Öte yandan bugün işçi sınıfının siyasal alanın dışına çıkarılması, herhangi bir biçimde söz, yetki ve karar hakkı mekanizmalarında kendine yer bulamıyor oluşu, 12 Eylül’den bu yana oluşturulan yasal çerçevelerin her seferinde bu hakları biraz daha tırpanlaması bu programatik ortaklığın ürünü[13]. Bunu gündeme almadan demokrasi tartışmasında esasa ilişkin bir söz söylemek gerçekten mümkün olmayacak.
Aslında pek çok kişinin malumu olan bu kadar temel bir tartışmayı tekrar gündeme getirmenin bugün açısından anlamı, devlet-sınıf ilişkileri açısından burjuvazinin gerici karakteriyle, siyasal alan arasında olup bitenlerin birbiriyle çok da ilişkili olmadığı hatta yer yer çelişkili olduğuna yönelik yaklaşımların sol üzerinde de ciddi bir etkiye sahip olması. Burjuvaziden demokrasi beklemek “ölü gözünden yaş beklemektir” denmişti zamanında. Bugün oluşan dünya-tarihsel çerçevede, bu durum artık ayan beyan ortada. İbrahim Karagül’ün biraz abartılı biraz da (kelimenin hayalperest anlamında) coşkun bir biçimde “tarih ve coğrafya değiştiren büyük yürüyüş” olarak adlandırdığı şeyle ülke burjuvazisinin kafasındaki rasyonaliteyi ortaya koymak adına Özilhan’ın yukarıda sunulan ifadeleri arasında bir süreklilik ve bütünlük bulunuyor.
Kuşkusuz işçi sınıfının AKP’ye oy veriyor olması üzerine kafa yorulması gereken en önemli meselelerden biridir. Madem böylesi bir sınıf mücadelesi var, işçi sınıfı açısından bu mücadelede alınan darbeler siyasal alana tahvil edilebilen sonuçlar üretmiyor. Bunun nedenleri ve sonuçları üzerine kafa yormak, herkesçe sıralanabilecek bir dizi faktörden hangilerinin daha kritik olduğu üzerine tartışmak gerekir. Öte yandan yukarıda ortaya konan çerçeve Dünyayı Sarsan On Gün’de bir Menşevik aydına kararlılıkla “iki sınıf var biri burjuvazi, diğeri proletarya. Biriyle değilsen öbürüylesin” diyen Bolşevik işçinin işaret ettiği saflaşmayı ve netliği dayatıyor. Bunu göz önünde bulundurursak bu tartışmanın başlangıç noktasına “burjuvazinin AKP’ye oy verdiği” gerçeğini koyarak başlamak bir seçenek olabilir.
Dipnotlar:
[1] 2013 yılından 2018 Ekim ayına kadar tüm seçim ve referandumları listelersek: 30 Mart 2014 Mahalli İdareler Genel Seçimleri, 10 Ağustos 2014 Onikinci Cumhurbaşkanı Seçimi, 7 Haziran 2015 25. Dönem Milletvekili Genel Seçimi, 1 Kasım 2015 26. Dönem Milletvekili Genel Seçimi, 16 Nisan 2017 Anayasa Değişikliği Halkoylaması, 24 Haziran 2018’de birlikte gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı ve 27. Dönem Milletvekili Genel Seçimi.
[2] Yine de özlü birkaç referans çerçevesi için şu kaynaklara başvurulabilir;
i) Galip Yalman (2006). Kapitalizm ve Devlet: Kuram ve Hegemonya. İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar, Prof. Dr. Kemali Saybaşılı’ya Armağan içinde. Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2006, içinde, ss. 35-48.
ii) Ellen Meiksins Wood (2016). Kapitalizmde “İktisadi” ile “Siyasi”nin Birbirinden Ayrılması. Kapitalizm Demokrasiye Karşı, Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması içinde. Yordam Yayıncılık, İstanbul, 2016, ss. 35-64.
[3] E.M. Wood, Sınıftan Kaçış, s. 92.
[4] V.I. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları (1969), sayfa 101.
[5] V.I. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, sayfa 136.
[6] V.I. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, sayfa 125. Lenin’in bu ifadeleri şu satırlarla devam eder; “Bu yüzden hemen bütün emperyalist ülkelerde 20. yüzyılın başından beri bir demokratik küçük-burjuva muhalefeti başlamıştır. Kautsky’nin ve büyük uluslararası geniş Kautskici akımın Marksizmden kopuşu, tamı tamına, Kautsky’nin, ekonomik temeliyle aslında gerici olan bu küçük-burjuva reformist muhalefete karşı koymak zahmetine girmemiş, girememiş olmakla kalmayıp, uygulamada onunla birleşip kaynaşmış olmasındadır”.
[7] Cümleleri aktaran yazının başlığı da devlet-sınıf ilişkilerini anlamak açısından çarpıcı: Devlet Büyür, Büyütür… Link: https://www.dunya.com/kose-yazisi/devlet-buyur-buyutur/362114
[8] TÜSİAD: Liberal piyasa ekonomisinin barış ve refah getireceği beklentisi boş çıktı. Link: https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201801181031865444-tusiad-tuncay-ozilhan-liberal-piyasa/
[9] İş dünyasından erken seçim değerlendirmesi. Link: https://www.haberturk.com/ito-baskani-avdagic-ten-erken-secim-degerlendirmesi-1925511-ekonomi
[10] Yeni sistemin gücü hız. Link: https://www.yenisafak.com/ekonomi/yeni-sistemin-gucu-hiz-3387396
[11] Erdoğan: OHAL’i grev tehdidi olan yere müdahale için kullanıyoruz (12 Temmuz 2017). Link: https://www.birgun.net/haber-detay/erdogan-ohal-i-grev-tehdidi-olan-yere-mudahale-icin-kullaniyoruz-169437.html. Erdoğan’dan patronlara: Eski OHAL’lerde grev olurdu, şimdi anında müdahale (24 Nisan 2018). Link: http://www.diken.com.tr/erdogan-patronlara-ovundu-eski-ohallerde-grev-olurdu-simdi-aninda-mudahale/.
[12] TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’ndan itiraf gibi açıklamalar. Link: https://www.abcgazetesi.com/arsiv/tobb-baskani-hisarciklioglundan-itiraf-gibi-aciklamalar/haber-87022
[13] İşçi sınıfının siyasal alandan dışlanması veya AKP’ye oy vermesi de büyük ölçüde 12 Eylül’den bu yana oluşturulan çerçeveyle bağlantılı. Döneme ilişkin tanıklıklar ve başka çalışmaların yanında 12 Eylül öncesi tabloyu derli toplu sunan Ebru Deniz Ozan’ın “Gülme Sırası Bizde” isimli çalışması, sınıf mücadelesinin kompozisyonunu karşılaştırmak açısından önemli veriler sunar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.