Öyle anlaşılıyor ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri birbirlerine karşı oldukça güçlü bir gerilimle yüklü olan bu iki sistem-içi güç, ittifak yapmaya “zorunlu” kaldı
Öyle anlaşılıyor ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri birbirlerine karşı oldukça güçlü bir gerilimle yüklü olan bu iki sistem-içi güç, ittifak yapmaya “zorunlu” kaldı
Fiili durumdan resmi-yasal bir konuma geçiş yapan Saray Rejimi, kendi kuruluşunun “biçimsel” yanını ana hatlarıyla tamamlayıp, o özgün biçimi yaşamın zenginliğinin ürettiği bin bir alana/nüanslara doğru yaymaya yöneldi. Açıkça belli ki, Saray Rejimi, sadece zirvede değil, toplumsal ve siyasal yaşamın bütün alanlarında kendi özgün biçimsel yapısını inşa etmek, eski kurumları, dengeleri, işleyişi ve hatta alışkanlıkları tasfiye ederek rejimle uyumlu yenilerini egemen kılmak istiyor.
Bakışımlı ilerleyen başka bir süreçte ise, biçimsel olarak inşası hızla tamamlanmaya çalışılan yapının “içi” doldurulmaya, ona hem “içerik” kazandırılmaya, hem de Erdoğan-“Ergenekon” (Bu güç “Ergenekon” davasında yargılandığı için böyle adlandırıyoruz, başka bir isimle de adlandırılabilir) ekseninden üretilmeye çalışılan söz konusu özel içeriğin toplumsal meşruiyet eksikliği/zayıflığı giderilmeye çalışılıyor.
Evet, içerik, Erdoğan-“Ergenekon” ittifak alanından üretiliyor. Şimdiki güncelliğin acil ihtiyaçlarına verilen “ortak” cevaplar söz konusu içeriğin bir yönünü oluştururken, ittifak güçlerinin kendi durdukları yerlerde sahip oldukları farklı anlam dünyalarından çıkıp gelen farklı değerler de bir yandan ittifakın etki alanını yayarak onu zenginleştirirken başka bir yandan ama ittifak-içi farklılıklara ve iç-mücadeleye işaret ediyor.
Onlar hem farklılar ve bu farklılıklarından üreyen farklı değer yargılarına sahipler, hem de ama ikisini de kapsayan daha derin bir ortak despotik devlet-toplum ilişkisi geleneğinin/Türkiye kapitalist siyasal düzeninin özgün yapısı içinde ortaklaşıyorlar. Şimdi zora düşen söz konusu ortak geleneği-yapıyı güncelleyerek yaşar kılma çabası onları ortaklaşmaya iterken, iki uç arasında ittifak içi bir hegemonya mücadelesi de sürüp gidiyor.
Ayrıca, küresel ve yerel düzeyde yaşanan olağanüstü gerilimlerin ittifakın taraflarını zorladığını; bir yandan kendilerini “aynen” sürdürmek isterlerken diğer yandan güncelliğin dayattığı zorunlu tutumları ürettikçe geçmişlerinden farklı konumlara doğru sürüklendiklerini vurgulamalıyız. Süreç, içinde yaşayan herkesi/her gücü olduğu gibi, egemen fraksiyonları da kendisiyle uyumlu yeni “biçim” ve “öze” doğru sürüklüyor.
Sonuçta, hızla yapılan hamlelerle kuruluş süreci aşılmaya çalışılan yeni siyasal sistem, son haftalarda yaşanan kimi gelişmelerde alınan tutumlarla yeni güçleri de kapsayarak ilerlerken, ilk başta olduğundan farklılaşmaya, halen önde ve belirleyici olsa da Erdoğan’la sınırlı olmayan ve egemen güçlerin bütününü kapsayan bir “kutsal ittifaka” doğru evriliyor.
Peki, nasıl?
17-25 Aralık “Yolsuzluk” operasyonlarından sonra eski ittifak gücü olan Cemaat’ten kopuşan Erdoğan, oluşan güç ve meşruiyet eksikliğini daha önce “Ergenekon” operasyonlarıyla vurup düşürdüğü gedikli “düşmanı” ordu merkezli eski iktidar gücünün ayakta kalanlarıyla gidermeye yöneldi.
Yönelim karşılıksız kalmadı ve iktidarın zirvesinde yeni bir oligarşik özne oluştu-oluşuyor.
İlk bakışta süreklileşerek özneleşme olasılığı düşük görülebilecek bu yeni özne potansiyelinin/ittifakın, kararlıca sürmesine, sürdükçe özneleşmesine, sonuçta da iktidarın zirvesine yerleşmesine şahit olduk-oluyoruz.
Peki, neden, ne oluyor da eski “düşmanlar” ortaklaşıyor, daha doğrusu ortaklaşmak zorunda kalıyor?
Öyle anlaşılıyor ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri birbirlerine karşı oldukça güçlü bir gerilimle yüklü olan bu iki sistem-içi güç, ittifak yapmaya “zorunlu” kaldı. Bu güçlerin, devletin özel bir iç kriz içinde sarsıldığı ve kapitalist sistemin de küresel, bölgesel ve yerel çok yönlü bir kriz ortamında çırpındığı olağanüstü koşullarda ayakta kalabilmek için yan yana gelmeye, bu koşullarca belirlenip yapılandırılan bir “ittifak ekseni” oluşturmaya zorlandığını saptayabiliriz.
İttifakın taraflarının (ki, taraflar ikiye indirgenemez, söz konusu iki ana güç kadar güçlü olmayan devlet-içi birçok farklı fraksiyonun da aynı eksende konumlandıkları anlaşılıyor) “iktidar bilinciyle-egemenliği sürdürme refleksiyle” davrandıkları, önceliği “devleti korumaya” ve “devletin iç dengelerini yeniden inşa etmeye” vererek, 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan “devlet krizini” aşmayı hedefledikleri anlaşılıyor.
15 Temmuz, başka yönlerinin yanı sıra, “stratejik ortak” ya da “müttefik” bir NATO ülkesi olan ABD’nin doğrudan içinde olduğu bir darbe girişimiydi. ABD’nin içindeki ilişkilerin nasıl olduğunu, devletin kendi bütünlüğüyle mi devrede olduğu yoksa darbe girişiminin devlet-içi bir fraksiyonun özel inisiyatifi mi olduğunu bilemeyiz. Ancak, bu çapta ve oldukça uzun bir zamana yayılan bir “operasyonun” devlet-içi haberleşme ağının dışında kalmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır ve bir biçimde ABD siyasal zirvesi içindeki “herkesin” en azından bilgisi dahilinde olduğunu düşünebiliriz. Dolayısıyla, müdahalenin “nasıl” olduğu ya da “öznesinin” kim olduğu farklı bir değerlendirmenin konusudur. Her ne olmuşsa, TC egemenleri açısından bakılınca, ABD odaklı böylesi bir hamlenin ciddi sonuçlar yaratması normaldir.
Darbenin “başarısız” olması, doğrudan istediği sonucu elde edememesi/iktidara el koymayı başaramaması üzerinden öne çıkmış olsa da, aynı zamanda ve bir dizi dolayım üzerinden aynı zamanda “başarılı” olduğunu saptamalıyız.
Erdoğan/AKP’nin iktidar ortağı olduğu için inisiyatif alan Cemaat öznesinin, sanılandan oldukça fazla güç kazandığı, sadece Emniyet’te değil orduda da epey alan ele geçirdiği, devletin başka birçok kurumunda sadece açık değil esas olarak gizli faaliyetle ilk bakışta görülemeyen oldukça geniş bir alanda hakimiyet kurduğu başarısız darbe girişiminden sonra açığa çıkıverdi.
Açıktı ki, ABD, (Irak ya da Suriye’de yaptığından sadece biçimsel olarak farklı bir yolla) zaten “kontrolünde” olan TC devletini “pürüzler” yaratan bütün “bağımsız” ya da “özerk” ögelerini kesip atarak tümüyle ele geçirmek istemişti.
Devletin bütün “kozmik”/gizli bilgileri “Ergenekon” operasyonunda aktif görev yapan Cemaat tarafından ABD’ye servis edilmişti. Devletin kritik noktalarındaki yetişmiş- tecrübeli kadroların önemli bir bölümü söz konusu çetenin elemanıydı. Üstelik bu kadrolar, uçakla Meclis’i ve MİT’i bombalayabilecek kadar gözü kara bir “bağlılık” içindeydi.
Öte yandan, önceden haber alınıp beklendiği belli olan darbe bir karşı-darbe düzenlenerek etkisiz hale getirilse de, ortaya çıkan Cemaat ağındaki devlet kadrolarının tutuklanması ya da iplerini elinde tutan ABD ve AB’ye kaçması, devletin iç örgütlenmesinde kolay doldurulamayacak bir “yetişmiş-uzman” kadro boşluğu yarattı. Emniyet ya da ordunun zirvesinde yer alan “Cemaatçi” stratejik kadroların yenilerinin kolay yetişemeyeceği, yerlerine yapılan atamaların sayı eksikliğini giderse de nitelik boşluğunu dolduramayacağı açıktır.
Olup bitenlere bütünlüğü içinde bakarsak, olağanüstü bir dönemin içinde zaten sürekli zorlanan devletin, 15 Temmuz’da ağır bir darbe alarak “iç kanama” ve “denge kaybı” yaşadığını, aynı zamanda oldukça fazla yetişmiş-uzman kadrosunu kaybederek “zayıfladığını” saptayabiliriz.
Sonuç, aniden kendisini var ediveren bir “devlet krizi” gerçekliği olmuştur.
İşte, her ne kadar öncesinde de birçok belirtisi var olsa da, vurulan ağır darbeyle esas olarak 15 Temmuz sonrasında aniden öne çıkan “devlet krizi”, sürdükçe daha da derinleşti ve “beka” sorununu gündeme getirdi.
Devletin “asabiyeti” zayıflıyor, çözülme belirtileri gösteriyordu.
Öyle ki, devlet içindeki farklı güçlerin birbirlerine güvenmedikleri ve güvensizliğin devlet törenlerinde “protokolde” yer alan üst düzey görevlilerin bile silahlarının toplandığı bir noktaya dek yükseldiği, her devlet fraksiyonunun kendi özgün çıkarlarını esas alarak diğerlerine dayatmaya başladığı, devletin devletlerarası ilişkilerde kendisini var edeceği askeri gücünün zayıfladığı, devletin esneme ve kapsama yeteneğinin neredeyse yok olduğu ve nihayet, günlük akışı ve düzeni sağlayarak güvence veren kapasitesinin bile aşınmaya başlaması üzerinden, devletin toplumsal meşruiyetinin de azalmaya başladığı özel bir ortam oluştu.
“Çivisi çıkan” bir siyasal ve toplumsal yaşam şekilleniyor, her yeri saran ve gücünü sürekli arttıran sarsılma ve zorlanma gerçekliği yıkıcı sonuçlar üretmeye başlıyor, sadece açık devlet şiddeti ile kontrol edilebilen bir ortam oluşuyor, “güvence” ihtiyacının yeterince karşılanamaması üzerinden “korku” oluşurken alışılagelen dengelerin kaybolmasıyla nereye “tutunacağını” bilemeyen halk kesimlerinde başlar dönüyordu.
Açıktı ki, süreç kontrolden çıkabileceği başıboş bir ortama/kaosa doğru sürükleniyordu. Bu ise, söz konusu ortamın oluşması için epey çaba gösteren ve bir “ameliyat masası” etrafında ellerinde aletleriyle “operasyon” yapmaya hazırlanan emperyalist çakalların önünü açıyordu.
Burada, emperyalizmin “dış” değil, elbette öyle bir yapısı da olmakla birlikte, esas olarak ülkedeki bütün egemen fraksiyonlarla şu ya da bu düzeyde “bütünleşerek” çalışan “iç” bir güç olduğunu hemen vurgulamalıyız. O, emperyalist metropollerde ekonomik-siyasi ve askeri zeminde merkezi üsleri olan ama bir dizi yapısal iç-gerilimle yüklenerek kendisini küresel düzeyde gerçekleştiren bir “ağ” sistemi olarak çalışıyor; günümüzde ise, “sistem-içi” yapısal gerilimlerin yarattığı dengesizlik-hegemonya krizi sonucunda zorlanıyor.
Sadece organik bütünleşme içinde olan büyük sermaye güçleri değil, egemenlik alanındaki bütün yerel güçler ve onların toplumsal alandaki yapılanmaları da aynı “ağın” içinde konumlanıyorlar. Şimdilerde, “düşman dış güçler” edebiyatı yapanlar, bizzat o “ağın” içinde konumlanıyorlar. Sorun şu ki, sistemin denge kaybı yaratan bir iç-kriz anında, bu krizi fırsat bilerek “sistem içinde sınıf atlama” çabaları onları yüksek gerilimlerle zorluyor, hedefleri aslanın ağzında! 15 Temmuz, bir yönüyle de, “ava giderken avlanma” olayıdır, avlanmasalar da hasar aldılar.
İşte, bir “fetret devri” tehlikesini gündemleştiren ve üstelik söz konusu “fetret” tehlikesinin hasarını arttıracak biçimde ABD ile ilişkilerin de sarsılıp zorlandığı bir ortamda yaşanan devlet krizi; egemen güçlerin tümünde, ufkunda ışık gözükmeyen “karanlık bir tünele” girildiği, yerel egemenliği sürdürme anlamında bir “beka” sorunuyla yüzleşildiği ve ancak aralarındaki iç-gerilimleri askıya alıp “ittifak” yaparak tünelden çıkılabileceği bilincini beslemiş olmalıdır.
Bu “ittifak”, tarafların kendilerini “aynen” sürdürmelerine izin verecek mi, yoksa fiilen yaşanan karşılıklı “etkileşim” tarafların aralarındaki gerilimi yok ederek ya da azaltarak özel bir ortaklaşma “asabiyeti” mi yaratacak, yaşanan ve yaşanacak olan karmaşık güncel olayların içinde belirlenecektir.
Tarih, onları “farklı egemen fraksiyonlar olarak içinde bulundukları” bir “despotik devlet” gerçekliğinin zıt uçları olarak konumlandırıyor olsa da, aralarındaki farklılıklar ve yaşananlar onları birbirinden kopartıp-düşmanlaştırdı; bu gerçek, “tünelden çıkılabilinirse” aynen kalsalar ya da kısmen dönüşseler de birbirleriyle çatışmayı sürdüreceklerini işaret ediyor.
Ancak, güncel bazı gerçekler de söz konusu egemen güç alanlarının öznelerini yok olma, dönüşme ya da başkalaşma gibi farklı konumlara itiyor.
ABD’nin “küresel hegemon güç” olma konumunun çözülmeye zorlanmasıyla emperyalist zirvede ortaya çıkan küresel hegemonya krizinin sert iniş-çıkışları ve büyük ölçüde söz konusu krizin izdüşümü olarak yaşanan bölgemizdeki sıcak savaşın Türkiye’ye de yansıyan yakıcı alevleri, kapsadıklarını olağanüstü zorlayan dünya-tarihsel bir anafor yaratıyor.
Bu anaforun en güçlü etkilediği ülkelerden birisinin egemen fraksiyonlarının kendilerini ve aralarındaki ilişkiyi “aynen” sürdürmeyi “saplantı” yaparlarsa yok olabilecekleri ve dolayısıyla esas olarak “ayakta kalıp yaşar kalmaya” odaklanacakları, o süreçte yaşanacakların/alınacak tutumların söz konusu özneleri büyük ölçüde etkileyeceği açıktır.
İşte, her ne kadar kendileri hakkında epey gürültü koparılsa da, artık ne “yüce Abdülhamid Han Hazretleri” ne de “ulu önder Atatürk” onları şimdi öne çıkaran yerel egemen fraksiyonlara pek yardımcı olabilir; ne 19. Yüzyıl’ın son on yıllarında ne de 1920-30’lu yıllardayız; olağanüstü gerilimler üreten ve yoğunluğu ve çapı sürekli artan dünya-tarihsel bir anaforda ayakta kalmak, nostaljik gevezeliklerle değil ancak güncellikte kendisini yeniden üreterek gerçekleşebilir. Ve zaten, süreç de bu yönde akıyor.
Yerel egemenler, ülkede de, başta Kürt sorunu olmak üzere şiddetini arttırarak süreklileşen “iç-kanamalar” ve ekonomik krizin tahammül edilemez noktaya yükselteceği işsizlik ve yoksulluk gerçekliğiyle baş etmek zorundalar. Ne var ki, söz konusu egemen fraksiyonları da içinde barındıran “despotik devlet” gerçekliği tarihsel bir “tıkanma” içinde, “iç-kanama” yaratan ağır sorunlara “çözüm gücü” olamıyor ve ancak şiddeti esas alan bir “bastırma” pratiğiyle ayakta kalabiliyor. Bu durum, “iç-kanamaların” artacağı bir geleceği inşa ediyor.
Ayrıca, şiddet yetmeyince devreye sokulması hazırlığı yapılan etnik ve inanç farklılıkları üzerinden çıkacak iç-çatışmaların günümüz koşullarında “kontrolden çıkma” olasılığının güçlü olduğunu tespit edebiliriz. Hem halk güçlerinin kendi birikimlerine ve ihtiyaçlarına dayanarak yapacağı hamleler onların inisiyatif kazanmasını sağlayabilir hem de kendi ihtiyaçları doğrultusunda müdahale için fırsat kollayan emperyalist güçlerin böylesi çatışmaları kışkırtmaya ve yaratacağı yıkıcı sonuçlardan faydalanmaya çalışacağı açıktır.
Öte yandan, sadece küresel, bölgesel ve yerel zorlanmalara karşı “dayanmak-ayakta kalmak” yetmez; güç ilişkilerinin soğuk ve sert gerçekleri herkesin de görebileceği açıklıkta kendisini dayatıyor. Evet, yerel egemenlerin, aynı zamanda, oluşan boşlukları-dengesizlikleri fırsat bilerek, bir “güç alanı” olarak kendisini gerçekliğe-akan süreçlere dayatmak, inisiyatifini-etki alanını genişletmek yoluyla “sınıf atlama” ve “bölgesel hegemon güç olma” ustalığını da göstermeleri gerekiyor. İran ve Suudi Arabistan’ın bu hedefe yönelik hamleleri, yerel egemenleri zorluyor. Bölgede hegemon güç olamazlarsa, başkalarının iradesini ve çıkarlarını esas alan bir düzende konumlanmak zorunda kalacaklar.
Sonuçta, şiddetini sürekli arttıran dünya-tarihsel anaforun zorlamasıyla şimdi ittifak yaparak iktidar öznesi olan güçlerin, aralarındaki çatışmanın tarihsel derinliği ve gerçek tutumlara dayanması üzerinden ilk fırsatta yeniden düşmanlaşmaları yaşanabileceği gibi; yaşanan dünya-tarihsel gerilim momentinin yüksek şiddetteki gerilimleri ve bu gerilimleri yerelde daha da şiddetlendiren ülkenin çıkmaz-çözümsüz sorunları tarafından zorlanarak, yeni konumlanmalara sıçrayıp farklı biçimlerde özneleşme ve yeni durumlar yaratma olasılıklarını da vurgulamalıyız.
Ve elbette, yaşam şimdi üstte olan egemenlerden ibaret değil; muhalif halk güçleri de sürece kendi ihtiyaçlarını esas alarak katılabilir ve uygun örgüt biçimleri ve tutumlarla kendilerini ifade edebilirlerse inisiyatiflerini güçlendirebilir, hatta egemen hale gelebilirler. Demokratik bir anayasa ve demokratik bir cumhuriyet hedefi, muhalifleri ortaklaştırabilecek bir “kutup yıldızı” olarak öne çıkıyor.
30 Ağustos’ta resmen açıklanan yeni atamalar, Ergenekon davası üzerinden tutuklanarak uzun yıllar cezaevinde yatan birçok subayı ordunun kritik mevkilerine getirdi. Atamaları bir gösterge alırsak, ki atamaların düzeyi onlara gösterge olabilecekleri bir ağırlık kazandırıyor, iktidarın zirvesindeki ittifakın Erdoğan dışındaki kanadının da elinin zayıf olmadığını saptayabiliriz. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Atatürk ilkelerinin önemini vurgulayan genelgesi de bu saptamayı destekliyor.
İttifakta Erdoğan’ın inisiyatifinin güçlü ve hegemon olduğu açıktır, ama ittifakın “zayıf” kanadının ihtiyaçlarını da gözetmek zorunda olduğu anlaşılıyor. O yönde atılan her adımın Perinçek tarafından allanıp-pullandırılarak parlatılması dikkat çekiyor.
Evet, Ağar-Soylu fraksiyonundan MHP’ye oradan Perinçek’in sözcüsü olduğu fraksiyona uzanan Erdoğan’ın ittifak güçleri, öncelerde zaten belirtileri görüldüğü üzere, “kılçıksız muhalefet” CHP’nin ittifaka ucundan tutunması ve nihayet Cumhuriyet gazetesinin el değiştirmesiyle alan genişletiyor. Kendisini Erdoğan’a seçenek olarak inşa eden İyi Parti ise, Erdoğan’ın etrafındaki ittifakın yeni katılımlarla güçlenmesiyle zemin kaybederek boşluğa sürüklenmeye başladı. Büyük “umutlar” yüklenerek parlatılan Akşener’in partisi, iç gerilimlerle sarsılıyor ve hedeflerine ulaşamayacaklarını düşünen “ikbal avcılarının” çözülüp istifa etmeleriyle zorlanıyor.
İşte, yeni rejimin eski rejimle bütünleşerek yeniden şekillenmeye/restorasyona zorlandığını, bu yönde çaba gösteren güçlerin “ulusalcı solu” da kapsamaya başladığını saptayabiliriz. “Yem” olarak da, “o eski güzel günlere dönebilmek için şimdilik bu geri adımı atmak gerektiği, günü gelince İzmir’in dağlarında çiçeklerin yeniden açacağı” masalı anlatılıyor olmalıdır. İttifakın “Ergenekoncu” fraksiyonunun arkasında toplanarak tahkimat yapılarak güç kazanılacak ve sonra kazanılan yeni güce dayanarak ittifaktaki Erdoğan ağırlığı zorlanıp geriye itilecek ve nihayet en sonunda da söz konusu “çiçekler” yeniden açacaktır!
CHP’nin 16 Nisan ve 24 Haziran’daki sessizliği ve bolca gürültü çıkarsa da son tahlilde dara düşüp sıkıştığı her momentte hızla Erdoğan’ın yanına “koltuk değneği” olmaya koşturmasının, defalarca vurguladığım gibi, bir “hata” olmadığı ve özel bir “mantığa” dayandığı, şimdi sürecin daha güçlendiği günümüzde iyice açığa çıkıyor.
CHP’nin arkasındaki “üst akıl”, muhtemelen artık nihayet son hamlesini yaparak kendi CHP’sini yaratmak için daha net davranacaktır. Pürüz çıkaran, “solcu” ya da “demokrat” olmakta samimi CHP’lileri zor günler bekliyor, önemsizleşecekler ya da biat edecekler.
Bu “üst aklın” önceden beri mi şimdiki bilince sahip olduğu yoksa gelişmelerin mi onu şimdiki netliğe kavuşturduğunu bilemesek de, her zaman ve her durumda “devletin bekasını” esas alan bir tutum geliştirerek günümüze doğru geldiği açıktır. Bizans’tan Osmanlı’ya oradan Cumhuriyet’e değişip dönüşerek sürüp gelen despotik geleneği günümüzde yaşatan “devlet aklı”, sağ ya da “sol” biçimlere bürünerek zenginleşse de son tahlilde kendisini var eden geleneğe/dokuya sahip çıkıyor.
Cumhuriyet gazetesinde yaşananlar da, çokça öne çıkarıldığı gibi doğrudan Erdoğan’ın bir eylemi değil, elbette onun “bağımsız ve hür” mahkemeler üzerinden “desteği” olmuş olabilse de, esas olarak ittifak içindeki “Ergenekon” kanadının farklı nüanslar üzerinden farklı güçlere yayılmış Kemalist alanı ittifakın ve özel olarak da kendisinin etrafında toplama girişimi olarak görülmelidir.
Evet, Cumhuriyet operasyonuyla, ittifakın siyasal yönelimine karşı olan AB yanlısı liberal demokratların ve sosyalizme sempati duyan demokratların sesi kısılıyor, “kutsal devlet ve ulu önder Atatürk” söylemlerinin hegemonyası altında yeni bir mevzi inşa ediliyor ve bu mevziden üretilecek söylemle sol bilince sahip halk güçleri yedeğe alınmak isteniyor. Şimdi sıra bilinen “ulusalcı-komünist” güçlere gelmiş olmalıdır, bakalım orada neler olup bitecek. Eh, elbette hiç istemeyiz, ama neden olmasın?
O arada, yeni seçilen Cumhuriyet yönetimindeki İnan Kıraç özel önem taşıyor. Koç grubunun “beyin” takımından emekli olan bu kişi, ilerleyen yaşına rağmen demek halen de elinden geleni yapıyor. Koç grubunun da sürece onay verdiğini böylece öğrenmiş olduk. Ayrıca, damat beyin gösterisinden sonra rahmetli amcasına özenerek şen-şakrak bir teatral şaklabanlıkla iktidarın/yeni rejimin methiyesini yapan Güler Sabancı’nın yalnız olmadığını da anlamış olduk.
Erdoğan’ın gezilerinde işlerine pazar bulmak için koşturan Tuncay Özilhan’ı ve (şimdi Cumhuriyet’te olup biteni seçimler öncesinde yaparak) gazetelerini Erdoğan’ın önce ağlatıp sonra hizmetine aldığı Demirören’e devreden Aydın Doğan’ı da Sabancı ve Koç ailesiyle bir masaya oturtursak, TÜSİAD’ın beyni olan Yüksek İstişare Kurulu toplantı yapabilir; ama şeytan diyor ki, kim bilir belki de yapıp kararlar almışlardır da birbirlerini destekleyen hamlelerle hayata geçiriyorlardır. Kim şaşırır?
Evet, herkes kendi alanında çalışıyor, Erdoğan’ın “tarikatlar” alanında yaptığı “hizaya sokma-kontrole alma” çalışmasını, devletin eski egemeni olan güçler de, farklı nüanslara yayılmış Kemalistler ve Kemalizmin etkisi altında olan solcu-halkçı güçler arasında yapmaya çalıştığını görüyoruz.
O arada, tarihsel olarak kendilerine yüklenmiş olan şahsiyetsiz, korkak ve vurguncu genetikle davranan sermaye güçlerinin de, ittifakın etrafında toplanmaya başladığını özellikle vurgulamalıyız.
Sermaye, Erdoğan’ı kullanarak ordu egemenliğini tasfiye etmeyi başarsa da, evdeki hesap pazara uymadı ve boşalan iktidar alanına kendisi “mutlak egemen” olarak yerleşemedi. Sermayenin siyasi güç ve savaşçı kapasite eksikliği yaşadığını, iktidarın zirvesinde yapmaya çalıştığı “temizlik” operasyonunda gerilimler yükselip- riskler çoğalınca geri adım attığını ve alışageldiği gibi bir “vasi” korumasında vurgunculuk yapmayı daha kolay bir yol olarak tercih ettiğini söyleyebiliriz; “mutlak iktidar” hedefi elbette sürüyor olsa da, “bir başka bahara” ertelenmiş oldu; umarız o “bahar” hiç gelmez!
Öyle anlaşılıyor ki, egemen fraksiyonlar, kendi aralarındaki çekişmeleri askıya alıp “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyerek “kutsal devletin” etrafında toplanıyor, içinde hep birlikte sürüklendiğimiz karanlık tünelden kendi egemenliklerini yeniden ve derinleştirerek üretme hedefiyle davranıyorlar. Öncelik, yıkılmadan tünelden çıkmaktır, sonrası sonra düşünülecektir.
Erdoğan’ın istediği gibi “Sultan” olamasa ve belli tavizleri vermek zorunda kalıp iktidarı paylaşmak zorunda kalsa da, ittifakın şimdiki hegemon gücü olduğu açıktır. Kemalist Cumhuriyeti tasfiye edenlerin Cemaat fraksiyonu hapiste çürütülürken gücünü koruyan Erdoğan, iktidarı tek başına götüremeyeceğini anlamış olmalı ki, daha önce “yetmez ama evetçi” liberallerle ve Cemaatle yaptığı ittifakı, şimdi tasfiye ettiği eski rejimin ayakta kalanlarıyla yaparak yoluna devam ediyor.
Kemalist-“Ergenekon” fraksiyon ise, iktidara tutunarak yeniden toparlanmak ve güç kazanmak peşinde. Cumhuriyet gazetesi ve muhtemel CHP hamlelerinin de kendi etrafında özel bir güç alanı oluşturmak için yapıldığı, o güce dayanarak ittifak içinde hegemonya mücadelesi verileceği anlaşılıyor.
Erdoğan yıktığı güce tutunarak şimdilik ancak kısmen oturabildiği saltanat tahtına tümüyle yerleşmek isterken, yıktığı Kemalist rejimin ayakta kalanları Erdoğan’a tutunarak “zorla ellerinden alınan o eski iktidar gücüne yeniden kavuşmak” istiyor.
Ancak, gelin görün ki, tarih kendi hükmünü verirken içindeki öznelerin öznel isteklerini değil, ama onlara dayattığı nesnel koşullarda tutunup ilerleyebilme kapasitelerini önemsiyor.
Dolayısıyla, şimdi hangi egemen fraksiyon ne hesabı yaparsa yapsın, ayakta kalıp ilerleyebilmek için yapmak zorunda olacakları onları bambaşka konumlara ve o konumlara özgü çok farklı hesaplara da sürükleyebilir. Sermaye güçlerinin kendilerini teselli ettikleri ve beklenen “baharın” geleceği umudunu tazeleyebilmeleri tam da bu noktadan güç alıyor olmalıdır.
Sermaye, sistemin egemeni olarak, akan süreçlerin kendi birikimlerini/kasalarını sürekli doldurduğunu, neoliberal uygulamaların derinleşmesiyle güçlenecek pazar ilişkileri üzerinden toplumsal alanın kalan yerlerini de fethederek hücrelerine dek sarıp-sarmalayacaklarını ve sonunda da o anın geleceğini, “armutun pişip ağızlarına düşeceğini” hesaplıyor olmalıdırlar.
Ne diyelim, bu zavallı “şark kurnazlığı” onlarda oldukça, onların yapamadığını yapan bir “savaşçı” güç her zaman “vasi” olarak başlarında duracaktır; kendileri paracıklarını saymakla yetinecekler; ama zenginliğin gerçek sahipleri kendi emeklerinin ürünü zenginlikleri toplumsallaştırmayı becerince o sefilce şarlatanlık da son bulacaktır.
Peki, egemen fraksiyonların Erdoğan öncülüğünde adeta bir “kutsal ittifak alanı” içinde yan yana gelmelerinin, 15 Temmuz sonrasında aniden öne çıkıveren “devlet krizi” sorununu çözdüğünü söyleyebilir miyiz?
Hem “Evet, çözdü” hem de “Hayır, çözemedi” diyebiliriz.
“Evet, çözdüler”; çünkü egemen fraksiyonların iktidar bilinciyle davranarak bir ittifak alanında toplanmayı becerebilmeleri, onlara tüm güçlerini önlerindeki zorlu engelleri çözme yönünde kullanabilmeleri yönünde özel bir kapasite kazandırıyor.
Ama, aynı zamanda, “Hayır, çözemediler”; çünkü ittifak yapan güçler birbirlerine karşı yüksek gerilimle yüklendikleri bir tarih tarafından belirleniyorlar ve dolayısıyla ittifak henüz aşamadığı bu zaafla “kalıcılık” açısından yeterince “güven” vermiyor, bir “geleceğinin” olup olmadığı belli değil. Öte yandan, ittifakın neredeyse omurgası olan “Kürt sorunu, Suriye’de odaklanan bölge politikaları ve yoğunlaştırılan neoliberal uygulamalar” üçlüsündeki ortaklaşmış politikalar, yıkıcı sonuçlar üretmeye yazgılı görünüyor; bu sonuçlar ise, henüz yeterince “derinliğe” sahip olamayan ve ancak “yüzeyde” ve “dar” bir alanda konumlanabilen ittifakı “dağılma-bozulma” yönünde zorlayacaktır.
İşte, egemen güçler alanında, birbirleriyle uyumlu olmayan, birbirini dışlayan hatta yok etmeye çalışan farklı süreçler aynı anda hareket halindeler ve güç kazanıp egemen olmak istiyorlar; sürecin anlaşılabilmesi, karmaşayı kendi bütünlüğü içinde görmeyi, hareket halindeki farklı süreçleri an be an takip etmeyi gerektiriyor.
Öte yandan, çok farklı alanlara yayılmış olan muhalif halk güçleri, şayet acil ihtiyaçları için verdikleri mücadeleyi ortak bir siyasal-toplumsal hareket zeminine yerleştirerek özneleşebilirse ve aynı zamanda bakışımlı ilerleyen bir süreç içinde acil-güncel olanı “tarihsel” olanla birleşeceği “Demokratik Anayasa-Demokratik Cumhuriyet” hedefine yönlendirebilir-bu hedefle güncel hareketini de eğitebilirse, egemen güçlere alternatif olabilecek bir konuma yerleşebilir.
Tarih, tıkanan sisteme seçenek olarak, kendi ihtiyaçlarına odaklanan ve onları karşılayabilmeye odaklanarak egemen güçlerden kopuşmuş bağımsız bir hedefe sahip olabilen halk güçlerine alan açıyor. Karanlık aydınlığı boğmaya çalışırken aydınlık da karanlığı kuşatarak yol alabilir.
Kutsal ittifak, tarihsel geleneği güncelleyip, sermaye birikimini yoğunlaştırıp hızlandırabilmek için denetlenemeyen ve aslında dışında hiçbir güç bırakmayan bir güç alanı inşa ediyor; halk güçleri de, halkın asgari ihtiyaçlarının karşılanmasına anayasal güvence sağlayan bir demokratik anayasa ve bu anayasayı gerçekleştirebilmek için kendisini örgütleyen halkın kendisini kendi ihtiyaçlarını esas alarak yönetmesinin biçimi olan bir demokratik cumhuriyet inşa edebilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.