Şimdilerde “solcular” arasında öyle bir ruh hâli türedi ki akıllara zarar. Memleketin herhangi bir yerinde halkın çay, şeker, tütün, işten çıkarma, HES, fabrika kapatma, çevre vesaireyle ilgili iyi kötü bir tepki geliştirdiği haberini alan “solcular” hemen klavyelere sarılıp başlıyorlar “oh olsun!”, “beter olun”, “geberin” tekerlemelerine
Şimdilerde “solcular” arasında öyle bir ruh hâli türedi ki akıllara zarar. Memleketin herhangi bir yerinde halkın çay, şeker, tütün, işten çıkarma, HES, fabrika kapatma, çevre vesaireyle ilgili iyi kötü bir tepki geliştirdiği haberini alan “solcular” hemen klavyelere sarılıp başlıyorlar “oh olsun!”, “beter olun”, “geberin” tekerlemelerine. Ortada var olan bir isyana, memnuniyetsizliğe sırt çevirmeleri bir yana, bu kadar yavan bir genellemecilik ve indirgemecilik örneğine tarihte çok az rastlanmıştır. Tek veriyi sandıktan alıp, bulduğu veriyi genele yayan ve sonsuzluğa raptiyeyle iliştiren bir akıl tutulması
Sovyetler Birliği çökerken Moskova sokaklarında Çar portreleriyle arz-ı endam edenler vardı. Aradan geçen 70 küsur yıla rağmen. Bugün de Türkiye’de “Ulu Hakan Abdülhamid Han” diyerek cezbeye gelenler var. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçen 90 küsur yıla rağmen.
Yarın Türkiye’de bir devrim olduğunu varsayalım ve iktidara gelen devrimci hükümetin bütün temel konularda (iş, aş, eğitim, sağlık, yerleşim, ulaşım, sosyal olanaklar vs.) hakça bir sistem oluşturduğunu düşünelim. O gün de Türkiye sağcılığı, bu yönetime (dini, “milli”) çeşitli saiklerle muhalefeti, hoşnutsuzluğu sürdürecek. Nicelik olarak küçülmüş olsa da, baskılanmış, ürkmüş olsalar da, sosyalizme lanet okuyanlar hep olacak.
Sosyalizm, Türkiye’ye de gelecekse bu gericiliğe rağmen gelecek, bu gericiliğe rağmen sürecek ya da bu gerici muhalefetin büyümesiyle yıkılacak. Polonya, Çekoslovakya, Demokratik Almanya, Macaristan, Romanya, Moğolistan ya da Afrika ülkelerindeki zayıf temelli sosyalizm örneklerinin tuzla buz olması bir yana, SSCB gibi çok kuvvetli bir sosyalizm deneyimi bile önce yozlaşmayı, sonra da yenilgiyi kısa sayılabilecek zaman dilimi içinde tatmıştır. İsteyen bu deneyimlerin Paris Komünü’nden çok daha uzun yaşamalarını, bu sosyalizmlerin başarı hanelerine yazabilir tabii.
Tüm bu “gericilik”, “Türkiye sağcılığı” sözlerinden sonra bir açıklama yapmak gerekiyor. Nedir bu Türkiye sağcılığı, gericiliği? Bir öz, maya mıdır? Kalıtımsal, değişmez bir şeyden mi söz ediyoruz? Hayır, yeryüzündeki hiçbir halk “özünde” gerici ya da ilerici değildir, olmaz. Her halk, statükoculuk, geriye dönüş hevesi ya da ileriye sıçrama istidadı potansiyellerine haizdir.
Ancak, kesin olarak şunu söylemek gerekir ki, “öz”, “maya” gibi düsturlarla açıklanamayacak olsa da, “moment” (an), zamana içkin durum, hâlihazırdaki gerçeklik diye tarifleyebileceğimiz bir şeyler de vardır. Daha önemlisi ise, bu momentin yaslandığı belalı bir süreç, bir e(v)rim var. Bazıları “maya”, “öz” derken, “maya”yı, çıktısı konjonktür olan süreçle, süreci tetikleyen itkiyle karıştırıyor olabilirler.
Yine bu açıdan bakıldığında, Türkiye halkını düşünürken karalar bağlayıp, verili durumu ezele ve ebede mühürlemenin bir manası olmadığı gibi, “halkımız” hakkında iyimser olmanın da âlemi yok.
Peki, Türkiye sağcılığı/gericiliği dediğimiz şey, doğrusu bu sağcılık hâlinin Türkiye’de taşıyıcısı olan kitlelerin sayıca hayli kabarık oluşu neyle açıklanabilir?
İlk olarak belirtmek gerek ki, Türkiye, çok uzun süre hüküm sürmüş bir imparatorluğun vârisidir. “İmparatorluk vârisi bir millet olmak” kulağa havalı gelebilir fakat bu vârislik, bir cerahat sebebi olmuştur.
Reaya için aslında bir zulüm mekaniği, ağır vergi yükü manasına gelse de, -esasen bir din devleti olmasa da-, Osmanlı diyanet, hamaset ve cehalet eliyle bir rıza da yaratmıştı. Adaletsizliğe karşı yüzyıllarca süren halk isyanları vâkiyse de, bu isyanların çoğunlukla Alevi–Türkmen isyanları olduğu unutulmamalı.
Osmanlı’ya ve hünkâra rıza öyle boyutlardadır ki, yıllarca mücadele edip, Abdülhamit’i alaşağı eden asker / yarı–aydın zümre dâhi saltanatın lağvını akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdir. Onlar için bir meclis, yetkileri sınırlandırılmış bir sultan ve bu sultanın etliye sütlüye daha az karışması kâfiydi. Nitekim altı çok doldurulmamış ve çelişkilerle birlikte dillendirilen “eşitlik”, “kardeşlik”, “hürriyet” gibi ifadeler somutta bir karşılığını bulamamış, kafalar değişmemiş ve istibdatçıyı deviren yeni elit aynı devlet mantığını (devlet için halk) sürdürmüş, kendi istibdadını inşa etmiştir.
Bunun sebebi, kültürel/ politik/ entelektüel gelişkinliğin sıfırın altında seyrettiği Müslüman toplumda, yeni olan her şeyin aşağıdan yukarıya bir tazyikle değil, yukarıdan aşağıya bir çabayla ve “devleti kurtarma” güdüsüyle geliyor olmasıydı. Halk, etken değil, alabildiğine edilgendi. Bu edilgenliğe, başka savaşları takip eden I. Dünya Savaşı’ndan sonra kitlesel bir bıkkınlık, boş vermişlik ve yeni bir “kaçgunluk” hâli eklendi.
Kurtuluş Savaşı önderliğini de en çok zorlayan, bunaltan bu hâldi. Aynı hâlden dolayı, Milli Mücadele önderliği de, savaş boyunca milleti zorlamak ve bunaltmak zorunda kalmıştır.
İttihatçılığın, İttihatçılığı sözle reddeden devamı olan Kuvayı Milliyecilerin mantığı, ufku da, öncekilerin “devleti kurtarma” güdüsünden çok ileride değildi. Denilebilir ki, Mustafa Kemal’in radikalizmi, pozitivizmi olmasaydı saltanat/ hilafet/diyanet alışkanlığı da, ezberi de belki aşılamayacaktı.
Burada bir kopuş–devam karmaşası, çelişmesi söz konusudur. Yeniçeri Ocağı’nın lağvından, Tanzimat’tan, Islahat’tan, Meşrutiyetlerden beri süren bu karmaşa ve çelişme, Cumhuriyet’e de intikal ve tesir etmiştir. Cumhuriyette, -onun kadar değilse de 1908 devriminde de- devamla birlikte kopuşun çok daha ağır bastığı muhakkaktır ama “devlet için halk”, ceberut devlet mantığının, aksi tüm retoriğe karşın, daha yumuşak ya da yumuşamaya daha açık biçimde sürdüğü aşikârdır. “Halkın faydasına olan” işlerde de ve diğer her şeyde de tepeden inmecilik sürdü. Halk, “egemen” olarak anayasaya geçti fakat onun egemenliği alabildiğine semboliktir, halk sadece bir dekordan ibarettir.
Olağanüstü hâl rejimi ve istibdat, Türkiye yönetiminin vasatıdır. Bu bir iç savaş rejimidir. Diktatörlüğü yahut “monşerliği”, “halka yabancılığı/ zulmü” eleştirerek iktidara gelen politik ikizler DP ve AKP’nin, kısa sürede kendi istibdat rejimlerini tesis etmeleri ve Menderes’e, Erdoğan’a her koşulda tapan yığınlar, Türkiye’nin devlet, siyaset ve halk gerçeği hakkında önemli ipuçları verir.
Ceberut bir devlet geleneği ve ona tapınan, bilinci iğdiş edilmiş geniş bir halk kesimi.
Halk, bir toplamı ifade eder ve büsbütün bir iyi ya da kötüyü işaret etmez. Halkı idealize edenler ve yerin dibine sokanlar çoksa da, bu böyledir. Aslında herkesin, her siyasi kesimin bir halkı, bir milleti var diyebiliriz. AKP, “millet” derken, sadece belli bir ideolojiyle donanmış olan tek bir kesimden bahsetmiş olur. Devrimcilerin halkı, Erdoğan’ın milletinden daha geniş bir toplama işaret eder ama elbette devrimcilerin de belli kısıtlamaları var.
Son yüzyılın Türkiye’sini biçimlendirmiş olan şey, paramparça olan bir imparatorluğun kurtarılamaması ve enkazdan olabildiğince az yarayla çıkabilme çabasıdır. Esasta imparatorluğu kurtarmak isteyenler de, o toprakların bütünlüğünü sağlayabilecek hiçbir fikir ortaya atabilmiş değildir. 1908 devrimi sürecinde yakalanan olanaklar da, bizzat İTC’nin sert Türkçülük politikasıyla berhava edilmiş oldu.
Bu kompleksli, paranoyak, saldırgan, reddiyeci milliyetçilik, vâris, yani Cumhuriyet’in de temel motivasyonu, aracı oldu. Devletin şekillendirmeye çalıştığı millet de bilinç yönünden sakatlandı ve kendi gerçeğine yabancılaştı. Araya İTC ve Cumhuriyet dönemlerinde, halklara karşı devlet ile milletin ciddi bir bölümünün suç ortaklığı geçmişi, arka planı da girdi. Bir nefret iklimi ve ideolojisi ülkenin bağrına ve toplumsal parçaların arasına bir bomba olarak yerleştirildi.
Artık kimlere, nerede erk ya da siviller eliyle yahut ikisinin ittifakıyla vurulacaksa, “Ermeni’ye, Rum’a, Gâvur’a vurur gibi” vurulacaktı(!).
Cumhuriyet, her ne kadar erken dönemde anti-Osmanlı propagandası yapsa da, ne “Anadolu’nun kadim Türklüğü” hikâyesi tuttu; ne de Orta Asya miti, Osmanlı’nın yerini alabildi. Son derece çelişkili bir iade-i itibarla Osmanlı’nın geçmiş görkemli, “saadetli” günlerine özlem, sadece muhafazakâr halkın değil, devletin de ideolojik sözlüğünün bir parçası hâline geldi. Cumhuriyet, yıktığı Osmanlı’nın 700. yılını kutladı.
Sağcılığın, saldırgan bir milliyetçiliğin halkın geniş bir kesiminde nasıl alıcı bulabildiğini, yakın tarihin baskısı eliyle ve devlet ideolojisi üzerinden anlatmaya çalıştık. Fakat bu çoğunluk durumunun, daha doğrusu ezici çoğunluk durumunun ezeli ve ebedi olmadığını, sonsuzluğa sabitlenemeyeceğini belirtmeliyiz. Kaldı ki, böyle bir bakış, mücadeleyi de anlamsızlaştıracaktır ve belki de niyet, motivasyon budur.
Türkiye halk çoğunluğunun her zaman sağcı, pasif, razı, hak aramayan, zulme karşı örgütlenmeyen bir toplam olmadığını anlamak için, ’80’ öncesine, ’80’ öncesi devrimcilerin örgütlü gücüne ve örgütlenebildiği yerlere bakmak yeterlidir. Bugün CHP’nin dahi olmadığı yerlerde çok da uzak olmayan yıllarda devrimciler vardı.
Her zaman sağcılığın hâkim olduğu yerlerde bile devrimciler örgütlenmek için ısrar etmiş ve kendine zemin bulmuştur. ’90’lı yılların başı ile ’97-’98 arasında bir artçı hareket olarak devrimcilik yeniden kendine, ’80 öncesindeki kadar olamasa da bir savaş alanı yaratmayı başarabilmişti üstelik. Öyleyse bu yılgınlığa ezeli bir gerekçe bulamayız. Öte yandan devrimciliğin kazandıklarını kaybetmesinin de, yoksulları gericiliğe kaptırmasının da sorumlusu halk değil. Öyleyse ne bu kızgınlık?
Elbette ki halka methiyeler düzmeyelim, toplama bir kutsiyet atfetmeyelim fakat kendimize de Mesihlik addetmeyelim. Halk, bize yüz vermemişse, bize düşmansa, bunun tek müsebbibi onun eksik, çarpık bilinci değil, aynı zamanda solun eksik ve yanlışlarıdır da.
Hele ki, şimdilerde “solcular” arasında öyle bir ruh hâli türedi ki akıllara zarar. Memleketin herhangi bir yerinde halkın çay, şeker, tütün, işten çıkarma, HES, fabrika kapatma, çevre vesaireyle ilgili iyi kötü bir tepki geliştirdiği haberini alan “solcular” hemen klavyelere sarılıp başlıyorlar “oh olsun!”, “beter olun”, “geberin” tekerlemelerine.
Ortada var olan bir isyana, memnuniyetsizliğe sırt çevirmeleri bir yana, bu kadar yavan bir genellemecilik ve indirgemecilik örneğine tarihte çok az rastlanmıştır. Tek veriyi sandıktan alıp, bulduğu veriyi genele yayan ve sonsuzluğa raptiyeyle iliştiren bir akıl tutulması.
Hayır, ilgili bölgelerde yüzde 65 CHP’ye oy verilmiş olsaydı bu neyi gösterecekti? Çok büyük bir anlamı olmayacaktı. Elbette CHP içinde ve tabanında, seçmeninde sola, hatta devrimcilere yakın olanlar varsa da, bunlar belirleyici değil.
CHP’liliğin kendisi de zaten bir statükoculuk, sağcılıktır. CHP’nin ehlileştirmenin, sağcılaştırmanın nasıl bir aracı olduğunu görmek için eski devrimci, şimdi CHP’li anne babalarınıza bakabilirsiniz.
Öte yandan, “Laiklik be!”, “rakı be!” tayfanın kalpli göz yaparak baktığı İzmir’de, Marmaris’te HDP’lilere, Edirne’de Cephelilere yapılan saldırılar hafızamızda. Dolayısıyla Türkiye’de faşizm deyince sadece Trabzon’a, Konya’ya filan bakmaya gerek yok.
Türkiye’de bir Yozgat tipi sağcılık varsa, bir de İzmir tipi sağcılık var. Ve her ikisiyle de mücadele etmek gerekiyor. Elbette hâkim, yekpare ve tereddütsüz olan “Yozgat tipi sağcılık”la mücadeleyi esasa koyarak.
Türkiye’de bugün bütün cüssesiyle orta yerde duran sağcılaşma, AKP’lileşme (“Reişçileşme”) gerçeğinin tek müsebbibi geçmişten bugüne gelen sosyal gerçekler değil. Öyle olsaydı sağ, daha parçalı bir görünüm arz ederdi ya da AKP şimdiye dek on kez parçalanmış olurdu.
Türkiye toplumunun önemli bölümünü içine alan sağcılık gerçeği, hegemonya (bütün devletin ve olanakların tek bir odakta olması) ve küçük ve büyük ortakları olan “rant müşterekiyle” (iş, yardım) birleşiyor. Bu birleşim de, “kutsal”, dindar, karizmatik ve “delikanlı” bir lidere biatla, imanla şekilleniyor.
Üç kimliğe bölünmüş olan Türkiye siyasi atlasında, muhafazakâr kimlik, kendini ancak ve ancak bir partide, ondan da daha çok bir liderde temsil edilmiş ve güvende hissediyor. Üstelik eski elitlerden ve kendini o elitin bir parçası sananlardan, kendini “beyaz” sananlardan intikam alıyor olma hissi de cabası. Psikolojik üstünlük de sağcılarda.
Siyaset kimliklere indirgendiği vakit mantığın yerini duygular, hırs ve hamaset alır. Milliyetçilik, dincilik, birine körü körüne bağlılık hak, hukuk, adalet kavramlarını önemsizleştirir. Cehaletin ateşi faşizmce harlandıkça suskunluk sarmalı büyür ve sonunda muhalefeti de yutar. Şu an yaşadığımız da budur.
Bu, kimlik üzerinden inşa edilen rejime karşı başka bir kimliği koymakla varılabilecek bir zafer yok. Bu yolla gettolar yaratılabilir, faşizm tarafından tek bir fiskeyle yıkılması mümkün gettolar… Öyleyse, bugünlerde bazı solcuları irite eden “sınıf” kavramını yürürlüğe koymak gerek: Sınıfa karşı sınıf.
Sadece kitap değil, ekonomik bunalım da bunu buyuruyor. Elbette kimliklere de sırt çevirmeyen (kimilerinin “kimlik mücadelesi” karşıtlığı sırf şovenizmlerini perdelemek içindir) bir ekmek ve hürriyet kavgası. Ve seçimlerden, sandıklardan kopuş. En azından tüm enerjiyi oraya harcayıp, yatırımı oraya yapmamak, oraya bel bağlamamak. Sosyolojiyle savaşmadan, onu anlayarak, tahlil ederek, onu bu hâle getirenlerle savaşmak ve teşhir. Bir taban hareketiyle sosyolojiyi dönüştürme çabası. Karşı hegemonyayla, dengeyle geniş kesimleri kazanamasan bile tarafsızlaştırmak. “Sünni denge”ye dönüşmekte olan suni dengeyi kırmak. İktidarın anti-emperyalizm yalanını emperyalizmin Türkiye’deki gerçeğini izahla ilan (*).
Türkiye’nin devrimcisizleşme trendinde devrimciliğin reorganizasyonu.
Medet için SYRIZA’ya, PODEMOS’a, Corbyn’e değil, Türkiye’nin geçmişine bakmak gerekiyor.
Ne yapılacaksa ya da yapılamayacaksa devrimciler, örgütlü sol karar verecek elbette. Bizimki fikir beyan etmekten ibaret.
Dipnot:
* Erdoğan’ı Amerika’nın devirmesini ummanın devrimci yenilgicilikle bir ilgisi yok. Erdoğan gider, faşizme ve emperyalizme karşı savaşıp, iktidarı alabilecek devrimci bir odak, güç namevcut olan memlekette bu devran başkasıyla sürer. Düzen içi bile olsa halkın kendi mücadelesi sonucu olmayan şeylerin bir devrin kapanması dışında halk için büyük anlamları olmayacak.
Emperyalizm, Türkiye’de içsel bir olgudur ve baş düşmanla iç içedir. Emperyalizmin içsel olgu oluşu, Türkiye’nin hiçbir özgüllüğü, gücü olmayan bir sömürge olduğu anlamına da gelmez. Hele ki yeniden çok kutuplulaşmakta olan dünyada hiç gelmez. Fakat, emperyalizme göbekten bağlı olan rejimin Amerika’yla sürtüşmelerini coşarak abartmak “milli mevzcilik” yanılgısına düşmek anlamına gelecektir ki, bu da ikinci YAE’ciliktir.
Emperyalizm, faşizmi ve kapitalizmi aynı anda hedeflemeyen bir hareket, onun bunun uydusu olmaya mahkûmdur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.