Yaklaşan “cismin” yol açacağı toplumsal hoşnutsuzluk ancak faşizme karşı mücadeleye tabi olarak gerçek bir siyasal mücadeleye yönlendirilebilecek
Yaklaşan “cismin” yol açacağı toplumsal hoşnutsuzluk ancak faşizme karşı mücadeleye tabi olarak gerçek bir siyasal mücadeleye yönlendirilebilecek. Faşizme karşı mücadele de bu toplumsal hoşnutsuzlukların iktidara karşı yol açtığı tepkinin devrimci bir ifadesi olarak örgütlendiğinde etkin siyasal sonuçlar elde edebilecek
Bir cisim yaklaşıyor. Dövizde ve enflasyonda yaşanan hızlı tırmanışla ayak sesleri duyulan ekonomik kriz, ABD’nin yaptırım açıklamaları, nihayete ererken son büyük çatışmasının Türkiye’nin kapılarında yaşanacağı ilan edilen Suriye savaşı… Sürpriz değil. AKP, yaklaşan bu “cismi” ufukta gördüğü için daha fazla bekleyemeyeceğini anlamış, baskın bir seçim düzenleyerek rejim değişikliğini gerçekleştirmişti.
Türkiye, emperyalistlerin ve egemen sınıfların eskisi gibi idare edilemeyeceği, ezilenlerin de ülkenin yarısının hâlihazırda Erdoğan karşıtı olduğu dönemdeki kadar bile hoşnut tutulamayacağı yeni bir sürece giriyor. Elbette Türkiye bir yeni sömürge ülkedir ve her zaman için bir “milli kriz” durumu söz konusudur. Ve elbette AKP iktidarı boyunca sürekli krizlerle yüz yüze gelmiş ve bu krizleri yönetmeyi başarmıştır. Ne var ki gelinen noktada “yeni” bir durum söz konusudur çünkü hem dış politikada hem de ekonomi alanında AKP’nin daha önceki krizleri idare etmesini sağlayan manevra aralıkları daralmış durumdadır.
24 Haziran seçiminin sonuçları ve geçilen yeni düzen ise, manevra aralıklarının daraldığını gören iktidara, muhalefetin de manevra aralıklarını daraltma şansı tanımıştır. Egemenlik, AKP’nin çoğunluğu yitirdiği Millet Meclisi’nden alınıp Tayyip Erdoğan’a verildi. Erdoğan istemez ya da mecbur bırakılmazsa 5 sene seçim olmayacak. Toplumsal muhalefet, “terörle mücadele” adı altında OHAL dönemi baskılarını süreklileştiren yasal düzenlemelerle karşı karşıya.
Yani yaklaşan “cismin” yol açacağı toplumsal hoşnutsuzluk ancak faşizme karşı mücadeleye tabi olarak gerçek bir siyasal mücadeleye yönlendirilebilecek. Faşizme karşı mücadele de bu toplumsal hoşnutsuzlukların iktidara karşı yol açtığı tepkinin devrimci bir ifadesi olarak örgütlendiğinde etkin siyasal sonuçlar elde edebilecek.
Şimdi gelelim önümüzdeki krizli sürecin emarelerine, birbirleriyle bağlantılarına ve olası toplumsal-siyasal sonuçlarına…
ABD Başkanı Donald Trump başta olmak üzere ABD’nin en etkili ve yetkili ağızlarının Erdoğan’dan “FETÖ’ye yardım” suçlamasıyla tutuklu bulunan Rahip Andrew Brunson’un serbest bıraktırmasını istemesi, kendi başına pek çok anlam içeriyor. ABD, Türkiye’ye yabancı ülke yurttaşlarını rehin tutarak pazarlık yapan bir mafya devlet muamelesi yapıyor. Erdoğan da vaktiyle “Ver papazı, al papazı” diyerek Brunson’un serbest bırakılmasına karşı Fethullah Gülen’in iadesini istediği için, suçlamaları kendi diliyle doğrulamış bulunuyor.
Herkesin malumu olan bu durum, kimisi için rahatsız edici kimisi için değil. Ancak acı faturadan kimse için kaçış yok. ABD’nin Türkiye’ye verilen kredileri engelleme ve silah satışlarını durdurma konusunda harekete geçmesi karşısında Erdoğan’ın sarf ettiği “Biz göbeğimizden Amerika’ya bağlı değiliz” sözünün maalesef gerçek hayatta karşılığı yok. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Truman Doktrini, Marşal Yardımları ve NATO üyeliği ile göbeğinden (askeri ve ekonomik olarak) ABD emperyalizmine bağlandı. Türkiye kapitalizmi geliştikçe bağımlılık da gelişti ve dış borcun 466 milyar doları geçtiği AKP’li yıllarda bu bağımlılık finansal kanallardan zirveye ulaştı.
ABD’nin yaptırım uygulamasına gerek kalmadan, sadece bir yaptırım listesi hazırlandığı haberi ile 1 Ağustos günü dolar 5 TL’ye fırladı. Türkiye, damat Berat Albayrak’ın dediği gibi “parmakla gösterilen ülke” konumunda, çünkü kendi liginde parası en hızlı değer kaybeden ve artık borç yükü milli gelirini aşan bir ülke.
Geçen yıl 3 trilyon 104.9 milyar liralık gayri safi yurtiçi hasıla elde edilirken, reel sektörün iç ve dış borçları 2 trilyon 406.5 milyar liraya ulaştı. Hanehalkı borçları mayıs ayı itibarıyla 509.1 milyar liraya çıkarken, Türkiye’nin toplam borç yükü 3 trilyon 947.9 milyar liraya ulaştı. Dış borç dolar cinsinden 470 milyar dolar civarında. Dolardaki her artış bu borç yükünü katlıyor. Özellikle de 223 milyar dolarlık dış borcu olan özel sektör alarm veriyor.
Tabii AKP ve beslemeleri bu durumda hala kriz yokmuş gibi ya da kriz iyi bir şeymiş gibi halkın aklıyla alay eden açıklamalarda bulunmaya devam ediyor. MÜSİAD Başkanı Abdurrahman Kaan, Türkiye’nin değersizleşmesiyle övünüyor mesela. Kaan, Erdoğan ve damadının “Türkiye hiç olmadığı kadar cazip bir ülke” açıklamalarına katıldığını belirterek, “Şu anda elinde 40 milyar doları bulunan bir grup gelse Türkiye’deki şirketlerin 4’te birini satın alabilir. Kur pozisyonu itibariyle ki bunu Cumhurbaşkanımız da ifade etmişti, bir daha bulamazsınız tarzında. Bu da bizim önümüzdeki süreçle ilgili konuştuğumuz şeyler” demekten utanmıyor mesela.
Ancak onlar dalgalarını geçerken, Türkiye’nin AKP sayesinde ABD’ye daha da bağlanmış göbek bağından acı sinyaller geliyor. Zarrab Davası sonrası Halkbank dahil 6 Türk bankasına ceza kesilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu durum buna muadil bir başka acı bedel ödenmesiyle engellenebilir. Türkiye’nin batılı bankalardan kredi bulması engellenebilir ve bu durumda Türkiye’nin iki aylık rezervi var.
“ABD bize böyle yaparsa yönümüzü Rusya’ya döneriz, Çin’e gideriz” demenin de ciddiye alınır tarafı yok. Birincisi, Rusya Türkiye’nin ekonomik yükünü hafifletecek bir finans kaynağı değil. Aksine, ancak domates ve ucuz tur satabildiğimiz bu ülkeden yüklüce doğalgaz alıyor, ona nükleer santral yaptırıyoruz. Bu dengesizlik içinde nasiplenen değil söğüşlenen ülke konumundayız. Çin ise finansal kaynakları çok olan ancak ABD ile rekabet etse de çok kuvvetli ekonomik ilişkileri olan ve başka ülkeleri kurtarmak için değil kendi çıkarını korumak için hareket eden, Rusya’nın aksine kendi özel çıkar alanları dışında ABD ile uyumlu çizgi izleyen bir ülke. Bu iki ülke de Türkiye’nin NATO üyesi olduğunun, daha geçtiğimiz haftalarda düzenlenen NATO zirvesinde Rusya’ya karşı kurulan kara ve deniz gücünde aktif rol alma isteğini beyan ettiğinin farkında. S-400 füzesi sipariş etmekle bu gerçekler değişmiyor. O nedenle “Bizi Şangay İşbirliği Örgütü’ne alın, bizi BRICS’e alın” önerileri karşı tarafta ciddiyetle tartışılmıyor.
Hele de Rusya ile Suriye’deki flörtün sonunu işaret eden İdlip operasyonu yaklaşırken. Diğer bölgelerde kontrolü sağlayan Şam yönetimi, şimdi sıranın İdlip’e geldiğini, Türkiye’nin işgalci olduğunu, Astana’daki sözlerini yerine getirmediğini ve çekilmesi gerektiğini tartışıyor. Hem de İdlip operasyonunu Kürtlerle ortak yürütebileceğinin sinyallerini vererek. Suriye’de Kürtlerle Şam’ın uzlaşması, Ağustos ortasında Putin-Trump zirvesinde varılan olası ABD-Rusya uzlaşmasına bağlıdır ve Türkiye’nin artık Suriye’de vaktinin dolduğu anlamına gelecektir. Kürtlerin bu süreçte “özerklik” adına siyasi kazanım elde etmesi halinde de AKP iktidarı sadece Suriye içinde değil Türkiye’de de sıkıntı yaşayacaktır.
Yine de emperyalist sistem içi istikrarsızlık ve güç kaymaları şaşırtıcı ittifaklara kapı aralayabilir denebilir. Ancak o da ABD ile göbek bağını kesmeyi gerektirir ki, sosyalist bir devrim de yapmayacaksanız, mesela ağır bir ambargo altındaki İran’ın maruz kaldığına benzer bir kuşatmayı göze almayı gerektirir. İşin doğrusu Erdoğan iktidarında laf çok ama o gözü karalık yok. Lafta ABD’ye diklenirken yine sopayı halkın sırtına elini de halkın cebine uzatmakta.
Erdoğan’ın damadını Hazine’nin başına koymasının ardından 4,75’e fırlayan dolar, bir ayda 5 TL’ye dayandı. Kimsenin “benim dolar borcum yok” deme şansı yok çünkü Türkiye’de üretim girdisi ara mallar dolar ve avro ile ithal ediliyor, üretim altyapısı çökertildiği için ihracatımız ithalata bağımlı, her ürünün fiyatını belirleyen enerjide dışa bağımlı olduğumuz ve o enerjiyi de dolarla satın aldığımız için dolardaki her artış iğneden ipliğe zam anlamına geliyor. Çarşıya pazara giden, evinin faturasını ödeyen herkes hayatın pahalılığını iliklerine kadar yaşıyor.
Ekmeğe yüzde 15 zam yapıldı, süte yüzde 18, yumurtaya yüzde 27… Benzinin litre fiyatına 22 kuruş, motorine 14 kuruş zam yapıldı; şimdilik vergi düzenlemeleri ile pompa fiyatına yansıtılmadı ama vergi düzenlemeleri ile idare edilemeyecek yeni zamlar kapıda. Elektrik üreten santrallere verilen doğalgaza yüzde 49,5; hanelere verilen elektriğe ve doğalgaza yüzde 9, sanayi ve ticarethanelerde yüzde 14 zam geldi. Açlık sınırı 1773 TL olduğu yerde asgari ücret 1603 TL. Enflasyon yıllık yüzde 15’ten, 17’ye çıkacak. Merkez Bankası bile beklentisini yüzde 8’den 13,4’e çıkardı.
Berat Albayrak enflasyonu tek haneye düşüreceğiz derken, 1990’lı yılların kronik yüksek enflasyonuna doğru yol alıyoruz. Üstelik iflaslar kapıda. Ticaret odaları pek çok şirketin gerçekte batık durumda olduğunu açıkladı. Sonbahara doğru mızrak çuvaldan çıkacak ve yüksek enflasyon eşliğinde ekonomik durgunlukla, yani işsizliğin, yoksulluğun ve pahalılığın kol kola girdiği bir durumla karşı karşıya kalacağız.
Peki, Erdoğan ve damadı şu aralar kime güvence vermenin derdinde? Emekçilere, işçi sendikalarına, yoksullara mı, yoksa sermayeye mi? Maalesef ikisine birden güvence verilemiyor, kapitalizm böyle bir şey. İktisatçılar söylüyor, IMF’li ya da IMF’siz bir acı reçete, bir kemer sıkma programı yolda diye…
Yeni rejimin sopası elbette sermayeye değil emekçiye karşı hazırlanmış. Öyle olmasa TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin en önemli özelliğinin hız olacağını düşünüyorum” diye toplumun yarısının “diktatörlük” dediği rejime övgüler düzmezdi.
Yani faşizme karşı mücadelede ittifak emekçilerde aranacak. Elbette sınıf çelişkisi diğer çelişkilerden soyutlanmış biçimlerde değil onlarla iç içe geçmiş biçimde yaşanacak ve AKP süreci böyle yönetmeye çalışacak. İşsizliği, yoksulluğu, baskıları; kadınlar, Aleviler, Kürtler, solcular ve de AKP’ye muhalif olan diğer katmanlar daha derin yaşayacak.
Yaklaşan cisim “kriz” adında herkesin kendince müdahale edeceği ve farklı sonuçlar çıkarabileceği bir özel toplumsal çatışma sürecidir. Bu sürece ancak sosyalistler emekçi halkın çıkarları doğrultusunda müdahale edebilir ve ancak faşizme karşı mücadele eden devrimciler emekçi halkın hoşnutsuzluğunu iktidar karşıtı bir mücadeleye seferber edebilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.