Milton daima kendisidir. Onun sanat eserleri de her zaman kendileridir. O ve sanat eserleri aynı taştan, aynı metalden meydana gelmiştir
Milton kelimelerin mükemmel uyumundan ya da zahmetle bir araya getirilmelerinden ziyade fikirlerin, ırkların, ölümsüz ilkelerin, tanrıların çatışması ile yaşamla ölümün yaratıcı çatışması ile daha çok ilgileniyordu. Modern bir sanatçının kalbindeki arzu dünyadan “mutluluk vadisi”ne kaçmak ve orada mersin ağaçları ile nilüferler arasında, tereddütten ve acıdan uzak bir Çin putu gibi bağdaş kurup, etraftan soyutlanıp, sonsuza dek güzel şeyler yapmaktır. Milton’un arzusu üzerindeki bütün milletler ve ırklarla beraber dünyayı kendi parmaklarında çevirmek ve onu az çok inandığı şeyin resmine bürümekti. Peki, neye inanıyordu, şu Zaman ve Mekânın Efendisi’ne mi, Yahve’nin suç ortağına mı? Milton sadece kendine inanıyordu. Kendine; sorgulanmayan, felsefi bile olamayan; büyük eylem adamının sahip olduğu; Sezarların, İskenderlerin ve Napolyonların sahip olduğu, Shakespeare’in yoksun olduğu türden bir inanç besliyordu
Solomon Alexander Hart’ın tablosu; John Milton Engizisyon tarafından ev hapsine mahkum edilmiş olan Galileo’yu ziyaret ediyor
Biz modern dünyanın çocukları, kelimelerle acımasızca oynuyoruz. Nasıl da kelimelerin ihanetine uğruyoruz! Kelimeler bize nasıl da ihanet ediyor! Bir başkasından ve zamanın ruhundan çalıyoruz; kendi söylemlerimiz, deyimlerimiz ve tılsımlarımızla bütün ayrımları yok ediyoruz. Modern tanrı, daima af dileyen ve açıklama yapan biri olarak ve modern şeytan daima af dileyen ve açıklama yapan birisi olarak tasvir edilir. Her şeyin kendi kelime sembolü, maskesi ve ayıbı bulunmaktadır. Hiçbir şey tasvir edilemeyen ve esrarengiz bir biçimde açıklığa kavuşamaz ve bizi şaşırtamaz.
Bu, bizim kelime oyunlarımıza gülüp geçen büyük sanatçıların yaptığı şeydir. Bu bilimde ve sözlü sanatta eşsiz olan Milton’ın yaptığı şeydir. Doğrusu Milton’ın gelmiş geçmiş en büyük şairlerden biri olup hiç “yorumlanmamış” ya da hiç “değeri biçilmemiş” ya da “tazelenmemiş” olması görülmemiş bir talihtir. O yalnız bırakılmıştır; ondan korkulmuştur; kimse “kelimelerini” ona yöneltmeye cesaret edememiştir, bunun mutlak nedeni onun kelimelerle oynayabilen en yüce sanatçı olmasıdır. O öyle büyük bir sanatçıdır ki, eserleri bütün belirsizliklerden –özellikle modern “beğeni”lerin yöneldiği türden belirsizliklerden– kendini ayırır ve boyun eğilir ve tapılır ya da hiç ulaşılamaz olacak şekilde açık, net ve antipatik hale gelir.
Milton erkek şairidir. Zaten kadınlar onu sevseydi, bu şaşırtıcı bir şey olurdu. Modern eleştiri, sadece başka bir şeye dönüşme noktasında olana aşık olan çakırkeyif bir Hermafrodit’dir. Milton daima kendisidir. Onun sanat eserleri de her zaman kendileridir. O ve sanat eserleri aynı taştan, aynı metalden meydana gelmiştir. Başka herhangi bir şeye dönüşmeleri asla muhtemel olmamıştır. Milton diğer büyük sanatçılar gibi eylem adamıydı. Kelimelerde, onların tarihinde, ağırlıklarında, kökenlerinde, çağrışımlarında görüldüğü kadarıyla; o, bilgelerin bilgesi, kelimelerin değil eylemlerin adamıydı.
Milton’ın tarzının parmağımızı uzatıp dokunabilecekmişiz gibi olmasının nedeni budur. Bu tarz, kılıç tutabilen bir el tarafından dövülerek, bir yasama meclisine hükmedebilen bir beyin tarafından yoğrularak şekillenmişti. Şüphesiz ki biz kelime delileri ona yaklaşmaya korkarız. Milton bizi püskürtür, bizi engeller ve çalışmalarını bizden saklar ve onun sanatı bizi sesiz bir nefrete sürükler.
Sanatçıların sanatçısı olmasına rağmen, Milton için sanat ilk sırada yer almaz. Bizler yaşamın efendisi değil, kölesi olduğumuz için, ilk sıradadır. Sanat bizim kendimizi hayattan koruduğumuz şeydir. Bizim için sanat bir dindir ve bir ilaçtır. Milton’a göre sanat bir silah ve bir oyuncaktır.
Milton kelimelerin mükemmel uyumundan ya da zahmetle bir araya getirilmelerinden ziyade fikirlerin, ırkların, ölümsüz ilkelerin, tanrıların çatışması ile yaşamla ölümün yaratıcı çatışması ile daha çok ilgileniyordu. Modern bir sanatçının kalbindeki arzu dünyadan “mutluluk vadisi”ne kaçmak ve orada mersin ağaçları ile nilüferler arasında, tereddütten ve acıdan uzak bir Çin putu gibi bağdaş kurup, etraftan soyutlanıp, sonsuza dek güzel şeyler yapmaktır. Milton’un arzusu üzerindeki bütün milletler ve ırklarla beraber dünyayı kendi parmaklarında çevirmek ve onu az çok inandığı şeyin resmine bürümekti. Peki, neye inanıyordu, şu Zaman ve Mekânın Efendisi’ne mi, Yahve’nin suç ortağına mı? Milton sadece kendine inanıyordu. Kendine; sorgulanmayan, felsefi bile olamayan; büyük eylem adamının sahip olduğu; Sezarların, İskenderlerin ve Napolyonların sahip olduğu, Shakespeare’in yoksun olduğu türden bir inanç besliyordu.
Milton, insanlar öyle olmadığını düşünme gafletine düşmüş olsalar bile, o Nietzche’nin idealinin vücut bulmasıydı. Milton zor bir insandı, soğuktu, hor görürdü, “asil ruhlu”ydu, bir kadınla birlikteyken, “kırbacını hatırlıyordu”, savaşı savaş olduğu için seviyordu ve dağların zirvesinde tek başına duruyordu. Milton’a göre dünya, kendini egemen gücün ve egemen ilginin, istenci istençle gasp ettiği bir yer olarak sunuyordu. Neden daima mantıksal adlar peşinde koşturmayı ihtiyaç duyuyoruz? Gerçekte Milton, gerek mizacı gerekse ruhsal hali bakımından, tıpkı Schopenhauer, Nietzsche, Bergson ya da modern pragmatistler gibi aşırı gizemli idi. Arzulara karşı durulmasına savaş açılmasını ima etmeyen hiçbir şey onun gözünde yüce, dramatik ya da “hakiki” değildi.
Milton, İncil’in meydana çıkışından beri, herhangi bir Avrupalı yazardan daha az Hıristiyandı. Tıpkı Nietzche gibi Milton da iki Ahit’ten biri olan İncil’i bağlayıcı kabul etmenin, “yüce yaşam”ı hor görmek olduğunu düşünüyordu. Bir anlamda İsa’ya konum bulmuştu, fakat bu pek çok yarı-tanrı arasında herhangi bir yarı tanrının konumuydu; muhtemel ki fatihin konumu. Milton’ın Yahudilerin Yahve’yi yüceltmesini, yermesi çok saçmaydı. Herkesin kendi tanrısı vardır. Ona karşı sorumluluk duyduğu tanrısı. Ve her şeyden öte, Yahudilerin Yaheva’sı muazzam bir figürdü. O, Milton gibi Savaş Tanrısı’ydı. Tıpkı Milton gibi insani ve tanrısal istenci kozmik olgunun merkezinde bulmuştu. O, tıpkı Milton gibi iyiyi ve kötüyü evrensel ilkeler olarak değil, ezeli ve edebi muhaliflerin ortaya koyduğu keyfi buruklar olarak görmüştü. Milton’ın teolojisini, sırf katı kuralcı, cansız ve yavan diye bir kenara itmek kavramsal ve kategorik zihinlerimizin kolayca düştüğü saçma hatalardan biridir. Milton’ın teolojisi –herhangi büyük şairin dahi girişemeye cesaret edemeyeceği denli– özgün, hatta kendisinin favori Yunan şairi Euripides’inkinden bile özgün bir yaratıydı.
Tanrı’nın daha özgün, daha somut yanlarıyla ilgili hisleri, Milton’ın felsefesinin geri kalanıyla da örtüşmektedir. Gerçekte bazen çoğulculuğa sapan ateşli bir düalist idi. Her şeyden öte, bireyciliği en uç noktalardaydı; öyle sıkı, öyle pozitif, öyle kararlı bireyciydi ki onun için birbirleriyle çarpışan mutlak, açık ve seçik arzular dışında dünyadaki hiçbir şey anlam ifade etmiyordu.
Milton bütün yazarlar arasında en az mistik, en az panteist, en az monist olanıydı. Bizde böylesi heyecan uyandıran evrensel ruh düşüncesi, Goethe’nin şiirinde onun sayfalarına uğramamaktadır. Wordsworth’ün “çok daha derin karmaşıklıklar içeren şey” iması onun hassasiyetiyle asla kesişmiyordu ve o söz konusu olduğunda Platon’un sözü bile edilemez.
Kişi Milton’ı okurken, onun gözünde dünya’nın “Tahtlar, Egemenlikler, Beylikler ve Güçler” gibi meşum figürleri ayaklandıran karmaşık öğelerden oluşan muazzam kaotik bir savaş meydanı olduğu hissedilir; bu figürler arasındaki çekişmede, en keyifli, en zorba, en despotik olanlar diğerlerini mağlup ederler ve Gonfalon’unu başka yere değil bir Uçuruma dikerler, “Tanrı” olurlar; bu Tanrı kişisel ve irade dışı hevesleriyle Kaos’tan Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları, toprağın tozundan İnsan’ı yaratır. Böylece bu Tanrı’nın istediği şeyin “İyi” olduğu ve en güçlü, yenmesi en güç karşıt isteğinin ‘Kötü’ olduğu anlaşılır. İyiyle kötü arasında, Yahve’nin fetheden şahsiyeti ile Lucifer’in fethedilmiş şahsiyeti arasında bulunan fark dışında, ezeli-ebedi bir fark bulunmamaktadır… Dolayısıyla, Milton’ın sırf Protestan geleneğin kör yazıcısı olduğu düşüncesi doğru olmaktan çok uzaktır, küçük bir araştırma, şeylerin kökenine ilişkin popüler Evanjelist görüşün ve olayların gidişatının İncil’e değil de Milton’ın şiirlerine dayandığı gerçeğini gözler önüne serer. Bu bakımdan o gerçek bir Klasik Şairdir, mitoloji yapandır, Delphoi’nin Demiourgos’udur.
Dünyada cevap bulunması en zor sorulardan biri de herhalde Milton’ın kısmen kendi yarattığı Tanrı’ya tümüyle ve doğrudan doğruya ne kadar inandığıdır. Belki de gözü pek ve keyfi “yaratı”larından daha çok ‘inanması’ bizi öyle varsaymaya itebilir. Milton’ın tabiatı pozitif ve somut olgular talep ediyordu. Hem kuşkuculuk hem de mistisizm ona aykırıydı ve onun soğuk ve fethedilemeyen kalbinin derinliklerinde korkan ve tutkulu bir kulun gece gündüz İsa’nın ve Yakup’un Tanrısı’nın huzuruna çıktığı ve böylece Efendi’nin kölesini asla unutmadığı düşüncesi daha muhtemeldir.
Milton’ın ihtişamlı ve kaya gibi ağır ilmi yüksek Yunan ve Roma geleneklerinden beslenmekteydi, ne var ki kalbinin derinliklerinde, onu Virgilius’un Aeskhylos’una yaklaştıran her şeyden daha derinlerde İsrail’in dinine ve “Cherubimler arasında oturan”a duyulan korkuya bir bağlılık vardı. Modern etik ideallerin ve mistik teozofilerin karmaşası ortasında, bir zamanlar hiçbir surete benzemeyen ve görülemeyen bir tanrıya sahip İsrail dininin ne kadar muazzam ve biricik olduğu unutulmaktadır. Hepsinden öte, ne biliyoruz? Adaletin Prensi, Sion Kralı, Halkının Çobanı, bir nevi Davut’un yakardığı Yaşayan Tanrı’dır ve o gözyaşları ırkımızın bilinmeyen ile dövüşünün gelmiş geçmiş en insani ve en trajik gözyaşlarıdır; bu modern “düşünce özgürlüğü” tarafından yerinden edilen bütün “Evrensel Ruhlar”dan, bütün içkinliklerin babalarından ve bütün temayül yığınlarından daha “olanaklı” daha uzağa giden bir inanç değil midir? Zaman, bugün tüm o asil ruhların alternatif karşılığının, “kaba Nedensellik”in egemenliği ile “bulutları savaş arabası yapan rüzgârın kanatları üzerinde yürüyen”in egemenliği arasında olduğunu göstermiştir. Demokritos ile birlikte dünyanın rastlantı sonucu kurulduğunu söyleyenler de Nasıralı İsa’ya ve onun içindeki yaşamın acımasızlığına karşı sonsuz haykırışa tapma hakkına sahiptir. Ne var ki eğer yaşam ilahlaştırılacaksa, “kabullenilecekse”, yaşama tapılacaksa; eğer Sevgi değil de Cesaret kozmik sistemde kutsal sayılacaksa; eski imgesel, şiirsel tarzda zayıf mistisizmle, muğlâk sezgilerle ve “etik ideallerin çanlarıyla” kendimizi maskara etmektense kişisel ve açık simgeler altında ondan yardım isteyebilmeliyiz!
Milton’ın ilk şiirleri İngiliz dilinin en güzel şiirleri arasındadır. Lycidas, şiirin ne ifade ettiğini anlayanlar için hepsinden daha güzeldir. Bu şiir gibisi hiç yazılmamıştır. Mısraların sonundaki uzun ve özenle kurulmuş kafiyeler; havadar, berrak, sakin bir iklime yavaşça ve nazikçe alıp götürür bizi; işte bu, bir şiirin nasıl olması gerektiğine dair umudun ötesinde umuttur.
Halkın hassasiyetlerinin, klasik ihtiyatın, melankolinin, nezaketin, tanrısal ve ritmik ahengin ince dokusunun, tıpkı toprağa şekil veren parmaklar gibi dokunuşun tarif edilemez hafifliğinin yerini tutabilecek bir şey daha var mıdır şiirde? Hiç kimse “kapıda beliren iki elli makinenin” yıkıcı görüntüsünü inkâr edemez. Zira yaşamın güzelliğinin bu lanetli “uşaklar” tarafından şimdi bile ne kadar günahkârca, ne kadar zalimce bozulduğunu anımsar ve o noktada “hiçbir şey söylenemez”.
İsa’nın Doğumu ilahisi, zahmetsizce ve doğal olarak kazandığı saygınlığını, Meryem’in oğlunun diğerlerine karşı zafer kazanmasının sanki pagan bir tanrının bir başka tanrı karşısında zafer kazanmış gibi algılanması olgusuna borçludur; son galibiyeti tanrıların en naziği ve en güzeline karşı kazanması gerekendir. Comus’ta bahsedilen Kadın ile onu baştan çıkaran adam arasında geçen ünlü tartışmada, bakirenin “yanlış bir nota” gibi göze batan yaşantısının, tatlı ve ciddi zarifliğine mükemmel bir örnek görürüz. Comus doktrini, eğer böyle hayali bir şey doktrin olarak kabul edilirse, Epikürcü Marius doktrininden pek de farklı değildir. Hayvani büyücüyü takip etmek, öyle yapmak “yanlış” olduğu için değil, dış görünümü “ruhun özü” haline getirebilecek olan cennetin müziğinin en hoş kesiti kaçırılabileceği için budalalıktır.
Milton’ın Soneler’i İngiliz edebiyatında kendilerine önemli bir yer edinmiştir ve “eski formlar”dan vazgeçilmesinin birinin kişiliğini ifade etmede kolaylık sağlayacağını düşünenlerin kafasını yorabilirler. Bu, bir olgu sorunu olarak, tıpkı insanları karakteristik “örtülerinden” soymanın onları dehşete düşürmesi, yıkması gibi, durumu daha da zorlaştırabilir. Hiçbir şey Milton’ın Soneler’inden daha özgün olamaz. Bu forma sıkıca tutunan katı kurallar, değerini düşürmektense onun karakterini güçlendirir. Milton’ın bu kaya gibi ağır ve iğneleyici ince zekâsı, “insanların isimlerini heceleyen” büyülü fısıltılarla birbirini nasıl da tamamlar!
Milton’ın, Quintilian’ın nefesini kesebilecek iğrenç İskoç unvanlarına olan nefretinden klasik arkadaşlığa, “Atina şarabı”na, “ölümsüz notalar”a ve “Toskan havası”na olan özlemine kadar tüm kişisel ön yargıları Soneler’de görülebilir. Kişi, Milton’ın onu anlayamamış olan budalalara gülüp geçtiğini okurken, insanların hassasiyetinde ufacık, kadınların sevgisinde ise daha az memnuniyet bulan bu yüce, soğuk, net, yalnız duyarlılığın gittikçe daha fazla bilincine varır. Favorisi olan “Mutsuz Electra’nın Şiiri”nde olduğu gibi, onun “kadın düşmanlığı”na öfke duymak ve metresleri eşlere tercih etmesin Hıristiyanca karşı çıkmak kolaydır. Milton’ın evlilik görüşünün “dinsizlik”ten öte olduğu doğrudur. Ne var ki böyle kişisel zevklerle ilgi konularda genel kanıların müdahil olma hakkının olmadığı unutulmamalıdır. Çağımızın iyi evlilik yapmış Browningleri o “asil tarz”da şiir yazmayı başarabilirlerse, demokratik aile yaşamlarının köpeklerini klasik yöntemi sevenlerin üzerine salma zamanı gelmiş demektir.
“Kayıp Cennet”, onun aristokratik yalnızlığını ulumalarla, barbarca ve cahilce şamatalarla kirleten şehvet ve eğlence düşkünleri için tam bir cevap olmuştur. Milton, “rahipler ve krallar” zümresine, onlarınkinden daha büyük bir kibirle tepeden bakar ve onları küçümserdi; ama halka karşı herhangi bir sevgi beslediği de yoktu. Kayıp Cennet’te, “kendisini” en az Lucifer’in görkemli başkaldırışına dâhil hissettiği kadar Tanrı’nın o görkemli egemenliğine de dâhil “hissedebiliyordu”. Biri ya da başkası “halkın sesi”ne yalvarmaya tenezzül etmiyordu. Kişi bu şiiri okurken uzak durulması gereken şey, Genesis’ten yapılan alıntılardır. Burada âlimlerin o sıra dışı vicdanlılığı, onu, doğuştan gelen özgünlüğünü ortaya koymaktan alıkoymuştur. Tabii bunu bir kenara bırakırsak, kullanma gücüne sahip olduğu müthiş imgelemin eseri olan Pandemonium ne kadar da görkemlidir! Başlangıç kısımları da en az Eski Ahit’teki Eyüp peygamber kitabı kadar muazzam ve hatta Aeskhylos’tan daha dikkat çekicidir. Boş bıraktığı dizesinde yatan gizemler, hiçbir zaman açığa çıkmamıştır, ne var ki o Güneş’e gittikçe daha da yaklaşırken, biz kanat çırpışlarımızla, süzülmelerimize onu takip etmeye çalıştıkça bu Şiirin Kartalı’nın soğukkanlılığı karşısında hayrete düşeriz.
Kişisel olarak Milton’ın şiirlerinin her bir paragrafla ya da her bir dizeyle ayrı ayrı yorumlanmasını tercih ederim. Daha önce de uzun şiirler yazılmıştır, yine yazılacaktır; ama –Dante hariç– hiç kimse Milton’da okuduğumuz gibi diğerlerinden apayrı dizeler yazamaz. Bu mükemmel pasajların en şaşırtıcı olanları, hikâyenin tek tek bölümlerinden ziyade bu bölümlerin araları ile kinayelerdir; hatta bunlara sadece ara denemez, bunlar “pagan tarzı” aralardır. Lucifer’in biz zavallı solucanları bile Kader karşısında doğru davranmaya itebilen meydan okumaları konusunda, Astarte, Astoroth ve Adonis’ten alıntı vermekten kendimi alamıyorum:
Cennet’in hilal boynuzlu kraliçesi,
Geceleri Ay kadar parlak Astarte’ye
Sidonialı bakireler adaklar adayıp şarkılar söylediler.
Ya da Adonis’ten:
Bütün bir yaz günü şehvetli namelerle,
Lübnan’da her yıl yas merasimi sırasında aldığı yaraların
Makus talihine ağıt yaksınlar diye Suriyeli genç kızları baştan çıkardı.
“Lübnan’da her yıl aldığı yaraların yas merasimi sırasında” dizesinin, alıntılanabilecek diğer herhangi bir dizeye kıyasla, duyulan huşuyu, heyecanı ve gerçek bir şiirin cazibesini verebilen en güzel dize olduğunu düşünüyorum.
Ve gezegenlerin yörüngeleri, çakılı yıldızlar, toprağın ve denizlerin kadim boşluklarına dair bu muazzam gizemli göndermeler; dünyanın sınırındaki dev ufuklarda yayılan bir güce sahipler. “Andromeda’yı Atlantik Denizi’nin uzaklarına taşıyan tüylerle kaplı yıldız”ı kim unutabilir ki? Peki, ya “kutuptan güçlükle gelen” denizcileri anlatan paragrafı? Ya da Cennet’in Kapısı’nı bekleyenlerin “dehşete düşmüş kalabalık ile öfkeli kuvvetler”le yaşadığı terörü? Tahmin edileceğinden çok daha hoş bir şiir olan “Yeniden Kazanılmış Cennet”te de bu türden sıra dışı güzellikteki paragraflara rastlanabilir. Dünyadaki Atina, Roma, Kudüs gibi şehirlerin tasvirleri, Dante’nin dizelerindeki klasik vakur huşu ve sonsuz hürmeti içerir; ama Milton’da daha uzun ve tumturaklıdır. Ama biz hem Şeytan’ın acımasız kaderine, “sığınağına, ebedi istirahatına” haykırışını hem de “bir yaz bulutunun serin arası” gibi Efendimiz’in hoşgörüsüne yapılan göndermeleri severek okuruz.
Samson Agonistes’i okumak, Milton’ın dehasının gücünü hissedebilmek için yeterlidir. ‘Serbest nazım’ ile yazılan bu şiir, Milton’ın karakterini tam anlamıyla gözler önüne seren bir anlatıdır. Burada Yahve’nin kaptanı, Karanlığa karşı Işığın, Alçak gönüllüğe karşı Gururun, Kadına karşı Erkeğin savunucusu uygun fırsatı ve zamanı bulur. Körlüğü dışında; yalnızlığı dışında; etrafında toplanan hedonistlerin, hovardaların, feministlerin, hayalperestlerin patırtısı dışında; muhteşem, korkunç egoist ona son darbeyi indirir. Samson Agonistes’i okuyup da etkilenmemek imkânsızdır ve çağımızı en derinden takip eden kişiler özellikle daha çok etkilenmektedir. Sanki tüm acımasızlıkların, yabaniliklerin, yanlış fikirlerin, kurnaz hipotezlerin, kötü zevklerin ve gelmiş geçmiş tüm Cahilliklerin gittiği istikamet bizi alt etmeye doğru ilerliyormuş gibi hissedilebilmektedir. Gath ve Askalon iğrenç bir galibiyet kazanmıştır; peki, bu olmak zorunda mıdır? Ev sahiplerinin Efendisi’nin kendi konuklarına yardım etmek için parmağını oynatmaması mümkün müdür? Böylece sona varılır; Euripides’in “ulağı” harika haberler verir! O, Savunucumuz ölmüştür; ne var ki ölümünde hayattakinden daha fazla katliam yapmıştır. “Burada” liyakatsiz elem için yapılacak “hiçbir şey yoktu”; bizi “göğüs göğse çarpıştıracak” hiçbir şey yoktu; iyi ve adil olan dışında hiçbir zayıflık, hiçbir aşağılama, hiçbir ayıplama, hiçbir suçlama yoktur ve bizi ölümde bize huzur veren şey oldukça asildir.
Ve Samson Agonistes’in sonu tıpkı Milton’un yaşamının sonu gibidir. Tıpkı Romalı bir askerin Sezar’ın emrini beklemesi gibi, Ölüm de sakin bir ağırbaşlılıkla onunkini beklemektedir. Ama “putperestlerin kızları”nın zafer kazanmasına izin verilmemelidir. Büyüklük ve asalet, güzellik ve kahramanlık halen ayaktadır ve bunlar ayaktayken en cesur ve en adil yok oluşunun ne önemi vardır? Sadece yıldırım düşerken bizi hazır bulması, sükûnet içinde, “bütün tutkular tükenmiş” bulması için kalır.
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının beşinci bölümüdür.
[Süreyya Özgör tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.