Küresel sermayenin, kriz yaşadığı birikim rejiminden geri basmamak uğruna geliştirdiği otoriter-sağ siyaset, beraberinde “şirket tipi” yönetim modellerini getirdi. Erdoğan da Erdoğan da kabinesini tam da bu ihtiyaçı karşılamak üzere oluşturdu. Evet, yeni dönem kamusal alanın kırıntılarına kadar tasfiyesine kapı araladı ama bu, “mutlak son”u asla engelleyemeyecek! Sizler bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez […]
Küresel sermayenin, kriz yaşadığı birikim rejiminden geri basmamak uğruna geliştirdiği otoriter-sağ siyaset, beraberinde “şirket tipi” yönetim modellerini getirdi. Erdoğan da Erdoğan da kabinesini tam da bu ihtiyaçı karşılamak üzere oluşturdu. Evet, yeni dönem kamusal alanın kırıntılarına kadar tasfiyesine kapı araladı ama bu, “mutlak son”u asla engelleyemeyecek!
Sizler bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebiliyorsan!
Erdoğan, cumhurbaşkanlığının henüz ilk yılında, ilk seçim yenilgisini tatmadan önce, 15 Mart 2015’te böyle seslenmişti sermaye temsilcilerine. O iş, yine kendisinin deyimiyle “400 vekil ile huzur içinde çözülmedi”, aksine kanlı ve kirli bir 3,5 yılın ardından Erdoğan’ın hayalindeki “şirket tipi başkanlık sistemi”ne geçildi.
Türkiye’de Özal döneminde yaklaşık bir anlayışı taşıyan ama günümüz itibariyle daha bütüncül bir değişikliği içinde barındıran yönetim anlayışının güncel karşılığına geçmeden önce, bunu doğuran koşullara odaklanmakta fayda var.
Neoliberal kapitalizmin özünde varoluşsal olan ama 2008’de ayyuka çıkan krizi, onu aşmaya dönük bir dizi politik eğilimi beraberinde getirdi. Küresel sermayenin, çıkarlarının kısılmasını esas alan bir ekonomik modele yanaşmayıp, krizi derinleştirme pahasına klasik reçetesinin ötesine geçen bir birikimde ısrarcı olması; siyasal alanda, karşısındaki tüm muhalif unsurları bastırmayı ve demokratik kazanımları askıya almayı esas alan otoriter bir sağ iktidar modelinin gelişmesinin önünü açtı.
Bu otoriter-sağ iktidar modelinin alametifarikası elbette neoliberal birikim rejiminden taviz vermemek, hatta onu kamusal alanların topyekun tasfiyesine doğru ilerletmekti. “Şirket tipi” yönetim modelleri, bu ihtiyacın daha doğrudan karşılanması için geliştirildi.
ABD’de 70’lerden bu yana yerleşik olan bu anlayış, yakın dönemde Trump ile zirveye taşındı. Enerji devi Exxon Mobil CEO’su Rex Tillerson’un Dışişleri Bakanı, Goldman Sachs ortağı Steve Munchin’in Hazine Bakanı, adını taşıyan şirketin sahibi de olan milyarder Wilbur Ross’un Ticaret Bakanı olduğu bir kabine ve elbet tüm seçim kampanyaları ile medya propagandasının bu sermayedarlar tarafından örgütlenmesi…
İşte Erdoğan da ABD başta olmak üzere küresel düzlemde örnekleri hızla artan bu modele “şirket tipi başkanlık sistemi” ile doğrudan eklemlenme çabasında. Görünen o ki bu çaba, çeşitli eleştirilere karşın ABD[1] ve AB tarafından da açıkça destekleniyor.
Ve fakat tam burada bir parantez açmakta fayda var: ABD’deki modelin işletilmesinde dikkat edilen nokta; hangi şirket CEO’su kabinede yer alırsa alsın, Senato, Yüksek Mahkeme ve çeşitli denetleme mekanizmaları aracılığıyla sermayenin tamamının çıkarlarını esas alan bir programı uygulamak zorunda bırakılmasıdır. Türkiye gibi ülkelerde ise benzer denetletici mekanizmaların çarpıklığı, iktidarların sermaye grupları arasında ayrıcalıklı ilişkiler kurmasına ve farklı alanlarda tekelleşmelere olanak sağlamaktadır.
“Aman canım, nasıl olsa her şey Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacaklara bağlı. Kabinenin ne anlamı var?” diye düşünülebilir fakat kabinenin yapısı ve karakteri, iktidarın yönelimini anlamak için önemli ipuçlarına sahip.
Yeni sistem ile birlikte ilkin kabinenin yapısında değişikliğe gidildi. Başbakanlık ve yardımcılıkları ile bağlı kurumların tümü Saray’a bağlandı. Ekonomi, Kalkınma ve Gümrük-Ticaret; Hazine ve Maliye; Çalışma-Sosyal Güvenlik ve Aile-Sosyal Politikalar; Gıda-Tarım-Hayvancılık ve Orman-Su İşleri bakanlıkları birleştirildi. AB Bakanlığı ise Dışişleri Bakanlığı’na enjekte edildi.
Yeni kabinede Süleyman Soylu, Mevlüt Çavuşoğlu ve Abdulhamit Gül koltuklarını korurken; damat Berat Albayrak, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın başına geçti. Bu, aynı zamanda AKP’nin dört vekil kaybetmesi anlamına geldi. Eski sistemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar da Milli Savunma Bakanı oldu ve Genelkurmay kendisine bağlandı.
“Şirket” nitelemesinin yeni kabineye cuk oturmasını sağlayan ise yeni isimlerdi. Özetle aktaracak olursak:
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerindeki yetki düzenlemelerine bakıldığında anlaşılan işleyiş şöyle olacak: Tüm yetkileri elinde toplayan Erdoğan, kendisine bağlı kabine, kurullar ve ofislerin danışmanlığında kararlar alacak. Bu kararları ilgili bakanlığa talimat olarak aktaracak ve yürütülmesini sağlayacak. Kararı alınan politika başarısız olduğunda fatura o alandaki bakanlık, kurul ve ofisin yetkililerine kesilecek. Olan hiçbir zaman Erdoğan’a olmayacak. Şirket patronu misali…
“Şirket tipi başkanlık”, neoliberalizmin, içinde olduğu krize karşı geliştirdiği, klasik saldırı biçiminin ötesine geçerek kamusal alana ilişkin ne kalmışsa sermayenin huzuruna sereceği, bir biçimde halen var olan kamusal hakların doğrudan kâr merkezli gasp edileceği ve tüm bunları son derece sistematik yapacağı bir döneme kapı araladı.
Sözgelimi bir özel okul zinciri sahibinin başında olduğu Milli Eğitim Bakanlığı, kamusal çıkarları gözeterek bilim-bilgi üretimini değil, her bir ferdin sermaye birikimi için ter dökecek bir nefere dönüştürülmesini hedefleyecektir.
Benzer bir şekilde bir özel hastane zinciri sahibinin başında olduğu Sağlık Bakanlığı’nın sağlık hakkını her alanda ve aşamada paralı hale getirmemesinin aksi düşünülemeyecektir.
Bir turizm şirketi ve oteller zinciri sahibinin başında olduğu Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kültür varlıklarına ilişkin nasıl bir yağma ve rant planlayacağı aşikardır.
Çalışma, Sosyal Politikalar ve Aile Bakanlığı’nın istihdam ve sosyal yardım politikasını doğrudan iktidara bağlılığa dayayıp (sosyal güvenlik değil zira), kadınlara da bu çalışma rejimi içinde özel bir rol biçeceği ise adından dahi görülebiliyor.
Kamunun tasfiyesinin, 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nda düzenlenen kamu personel rejimini güvencesizleştirme temelli değişiklikleri beraberinde getireceğini ve yerel yönetimlerde de doğrudan iktidara bağlı bir modeli hedefleyeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Neoliberal kapitalizmin krizi ve dayattığı model, onun mükemmel işletilememesinden kaynaklanmadı. Elbette ki Erdoğan’ın krizi ve dayattığı modelin hayata geçmesi de, onun mükemmel işletilmesinin sonucunda olmadı.
Her iki tespitin kader ortaklığı, yaşanan krizin ezenler ile ezilenler arasındaki çelişkiyi daha da derinleştirmesinde yatıyor.
Kriz ötelenebilecektir ama “mutlak son” asla engellenemeyecektir!
Dipnot:
[1] ABD-Türkiye ilişkileri bağlamında söz konusu otoriter-sağ siyasetin gelişimine ilişkin tartışma için: ABD ve yükselen sağ siyasetin Türkiye ayağı olarak yeni rejim – İlhan Uzgel (Gazete Duvar)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.