“Bütün bunlar, bizlerin birbirimize karşı, Müslümanlar Müslümanlara, Hırvatlar Hırvatlara, Sırplar Sırplara karşı savaşmasına yol açacak”
Balıkçımız savaşta Caco’ya hizmet etmeyi kendisi seçmemişti fakat ona Bosna savaşını kimin kazandığını sorduğumda, ağzından baklayı çıkardı: “Onlar kazandı! Eski muharip askerlere yaptıklarına baksana. Bak şimdi, biz Hırvatlarla savaştık, Hırvatlar bizimle savaştı ve biz Hırvatlarla birlikte Sırplara karşı savaştık – siyasetçiler ise şimdi oturmuş anlaşmalar yapıyorlar. Bütün bunlar, bizlerin birbirimize karşı, Müslümanların Müslümanlara, Hırvatların Hırvatlara, Sırpların Sırplara karşı savaşmasına yol açacak. İşlerin nereye geldiğini görüyorsun değil mi?” –ve bu sırada parlamento binasının olduğu yönü işaret ederek– “En sonunda, zamanında yaşadığımızdan daha beter, gerçek bir iç savaş yaşayacağız”
Onu Miljacka Nehri kıyısındaki patikalardan birinde, elinde bir oltayla kenardaki korkuluklara dayanmış, hızlı akan ve pek de balık var gibi görünmeyen sığ suya dik dik bakarken fark ettik. Gökyüzünün öfkeli olduğu yağmur atıştıran bir günde, yanınıza bir çevirmenle yürümekte olan ve bu kasvetli şehrin serserilerine bulaşmaya hazır bir gazeteci değilseniz, böylesi somurtkan –sanırım sinirli de– bir adamın yanına yaklaşmaktan kaçınmak en iyisi olabilirdi.
Saraybosna’yı hiçbir zaman keyifli bir şehir olarak görmedim; sadece modern tarihteki en uzun kuşatmaya maruz kalmış olması nedeniyle değil, açılmış olan yeni turistik mağazaları nedeniyle de. Yine bu şehre etnik bütünlüğün simgesi sıfatının iade edilmiş olmasının da hak edilmiş bir şey olduğunu düşünmüyorum. Burası aklımı babamın Birinci Dünya Savaşı’nda yer aldığı siperlere götürüyor. O savaşta da bir siyasi suikastın yapıldığı yerin –Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan veliaht prensine ve eşine yönelik suikast– bir tür tatil ziyareti yerine döndüğü görülüyor. Gelin ve Gavrilo Princip’in veliahdı öldüren kurşunu nerede sıktığını görün. Köşede bir müze bulunuyor ve aynı sokak üzerinde göz alıcı bir dört yıldızlı otel var, yine hemen köşeyi dönünce ise –şaka yapmıyorum– “Beyrut” adında bir Lübnan lokantası bulunuyor.
Balıkçı, ben onu gördüğümde, Princip’in tam 104 yıl önce Franz Ferdinand’ı boynundan ve eşi Sophie’yi karnından vurduğu noktanın kabaca elli metre ilerisinde, nehrin karşısında dikiliyordu. Balıkçının hikayesi de –dolaylı olarak– fazlasıyla kirli bir cinayet hikayesiydi. Balıkçı kesik kesik konuşuyordu ve yüzü sanki bir hiddet ve kibir maskesi halinde donup kalmış gibiydi. Söylediğine göre 57 yaşındaydı fakat en az on yaş daha yaşlı, yetmişe yakın gösteriyordu. Ona soruyorum: Bosna Savaşı sırasında burada, Saraybosna’da mıydı?
Yüzünü kibirli bir şekilde bana döndü. “1991’den itibaren savaştaydım. Yugoslav Ulusal Ordusu’na (JNA) karşı ‘Caco’yla birlikte savaşıyordum. Caco iyi bir adamdı. Söyledikleri gibi biri değildi. Sana günlerce anlatabilirim. ‘Seve’ öldürdü onu.”
Bosna’da ölmüş bir adamın iyi bir adam olduğunu duyarsanız, bunun genellikle biraz farklı bir anlamı vardır. Yine bütün Bosna hikayelerinde olduğu gibi, bu hikayeyle ilgili de bir açıklama gerekiyor. 1991’de, Bosnalı Müslümanlar bir süre için Hırvatların yanında ve eski Yugoslavya’dan Sırpların hakim olduğu bir ulusu sürdürmeye çalışan Yugoslav Ulusal Ordusu’na karşı savaştılar. Fakat ‘Caco’ –eskiden Sırp-Hırvat dili dediğimiz ve bugünse Boşnakça olarak adlandırmamız gereken dilde ‘Tsatso’ olarak okunuyor– 1993’te feci şekilde öldürülmesine kadar Saraybosna kuşatmasındaki vahşi bir savaş suçlusuydu. Balıkçı da işte bununla birlikte savaştığını söylüyordu.
Aslında, Tuğgeneral Musan ‘Caco’ Topalovic, yani balıkçımızın hikayesindeki “iyi adam”, askeri kariyerini kuşatma altındaki Saraybosna’da hem Sırplara hem Müslümanlara yönelik bir gasp, rehine alma, kitlesel tecavüz ve kitlesel katliam kampanyasına dönüştürmüş olan ve böylece Müslümanların bir yandan Sırplarla savaşırken diğer yandan Müslümanları öldürebileceğini kanıtlayan Bosna Ordusu’nun 10. Dağ Tugayı’nın komutanıydı. ‘Coco’ neredeyse aynı acımasızlıkla “Seve” denilen –ki bu Boşnakçada ‘tarlakuşu’ anlamına gelir; üzerine şairlerin şiirler yazdığı sevimli bir kuştur– Müslüman başkan Aliya İzzetbegoviç’e bağlı Bosnalı paramiliter polis kuvvetleri tarafından öldürülecekti.
Son savaşta, dokuz “Seve” polisi –birinin gözleri çıkarılarak ve bir başkası karnı deşilerek– öldürüldü ve Caco, yarısının sivil rehineler olduğu 18 kişinin öldürülmesinin ardından kuşatıldı. Caco “kaçmaya çalışırken vurularak öldürüldü”; gerçekte ise, karnı deşilerek öldürülen “tarlakuşu”nun babası tarafından infaz edildiği nerdeyse kesin. Caco isimsiz bir mezara gömüldü – fakat daha sonradan naaşı gömüldüğü yerden çıkarılarak, ebedi dinlenme yerlerini bir savaş suçlusuyla paylaşmayı kesinlikle hak etmeyen kahramanların arasına, bir “muharipler” mezarlığına gömüldü.
Balıkçımız savaşta Caco’ya hizmet etmeyi kendisi seçmemişti fakat ona Bosna savaşını kimin kazandığını sorduğumda, ağzından baklayı çıkardı: “Onlar kazandı! Eski muharip askerlere yaptıklarına baksana. Bak şimdi, biz Hırvatlarla savaştık, Hırvatlar bizimle savaştı ve biz Hırvatlarla birlikte Sırplara karşı savaştık – siyasetçiler ise şimdi oturmuş anlaşmalar yapıyorlar. Bütün bunlar, bizlerin birbirimize karşı, Müslümanların Müslümanlara, Hırvatların Hırvatlara, Sırpların Sırplara karşı savaşmasına yol açacak. İşlerin nereye geldiğini görüyorsun değil mi?” –ve bu sırada parlamento binasının olduğu yönü işaret ederek– “En sonunda, zamanında yaşadığımızdan daha beter, gerçek bir iç savaş yaşayacağız.”
Bizim balıkçı gibi eski muharip askerler kızgınlar çünkü parlamento, kaç tane gerçek eski muharip asker olduğuna ya da bunların savaşta ne yaptıklarına dönük çok az kanıtla birlikte savaş “emeklileri”nin maaşlarında bir artışa gitmeyi planlıyor. Bu askerlerin bir kısmı birbirileriyle savaştılar. En yüksek maaşı kim alacak? “Tarlakuşları” Caco’yu halletmiş olan eski başkan Aliya İzzetbegoviç’in oğlu Bakir İzzetbegoviç’in bugün Demokratik Eylem Partisi’nin başkanı olmanın yanı sıra modern Bosna-Hersek’in dönüşümlü başkanlığına da gelmesi, bizim balıkçı açısından işlerin daha iyiye gitmesi anlamına gelmiyor.
Bosna halen daha fazlasıyla bölünmüş halde. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti süresince bin kadar Suriyeli, Afgan ve diğer milletlerden mülteciyi Saraybosna’dan Mostar’a götürmeye çalıştığında, Mostar polisi Saraybosna polisinin mülteci konvoyunu güneye getirmesini engelledi.
Neyse, balıkçı daha fazla konuşmak istemiyor. Dediğine göre, Saraybosna’ya bakan tepelerde, Sırpların savaşın sonuna kadar yaşamış olduğu bölgede kalıyor ve kardeşinin ve kardeşinin ailesinin evinde yaşıyor. Açıkça yalnız bir adam ve birkaç saniye sonra oltasını koltuğunun altına alarak eski iskele boyunca giderek bizden kaçarcasına uzaklaşıyor.
Oysa durumda bir tuhaflık var: nehirde yer yer göller oluşmuş olmasına karşın –herkesin bildiği üzere– Miljacka nehrinin Saraybosna boyunca akan yerlerinde, Princip’in yüz yıldan fazla zaman önce Arşidük’ü vurduğu ve balıkçının bu yağmurlu günde “balık avladığı” bu noktada hiç balık yoktur.
[Independent’taki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.