Her yerde subaylar “Bu adam burada ne arıyor?” gibisinden soran gözlerle dönüp bana bakıyorlar. Sonunda sahile iniyorum, ama karşıma dikenli tel örgüler, tel örgülerin arkasında da denizaltı ve savaş gemilerinin bağlı bulunduğu bir liman çıkıyor… Rostov-na-Donu’da Puşkinskaya Caddesi’nde yürüyüş yapmak başlı başına bir keyif. Burası, araç trafiğine kapalı, ağaç ve çiçekleriyle ve her köşebaşında kahve […]
Her yerde subaylar “Bu adam burada ne arıyor?” gibisinden soran gözlerle dönüp bana bakıyorlar. Sonunda sahile iniyorum, ama karşıma dikenli tel örgüler, tel örgülerin arkasında da denizaltı ve savaş gemilerinin bağlı bulunduğu bir liman çıkıyor…
Rostov-na-Donu’da Puşkinskaya Caddesi’nde yürüyüş yapmak başlı başına bir keyif. Burası, araç trafiğine kapalı, ağaç ve çiçekleriyle ve her köşebaşında kahve satan kulübeleriyle, park kıvamında, kent sakinlerinin bisiklet, paten, kaykaylarla gezdikleri popüler bir cadde. Kentin rekreasyon alanlarıyla ilgili olarak burada özellikle vurgulamaya değer ayrıntılar şöyle:1) Sessizlik: Yoğun bir insan trafiği bulunmasına, ve bunların çoğu çocuklu ebeveynler olmasına rağmen ortama genel bir sessizlik hakim. Kulaklar ve beyin rahat ediyor. Her yana cömertçe yerleştirilmiş banklarda insanlar saatlerce oturup kitap okuyorlar. Herhangi bir işletmenin sokağa “masa atması” diye bir olgu söz konusu değil. Kahvenizi, çayınızı kulübelerden ya da biranızı marketten alıyorsunuz ve belediyenin banklarında oturuyorsunuz. Sokakta alkol tüketmek serbest ama sarhoş yok, ayyaş yok, sokakta şişe kırığı da yok. Bağıran çocuk da yok, seyyar satıcı da yok. Sessizlik, ortam temizliği kadar yaşamın içinde kendiliğinden var olan bir olgu. Bu sessizlik olgusu üzerine sosyopsikolojik bir değerlendirme yapacak olursak, burada insanların birbirleriyle yüksek sesle konuşmaması genel bir terbiye kuralı olarak yerleşmiş. Bu terbiye Rusya’da olduğu gibi kıta Avrupası’nda da kısmen geçerli. Ortadoğu’da, Akdeniz’de ve Amerikan kültüründe ise bunun tam tersi, yani bağırarak konuşma kültürü geçerli.
Bu radikal farkı anlamak için birinciye “sessizciler”, ikinciye “gürültücüler” diyelim ve konuşmada iletilen mesaj tipi bakımından “sessizciler” ile “gürültücüler” arasındaki farkı tartışalım.
Birincisinde mesajın içeriği daha ön planda. İkincisinde ise, syntax (söz dizimi), vurgular ve ses tonu -geneline retorik diyebileceğimiz- mesajın sunuluş “biçimi” ön planda. Bu farkı Lacan-Zizek terimleriyle formüle edersek: Sessizciler doğrudan konuştukları kişiye konuşuyorlar. Gürültücüler ise konuştukları kişiden ayrı olarak ayrıca bir “ötekine” daha konuşuyorlar. Bu “ötekinin” kim olduğunu teşhis ettiğimizde, gürültücüleri de ikiye ayırabiliriz: Aşağıda ayrıca inceleyeceğimiz üzere, Ortadoğu gürültücülüğü, daha çok grup halinde sokağa çıkan ve dolaşan güruhlarda görülen bir semptom. Öyleyse bunların gürültücülüğünün bir “Büyük Ötekiye”, yani birey (olamama) kaygısını telafi eden grup değerlerinin temsili bir özneye yönelik seslenme de içerdiğini söyleyebiliriz. Amerikalıların durumu ise biraz daha farklı: Onlar bire bir diyaloglarında da bağırarak konuşuyorlar, dahası konuşmalarını tipik bir ses tonuyla ve yayarak süslüyorlar ve bu onların “Amerikalılığının” her ortamda anında teşhis edilmesini sağlıyor. “Ben Amerikalıyım!” şeklinde çevreye verdikleri bu mesaj, onların ayrıca “küçük ötekiye”, yani kendi suretlerine de konuştuklarını gösteriyor: Kendilerinden başka aynı zamanda hepsi birer “küçük amerikalı”!
2) Ulaşım kültürü: Rusların e-scooter, uniwheel vb. elektrikli ulaşım araçlarına, ayrıca kaykay (scate board), paten vb. beden gücüyle yürütülen araçlara özel bir ilgileri var. Bu araçlar belediye otobüsleri ve metro ile birlikte gündelik ulaşım aracı olarak yaygın olarak kullanılıyor. Ortadoğu ve kısmen de Batı kültürlerinde erkek iktidarsızlığının hem göstergesi hem de telafisi olarak iş gören lüks otomobil fetişizmi burada görülmüyor.
3) Beden ve çıplaklık: Paten yapan, bisiklet süren, kaykayla gezen, koşu yapan insanlar hava sıcak olduğu için üstlerini çıkararak spor yapıyorlar. Buradaki insanlar bizim ülkemizde, hatta Avrupa’da, ABD’de olmadığı kadar bedenleriyle barışık. Bizim ülkemizde ancak plajlarda rastlayabileceğimiz bu çıplaklık burada kentin içinde kanıksanmış durumda. ABD ve Avrupa kentlerinde de 80’li yıllara kadar çıplaklıkla böyle barışık bir havanın bulunduğunu çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum. 80’lerde birkaç yıl içinde bu durum çok hızlı değişti: Slip mayolar şort mayolara, tangalar kapalı yüzücü mayolarına dönüştü. Konusuz bir sürü zırva dizi gibi Sahil Güvenlik dizisi de, daha bir çok medya operasyonu gibi bu dönüşümü dayatan köşe taşlarından biriydi: Neo-con kapanma-örtünme kültürünün paradoksal olarak son derece estetik ve atletik bedenler üzerinden topluma benimsetilmesi de üzerinde düşünmesi, irdelenmesi gereken bir stratejiydi. Rusya coğrafyasına ise bu neo-con zehir zaten bulaşmamış… Batı dünyasının 80’lerde bıraktığı yerden aynen devam ediyorlar.
Ayrıca sakallı ya da kirli sakallı erkeğe hemen hiç rastlamıyorsunuz: Yüzler genelde tıraşlı.
Ortadoğu ve Batı dünyasında sakal modasının ortaya çıkışını ve yayılmasını geniş çerçevede düşünecek olursak, bu modanın hem Türkiye’de hem Ortadoğu’da özellikle “Arap Baharı” denen olaylar öncesinde (yeni milenyumun ilk on yılında) medyada kışkırtıldığını ve birkaç yıl içinde hızla yayıldığını tespit edebiliriz. Bu sayede meydan işgallerinde sofularla solcuların ayırt edilebilirliği azaldı.[1]
Konuya biraz daha geniş tarihsel perspektifte baktığımızda, solcu gelenek içinde sakal kullanımının ciddi akademik araştırmalara konu olabilecek derinlikte ve giriftlikte olduğunu görürüz: Örneğin bir “Troçki sakalı” olgusu vardır. Buna karşılık Dr. Hikmet Kıvılcımlı hapishanede bile her sabah düzenli tıraş olmayı savunmuş ve kendi de böyle yapmıştır.
Tarihsel perspektifi biraz daha genişlettiğimizde ise, İran kaynaklı Zerdüştlük ile Roma ordusundaki Mitra kültü çelişkisine varırız: Birincisi bedenin örtülmesini ve sakalı savunurken, ikincisi ise beden çıplaklığını ve tıraşlı gezmeyi olumlar. Birincisi Ortadoğu coğrafyasını ve Sami dinleri (Kaf Dağı’nın güneyini) etkilemişken ikincisi kuzey coğrafyalarda ve savaşçı kültürlerde (Kaf Dağı’nın kuzeyinde) etkilidir.[2]
4) Nesiller arası uyum: Özellikle vurgulanması gereken bir diğer olgu da, Rusya’da her yaş grubundan insanın aynı ortamda ve birbirleriyle ilgilenmeden, birbirlerine sataşmadan bulunabilmesi ve rahat vakit geçirebilmesidir. Bizim ülkemizde ve genelde Ortadoğu coğrafyasında kanıksadığımız nesiller arası bitmez tükenmez gerilim ve bu gerilimin gündelik hayata yansıttığı sinirlilik hali burada yok. Somut örnek verecek olursam: Parkta banklarda kucak kucağa oturmuş durmaksızın öpüşen gençler var ve hemen karşılarındaki, yanı başlarındaki banklarda yaşlı, bastonlu nineler, dedeler oturmuş birbirleriyle sohbet ediyorlar, kitap okuyorlar, önlerinden pusetli analar babalar geçiyor… ve bu çok farklı yaş gruplarından insanlar birbirlerini umursamıyorlar, birbirlerinin varlığından rahatsız olmuyorlar. Cinsellik, gündelik yaşamda her an her yerde ortada olan, kimsenin sorun etmediği ve üzerinde durmadığı doğal bir ayrıntı.
5) Gruplaşma yok: Dikkatle not edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta da, gençlerde gruplaşma olmaması. Bu Rusya seyahatim bir aya yakın sürdü ve hiçbir yerde iki-üç kişiden fazla sayıda gencin, hele ki erkeklerin birlikte gezdiğine hiç rastlamadım. Psikolojik ve kültürel gelişimleri böyle bir gruplaşmaya ihtiyaç vermiyor. Sosyalleşme, kapalı bir grup içi dayanışmasına bağlı değil. Yani “ilişkiler üzerinden ilişki kurmak” mantığı ile sosyalleşmiyorlar. Herkes her yerde “kendi başına” bulunduğu için sokakta insanlarla rastgele iletişim kurmak, sohbet etmek, arkadaş olmak, yani sosyalleşmek çok kolay. Gruplaşma kültürü bulunmadığı için dışlama da yok. Bu olguyu yukarıda işlediğim bedene karşı olumlayıcı tutum ve nesiller arası uyum olguları ile bağlantılı düşünmek, daha iyi anlamak için yol gösterici olabilir.
6) Her şey çocuklar için: Parklarda çocuklar için geliştirici oyun alanları, ayrıca hem yetişkinler hem de çocuklar için kitap paylaşım kulübeleri görüyorsunuz. Ruslar dünyanın en çok kitap okuyan uluslarından biri. Çocuklarda şiddet eğilimi hiç görmedim. Fazla enerjilerini atmaları için kavgaya değil, çeşitli spor etkinliklerine yönlendiriliyorlar. Bu da zihinsel gelişimlerini ve akademik performanslarını olumlu etkiliyor. Parklar bu ülkede çok önemli, park ortamlarının kültürel, entelektüel kalitesi bizdeki en iyi üniversitelerin kampüslerine denk düzeyde.
Puşkinskaya Caddesi’nden Gorki Park’a varıyorum. Burası kentin tam merkezinde büyük bir park. Geniş bir platform üzerinde badminton turnuvası… Başlarında elinde mikrofonla bir hakem, ikili takımlar halinde ilkokul çocukları maç yapıyorlar. Elenen çift kenara çekiliyor, kazanan çiftin karşısına yeni bir çift geçiyor.
Az daha ilerleyince bu kez biraz daha büyük bir yaş grubunun dart turnuvasıyla karşılaşıyorum.
Ve daha ileride bir amfi tiyatro ve yine ilkokul öğrencilerinin nefes kesen dans gösterileri…
Bayram değil, seyran değil, sıradan bir cuma günü… Neden bu kadar çok etkinlik bir arada düzenlenmiş? Dans gösterisi yapan çocukların performansları, müzik düzeni, giyimleri, kullandıkları materyaller, arka planda ciddi bir yatırım ve önhazırlık bulunduğunu ortaya koyuyor. Bunun özel okullar arası bir etkinlik olması akla yakın. Kalabalıktan birkaç kişiye soruyorum:
– “Bunlar özel okul mu?”
“Hayır” diyorlar, “Hepsi devlet okulu”.
Rostov-na-Donu’dan sonra hedef Kırım. Kiev’li arkadaşım Kırım’a gideceğimi öğrenince yine bozuluyor, “Bizden çaldıkları yarımada! Ne işin var orada!” diye çıkışıyor… Moskova’lı arkadaşım ise Rostov’dan Simferopol’e (Kırım’ın ortasındaki tek havalimanı) uçakla geçeceğim için bozuluyor: Kırım’ı doğudan Rusya anakarasına bağlayan Kerç köprüsü yeni açılmış, Moskova’dan her yarım saatte bir Simferopol’e uçuş olmasına rağmen binlerce Moskova’lı iki gün araba sürmeyi göze alıp Kerç köprüsünden geçme şerefiyle Kırım’a gidip tatil yapıyormuş. Benim de otobüsle ya da araba kiralayıp karayoluyla gitmem gerekirmiş, yeni köprünün ihtişamını görebilmem için… Yine kimseyi memnun edemiyoruz.
Bu sırada Kiev’li arkadaşım Rusların Kiev’de Ukrayna’lı bir gazeteciyi öldürdüğü haberini veriyor. Moskova’lı arkadaşıma soruyorum, “Neden öldürdünüz zavallı gazeteciyi?” diye, “Rusların başka işi gücü kalmadı, boş zamanlarımızda gazeteci öldürüyoruz” diyor.
Simferopol’e iner inmez Sivastopol’e hareket ediyorum. Yarımadada büyük bir altyapı faaliyeti var. Her yerde yeni yollar yapılıyor. Kırım, Ukrayna idaresindeyken altyapıya hiç yatırım yapılmamış. Rus idaresine geçtikten sonra önce elektrik ve su meseleleri çözülmüş. Şimdi de ulaşım meselesi çözülüyor. Yeni otoyolların yanı sıra eski demiryollarının traversleri de değiştiriliyor. Kırım halkı bu durumdan çok memnun. Özellikle de Amerikan yaptırımlarına şükrediyorlar: Rusya’nın genelinde olduğu gibi burada da yaptırımlar sayesinde yerel üreticiye gün doğmuş. Kırım’ın genelinde ve tabanda, üreticide, çiftçide, yerel işletmelerde çok hızlı bir zenginleşme var. Trump’ın yaptırımları kaldırmak istediğini söylüyorum, “Umarız bir süre daha kaldırmazlar, böyle çok iyi gidiyoruz” diyorlar.
Havalimanından üç saatlik bir minibüs yolculuğu sonunda Sivastopol’e varıyorum. Hiçbir mobil operatöre bağlanmak mümkün değil. Rusya’da geçerli mobil operatörlerin hiçbiri taramada çıkmıyor, sadece yerel halkın kullanabildiği, sayılarla isimlendirilmiş başka operatörler çıkıyor ve hepsi bağlanma talebimi reddediyor. Bunun güvenlik gerekçesiyle turistlere yönelik bir kısıtlama olduğunu düşünüyorum.
Sivastopol’e vardığımda denizi özlediğimi fark edip, kalacağım adresi bulup yerleşmeden önce deniz kıyısında bir kafe bulup oturayım, “frapemi yudumlayım” istiyorum. Ayrıca internete bağlanmak için de bir restoran ya da kafeye oturmak gerekiyor. Belediye otobüsüyle kentin merkezine ulaştıktan sonra birilerine soruyorum, “Deniz kıyısı nerede?” diye… Gösterilen doğrultuda ara sokaklara dalıyorum, ama haritaya göre kıyıya yaklaştıkça durum giderek tuhaflaşıyor: Her yerde askeri binalar, askerler, subaylar var… Ben koca sırt çantamla burada yürüyen tek sivil gibiyim. Hava çok sıcak, 32 derece gibi, ve nemli, sırtımdaki çantayla bu yürüyüş iyice bezdirici bir hal alıyor. Ama dönmek yok, önce illa ki bir kafe bulacağım, frape içeceğim. Sonunda upuzun merdivenlerden kıyıya doğru iniyorum. Her yerde subaylar “Bu adam burada ne arıyor?” gibisinden soran gözlerle dönüp bana bakıyorlar. Sonunda sahile iniyorum, ama karşıma dikenli tel örgüler, tel örgülerin arkasında da denizaltı ve savaş gemilerinin bağlı bulunduğu bir liman çıkıyor… Yanımdan geçen bir subaya:
– “Burada kafe var mı, kafe?”
– “Что?” [Şto?]
– “Caffe, caffe! Where to drink a coffee??”
Eliyle ileriyi, sol tarafı işaret ediyor:
– “Coffee, is there, coffee!”
Subayın işaret ettiği yere gidiyorum, tel örgülerin arasında bir kapı, arkada bir kantin, askerler oturmuş sohbet edip çay içiyorlar. Aradığım yerin burası olmadığını anlıyorum ve Luhansk’tan sonra bir kez daha saatlerce sorguya çekilmenin de yol yorgunluğuyla çekilmez olacağına kanaat getirip o upuzun merdivenleri gerisin geri tırmanıyorum. Meğersem kıyısına indiğim körfez bütünüyle askeri limanmış. Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokan hain komploda Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) zırhlılarının bombaladığı liman burasıymış.
Deniz kıyısındaki kafeler ve kordon boyu kafeler ise şehir merkezinin diğer tarafındaymış.
Moskova’lı arkadaşıma akşam nereleri gezdiğimi anlatırken konu Goeben ve Breslau’ın Sivastopol’u bombalamasına geliyor. “Artık öyle şeyler olmaz, Rusya’ya tehdit oluşturacak her gemi Karadeniz’e girdiğinde etkisiz hale getirilir” diyor. Ben Montreux’den (Montrö) bahsedecek oluyorum, ama o hemen “Montreux önemli değil, Türkiye anlaşmaya uymayarak tehdit oluşturacak gemilere geçiş verse de, Rusya için sorun değil” diyor ve ne demek istediğini şu örnekle anlatmaya devam ediyor:
“10 Nisan 2014’te Amerikan destroyeri USS Donald Cook boğazları geçip Karadeniz’e girdi. Her türlü denizden karaya ve havaya gelişmiş silah sistemleri ve cruise füzeleri taşıyan bu gemi, Karadeniz’e girmemesi gereken bir gemiydi. Rusya bir SU-27 jetini gemiyi önlemek üzere gönderdi. Uçak, Amerikan gemisinin tüm elektroniklerini bir anda kullanım dışı bıraktı. Gemideki tüm radarlar, uyarı sistemleri, ekranlar sustu. Koca gemi o an itibarıyla kurbanlık koyun gibi denizin ortasında kalakaldı. Ardından jet geminin üzerine 12 kez alçak uçuş gerçekleştirdi. Bu olay personelin psikolojisini altüst etti. Gemi hemen Romanya’daki üsse döndü ve gemi personelinden 27 asker bu olaydan sonra istifa etti. Tek bir uçağın koca destroyeri savaş dışı bırakabildiğini gördüler. Şu anda Rusya dünyanın en gelişmiş elektronik savaş sistemine sahip. Sistemin adı Хибины (Hkibini).”
Sivastopol’dan sonraki durağım Yalta. Burası Antalya, Kemer’e çok benziyor. Sahil şeridinin hemen arkasında yüksek dağlar var. Hava nemli ve sıcak. Sezon uzun. Moskova’lı arkadaşım burada bana katılıyor. Moskova-Kırım uçuşları İstanbul-Ankara gibi çok sık aralıklarla yapılıyor. Arkadaşım başta Kırım olmak üzere, Rostov-na-Donu, Krasnodar, Stavropol, Soçi vb. Güney Rusya coğrafyasına devletin büyük önem verdiğini, bu bölgenin her geçen gün çok hızlı geliştiğini anlatıyor. Rusya’da kamu görevlilerinin yurtdışına çıkmaları yasakmış. Bunun özellikle savaş sanayii ve teknolojisi alanında dışarı bilgi sızmasını engellemeye yönelik bir önlem olduğunu söylüyor. Bu sektörlerde çalışanların maaşları çok yüksek olduğundan ve tatil yapabildikleri tek yer Karadeniz kıyıları olduğundan Yalta, Soçi vb. tatil beldelerindeki fiyatlar çok yükselmiş. Bu nedenle özel sektör çalışanları için Antalya’ya gelmek daha hesaplıymış.
Tabii bu durumdan özellikle Kırım halkı çok memnun. Küçük pansiyonlardan büyük otellere, haftasonu ve bayram günlerinde yer bulmak mümkün değil. Herkesin yüzü gülüyor. Balık restoranları akşamları ağzına kadar dolu, balık çiftliği yok, hepsi deniz balığı. Barbunya, kalkan, karides çok seviliyor. Akşam saatlerinde Yalta sahilinde kordon boyu aralıklarla performanslarını sergileyen sokak müzisyenlerinin önünde yaşlı pinponlar, genç çiftler ve küçük çocuklar, hepsi bir arada dans ediyorlar…
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] Sakal modasının Arap Baharı olaylarında ve meydan işgallerinde eylemciler arasındaki ideolojik farklılıkların gözle ayırt edilebilirliğini azalttığı hipotezi, Ali Polat’a aittir. Bu konu üzerine çalışmamız sürmektedir.
[2] Bu tespit ve kategorizasyon Prof. Şener Üşümezsoy’a (Kızılderili) aittir. Tıraşı ve beden çıplaklığını olumlayan kültürlerin Anadolu’daki uzantıları olarak “keloğlan” ve “cavlakilik” örnekleri verilebilir. Antik Yunan kültürü Zerdüştlükten etkilendiğinden burada sakal ön plandadır. Roma kültüründe ise beden çıplaklığı ve estetiği ön plana geçer. Güncel Yunan kültürü ise, Slav kavimlerin (Dorlar) Akaları tarihten silmesiyle antik Yunan’dan kopmuştur ve bedenle barışıktır.
İlgili yazılar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.