Bu yazıda, masabaşı çalışmasıyla ekonomik veriler üzerinden Rusya’nın yükselen refah düzeyini inceleyen bir rapor yazmaya niyetim yok. Gezi notlarımın ve saha gözlemlerimin izlenimlerini aktarmakla yetineceğim
Bu yazıda, masabaşı çalışmasıyla ekonomik veriler üzerinden Rusya’nın yükselen refah düzeyini inceleyen bir rapor yazmaya niyetim yok. Gezi notlarımın ve saha gözlemlerimin izlenimlerini aktarmakla yetineceğim
– “Yarın akşam baleye gidelim mi?”
– “Harika, gidelim tabii ki!” dedim.
– “Nasıl yani, bale seviyor musun? Sıkılmanı istemem.”
– “Niye sevmeyeyim ki?”
– “Türkler bale sevmez diye bilirim.”
– “Haberin yok galiba, Türk konservatuvarları ve İstanbul Devlet Opera Balesi Avrupa’da başa yarışır.”
Dudak büktü: “Bu bir gelenek işi. Fransızlardan sonra siz de iyi olabilirsiniz. Fransa’da köklü bir gelenek var ama onlar da bizim yanımızda kereste gibi kalırlar. Teknik olarak iyiler, ama ruh yok. Bizde ikisi de var. Ayrıca fizik performans ve beden yapısı olarak Ruslarla kıyaslanmazlar bile.”
Bunları söylerken bir yandan interneti karıştırıyordu… Hayal kırıklığıyla “Biletler bitmiş!” dedi. Tabletini açtı, “Bak, şimdi ne demek istediğimi anlayacaksın. Bu kız Yuli. Benim konservatuvardan arkadaşım. Ben bıraktım, o devam etti. Dünyanın en iyi balerini oldu. Daha geçenlerde sakatlandı ve emekliye ayrıldı, o yüzden bale camiası yasta.”
Çenem düşerek izlediğim bu inanılmaz gösteriyi başa sarıp yine izlemek istedim ama “Yeter, sonra izlersin. Şimdi buna bak. Bu da Ivan. Ivan geçenlerde çok güzel bir balerin ile evlendi, o yüzden de bale camiası yasta” dedi ve devam etti:
“Bunlar hiper-star. Rusya her 3-5 yılda böyle bir hiper-star çıkarıyor. Eskiden bu seviyede sanatçılar Amerika’ya göçerdi. Bilim adamları da… Şimdi ise Rusya’da kalıyorlar. Tek bir temsilde kazandıkları para ile Moskova ya da Piter’de [St. Petersburg] daire alabiliyorlar. Onlarca daireleri var, Rusya’da mutlular, istedikleri yerde de tatil yapıyorlar.”
Moskova’ya daha önce birkaç kere git-gelmişliğim olduğundan ne demek istediğini anlıyordum. Neredeyse her sokağında birer tiyatro, sergi ve konser salonu bulunan, her an her sokağında, her meydanında farklı bir sanat, kültür etkinliğiyle karşılaştığınız, sadece Avrasya’nın değil, belki de dünyanın kültür ve sanat başkenti, dev bir metropol…
Bu yazıda, masabaşı çalışmasıyla ekonomik veriler üzerinden Rusya’nın yükselen refah düzeyini inceleyen bir rapor yazmaya niyetim yok. Gezi notlarımın ve saha gözlemlerimin izlenimlerini aktarmakla yetineceğim.
Bu notları oluştururken kafamdaki sorulardan biri, Batılı sol-entelektüel cenahın Rusya’nın son 15 yılda ortaya koyduğu kalkınma grafiğini ikircikli yorumlama biçimiydi. Papağan gibi tekrarladıkları söylem şu şekilde:
“Rusya, petrol fiyatlarının yükselişinden istifade ederek ekonomisini ve silah sanayiini toparladı. [nokta]”
Bu söylem sanki “güneş balçıkla sıvanmaz, ama ne desek, hangi kılıfa soksak” gibisinden bir kaygı barındırıyor. Ben bu kaygıyı, Rusya’nın bilim ve teknoloji üretme kapasitesini, insani sermayesini gözardı etmek ve ülkeyi Arap derebeylikleri ile aynı ligde değerlendirmek kaygısı olarak anlıyorum. Batı entelektüellerinin -ve onların Türkiye’deki mealcilerinin- bu Rusyafobik misyonunu, ardında yatan nedenleriyle, başka bir yazıda irdeleyeceğim.
Moskova yuvarlak bir kent olarak planlanmış. Peter Joseph’in Zeitgeist filminde betimlediği fütüristik ideal kent modeline benziyor. Şu an için 14 metro hattı var ve hatların sayısı habire artıyor, olanlar da uzatılıyor. Bunların hepsi merkeze yakın noktalarda kesişiyor. Merkezden orta uzaklıktaki çember şeklinde dönen bir metro hattı da (5. kahverengi hat) bütün diğer metro hatlarını birbirine bağlıyor. Bunların çoğu 1935 ve sonrasında yapılmış. Merkezden daha uzakta da yine bütün hatları birbirine bağlayıp aralarında geçişi sağlayan ikinci bir çember var (11. açık mavi renkteki hat). Şu sıralar daha da dışta 3. çember hattı yapıyorlar. Kentin bir ucundan diğer ucuna gitmek için harcayacağınız en uzun süre 15-20 dakikayı geçmiyor.
Bunun dışında bahar-yaz aylarında dört tekerlekli ilkel kafes (otomobil) ulaşımının büyük oranda terk edildiğini görüyoruz. Bisiklet çok yaygın. Öyle ki, eli ayağı tutan herkesin bisikleti var diyebilirim. Özel bisikletlerin yanı sıra, her köşebaşında, artık her modern Avrupa kentinde görmeye alıştığımız belediyenin bisiklet istasyonları da var.
Belediye ayrıca Avrupa’nın daha henüz hiçbir kentinde rastlamadığım yeni bir hizmeti başlatmış: Elektrikli scooter. Metro istasyonlarının çıkışına elektrikli scooter istasyonları yerleştirilmiş. Scooter’lar istasyondayken devamlı şarja bağlı. Toplu taşıma kartınızla bunları alıp, kullanıp, istediğiniz istasyonda bırakıyorsunuz. Şarj düzeninin yağmurdan, sudan etkilenmemesi için dış ortama uygun tesisat özelliklerini, her scooter’daki lithium-ion bataryaların maliyetini vb. düşününce, belediyenin nasıl olup da bu işe cesaret ettiğini anlamakta zorlanıyorum.
E-scooter’ları alıp kullanan insanları izliyorum. Aracı kullanırken çok özenliler. Zaten bu kentte vandalizme hiç rastlamadım. Berlin’deki, Paris’teki gece metrolarda uyuyan berduşlar, vagonlarda sağa sola yuvarlanan boş bira şişeleri, Roma’daki çiş kokuları burada yok. İzmarit yok, çünkü sigara içen de yok. McDonalds’da yere düşürdüğü patatesi peçeteyle alıp, dahası patatesin yerde bıraktığı yağ lekesini de peçeteyle bastıra bastıra silen kızı anımsıyorum… Öyleyse tabii ki belediye burada e-scooter hizmeti verebilir.
Bu seyahatte ilk kez Moskova dışına çıkacağım. Taşrada durum nasıl acaba? İlk durak Rostov-na-Donu.
Havalimanlarında anonslar üç dilde yapılıyor: Rusça, İngilizce, Çince. Ayrıca tüm tabelalar, yazılı uyarılar da Rusça, İngilizce ve Çince yazıyor. Ülke, Yeni İpek Yolu projesi seferberliğinde. Her yerde Uzakdoğulu insanlar görüyorsunuz.
Rostov-na-Donu, Kuzey İpek Yolu’nu Azak Denizi’nden Karadeniz-Ege-Akdeniz’e bağlayan tali koldaki en önemli liman. Tarihsel olarak Odessa ile yarışan, Odessa ile aynı ölçekte bölgesel bir merkez. Doğusu ve kuzeyi Kaf Dağı’nın arkasındaki uçsuz bucaksız ovalara, engelsiz Asya steplerine uzanıyor. Toprak simsiyah, çok verimli. Baharla birlikte her yerden yeşil fışkırıyor.
Yeltsin döneminde suç oranı yüksekmiş, Rostov mafyasıyla ünlüymüş. Rostov’lu arkadaşım, “Şimdi durum eskiye göre daha iyi” diyor, ama yine de dikkat etmemi, bazı mahallelere gitmememi söylüyor. Bu mahalleleri hemen hevesle not ediyorum, oralara gitmek için…
Bu mahallelerden biri de Nahçivan. Eskiden Ermenilerin yerleşim bölgesiymiş. Slavlarla hep iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşamışlar. Bugün ise tamamen karışmışlar. Kentin her yerinde Slav da Ermeni de var, ama oranın adı Nahçivan kalmış. Kentin neredeyse merkezinde olmasına rağmen çoğu tek katlı köy evlerinden oluşan çok sevimli bir mahalle. Evler genelde çok gariban durumda ama yine de özenle pastel renklere boyanmış, bahçeleri de bakımlı. En yoksulu bile göze hoş gelen bir ayrıntıyla evini süslemiş. Aralarında restore edilmiş çok zengin görünümlü evler de var. Bizim Tarlabaşı gibi buranın da “gentrifiye” sürecinden geçen bir mahalle olduğunu anlıyorum.
Nahçivan’dan Don kıyısına doğru yürüyorum.
Don kıyısında antrenman yapmanın çok romantik bir deneyim olacağını düşündüm. Burada yeni bir spor salonu açılmış ve fiyatları çok uygunmuş. Söylenen adrese varıyorum. Çok büyük bir bina. Eskiden fabrikaymış. Petrol zengini bir oligark tarafından spor kompleksine dönüştürülmüş. Böylesi dev ve büyüleyici bir ağırlık salonuyla ilk kez karşılaşıyorum. Zemin kat havuz ve restoran. Diğer dört katın her biri resimdeki gibi ağırlık ve kardio aletleriyle dolu. Kadın ve erkek soyunma salonlarının her birinde 1000 civarında dolap var… Ve tesis 7/24 açık! Gecenin bir yarısı uyku tutmazsa gelip antrenman yapabiliyorsunuz.
Küçük mahalle arası salonların yanı sıra Rostov’da bu ölçekte dev bir salon daha varmış. Böyle bir yatırımın özel sektör tarafından kâr hesabıyla yapılmayacağı çok açık. Tesisin belediye vb. bir kamu tesisi olup olmadığını soruyorum. Arkadaşım “Tabii ki hayır!” diyor, “O yıllar geride kaldı, burası artık kapitalist bir ülke.”
“Nasıl yani? Üye gelirleri buranın temizlik maliyetini bile karşılamaz” diye soruyorum.
Bunun üzerine Putin Rusyası’nın ne biçim bir “kapitalist” ülke olduğunu anlatmaya başlıyor.
FIFA için Don’un karşı kıyısında yapılan dev stadyum gibi; bu dev spor salonu gibi; hastane, okul, park gibi, kamu hizmeti veren pek çok tesis oligarklar tarafından yapılıyormuş.
“Erkeklerimiz genelde salak ve doğru düzgün adamlardır” diyor. “Para kazanmayı bilmezler. Gerçekten iyi para kazanmak için idare ile nepotik ilişkiler kurmak gerekir. O zaman hızla büyürsün. Bunun birinci şartı da vergi kaçırmaktır. Bunu yapabilenler ve iyi para kazananlar ise, Putin’in bir gün kapılarına vergi müfettişlerini göndereceğini bilirler. Eğer paralarını yurtdışına kaçırmıyorlarsa, kamu yararına belli eksikleri tamamlayacak, halkın ihtiyaçlarını karşılayacak yatırımlar yapıyorlarsa, tolere edilirler. Aksi takdirde Yeltsin dönemi oligarklarına yapıldığı gibi gün gelir belleri kırılır” [“decimated”].
Rusya’da işlerin aşağı yukarı bu şekilde yürüdüğünü seziyordum, ancak Anastasia’nın işleyişi bu kadar net ve adeta herkesçe bilinen ve kabul edilmiş bir “kural” gibi ifade etmesi beni yine de şaşırttı. Bu olguyu bildik ekonomi politika terimleri ile formüle edebilmek için düşünmeye başladım:
Son 30 yılın başat tartışması, regülasyon/deregülasyon tartışması üzerinden düşünmeye başladım. Neo-liberal doktrin deregülasyonu, yani devlet denetiminin azaltılarak piyasanın serbestleşmesini, vergilerin azaltılmasını, sermayenin serbest dolaşımını savundu. Sosyal demokrasi ise regülasyonu, yani devletin kamu yararına piyasayı denetlemesini, vergi adaletini, sermaye hareketlerinin denetimini savundu. Bu tartışmanın özü, kapitalizmin ufku içinde her türlü ekonomik etkinliğin biricik temel motivasyonu kabul edilen, Keynes’in “Animal Spirits” dediği kapma-yakalama hırsı ile meşruiyet algısının hangi noktada optimize edileceğinde düğümleniyordu. Regülasyon, kapma-yakalama hırsını sınırladığı için ekonomiyi (tüketimi ve yatırım iştahını) yavaşlatıyor, deregülasyon ise hırsı, yatırım iştahını kışkırtıyordu. Ancak deregülasyon müstehcen servetleri, oligopolleşmeyi de beraberinde getiriyor, Rusya’nın en ağır şekilde deneyimlediği 1999 krizi gibi krizleri yönetme olanağı vermiyordu.
Trump’ı vergileri düşürmeye iten açmaz da yine bu optimizasyon tartışmasına bağlanıyordu. Vergileri düşürürken herkes onun büyüklere çalıştığını düşündü. Ancak bu ezberden okunan yanlış bir söylemdi. Çünkü büyükler zaten vergi ödemez. Vergi düzeni büyümeyi kışkırtacak -dolayısıyla istihdamı artıracak- varsayımıyla tasarlanmıştır. Büyükler vergi ödememek için yatırım yaparlar, daha da büyürler ve mevcut birikim modeli içinde yeni yatırım alanları daralınca da piyasa hakimiyetlerini koruma kaygısıyla şirket satın alma/birleşme operasyonlarına yönelirler (Bu, Marx-Hilferding’in tanımladığı OCC artışı olgusudur). Trump vergileri düşürerek aslında büyüklerin değil, küçük ve orta ölçekteki işletmelerin vergi yükünü hafifletti, büyüklerin yeni yatırım iştahını ise azalttı. Dünyanın en elastik ekonomisi olan Amerikan ekonomisi bu düzenlemeye hemen tepki verdi ve işsizlik yüzde 3’lere, tarihte görülmemiş seviyelere geriledi. Ardından da Facebook vb. büyüklere operasyonlar başladı.
Başka ülkelerde ise mali politikalar ve vergi oynamalarıyla bu kadar hızlı ve kesin sonuçlar almak mümkün değildir, çünkü başka ülkelerde kapma hırsı (Keynes: “Animal Spirits”) bu kadar güçlü değil. Putin işte bu açmaza çözüm bulmuş:
Öncelikle zaten sıkı bir vergi rejimini öngören hukuki mevzuatla oynamıyor. Yazılı olan her şey, Demokles’in kılıcı gibi yazılı olarak bir köşede duruyor. Ancak yine de -Anastasia’nın deyimiyle- “doğru düzgün olmayan ve salak olmayan” işadamlarının ahbap çavuş ilişkileri üzerinden bir noktaya kadar büyümesine olanak var. Bunların biriktirdiği servet -yine Anastasia’nın deyimiyle- “doğru düzgün ve salak olan” toplumun genelinde “Animal Spirits”i (kapma hırsını) kışkırtıyor ve ekonomiye canlılık getiriyor. Yazılı olmayan ama herkesin bildiği kurallar çerçevesinde bu duruma göz yumuluyor. Ne var ki, bu süreçte er ya da geç yazılı kuralların işletileceğine de herkesin güveni tam -bu olguyu “meta fetişizminin” bir üst türevi, “bürokratik-administratif fetişizm” olarak tanımlamayı deneyebiliriz. Oligarkın biriktirdiği servet müstehcen bir seviyeye geldiğinde ya kapısına vergi memurları dayanıyor ya da oligark başına gelecekleri bildiği için altyapı, sağlık, eğitim vb. kamusal alanda o bölgede neye ihtiyaç varsa bunları yapmaya koyuluyor. Krasnodar’da geçen birkaç yıl içinde bu şekilde yollar, parklar yapılmış, kentin çehresi bir anda değişmiş.
Rusya’daki bu “oligark hayırseverliğinin” bizdeki “hayırsever” vatandaşların okul, cami yaptırmasından bir farkı var: Bu güzel işleri yapan oligarklar yaptırdıkları yerlere kendi isimlerini vermiyorlar – ya da veremiyorlar. Bunun nedenini oradayken sorgulamak aklıma gelmedi.
Öyleyse regülasyon/deregülasyon ikilemi üzerinden Putin icraatını bir formüle yerleştirmeyi deneyeceksek:
Batı’daki yerleşik neo-liberal düzen daha çok büyüklerin deregülasyondan istifade edeceği şekilde tasarlanmıştır. Putin Rusyası’ndaki durum ise bunun tam tersi: regülasyona tabi tutulanlar büyükler. İyice büyüdüklerinde, hiç beklemedikleri bir anda, ve de hukuki mevzuata uygun şekilde…
Rostov-na-Donu’ya kadar gelmişken Luhansk’a da gidivereyim diyorum. Birkaç yıl önce Lviv’de tanıştığım bir arkadaş var, sürpriz yaparım, belki bir kahve içeriz diye düşünüyorum. Gerçi sınırın öbür tarafı, haritada “Ukrayna” diye geçiyor, ama Rus yanlısı halk burayı Ukrayna’dan ayırmış, Luhansk Halk Cumhuriyeti diye bir şehir devleti kurmuşlar. Çok ilginç. Gitmişken orada neler dönüyor, insanlar gelişmeleri nasıl algılıyor diye araştırırım diyorum. Çatışma hattı Ukrayna tarafında (batıda) olduğundan Rus sınırından (doğudan) geçiş yapmanın sorun olmayacağını düşünüyorum.
Otogara gidip biletimi alıyorum. Günde bir minibüs kalkıyor. Sınıra kadar 100 km kadar bir yol var, sınırı geçtikten sonra da bir o kadar daha yol görünüyor haritada. Bilette bu kadar yol için seyahat süresi 5 saat olarak belirtilmiş, tuhaf bir durum.
Moskova’daki ve Rostov’daki arkadaşlar Luhansk merakımı garipsiyorlar ve vazgeçmemi tavsiye ediyorlar. Kiev’li arkadaşım, Arsenal sanat galerisi direktörü Alisa’ya niyetimi açıklıyorum. “Aklından zorun mu var!” diye çıkışıyor. Luhansk’ta yaşayan ve Kiev’e gidip gelen kimi arkadaşlarını sorgusuz sualsiz içeri atmışlar, yer yer sıcak çatışmalar devam ediyormuş falan… Tabii bu uyarılar beni daha da meraklandırıyor. Bu saçma sapan savaşı orada yaşayan insanların ağzından dinlemek, olayların nasıl algılandığını sorgulamak istiyorum. Alisa koyu bir Ukrayna milliyetçisi. Ancak faşist değil, Stepan Bandera’nın namussuz bir Nazi işbirlikçisi olduğunu kabul ediyor, çok iyi eğitim almış, aydın bir arkadaşım. Öyle ki, bir keresinde bana o coşkulu Maidan zamanlarını anlattığında densizlik edip “Soros sandwich dağıtıyor muydu?” diye sormuştum. Benimle iki ay konuşmamıştı, ama sonra beni affetmişti.
Ertesi gün dökük paslı, her yanı sallanan bir minibüsle yola çıkıyoruz. Arkamda oturan iki kızdan biri bir şeyler söylüyor, Rusça bilmediğimi anlayınca Google Translate ile yazışmaya başlıyoruz. Maria, Luhansk ordusunda askermiş. Silahlı, tam teçhizatlı, arazide, arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğrafları gösteriyor: “Bak bu da öldü, bu da, bu da…” diye ölen arkadaşlarını gösteriyor. Tuhaf bir şey dikkatimi çekiyor: Fotoğrafların bazılarında Maria tesettürlü ve üzerinde Arapça dualar yazan başörtüsü takıyor… ve boynunda da haç kolyesiyle.
Öldüğünü söylediği arkadaşlarından biri kırmızı ay-yıldızlı bir tişört giymiş. O adamı işaret ediyorum, “Türkiye’yi çok severdi” diyor, “Hepimiz Türkiye’yi çok seviyoruz” diyor. Dolayısıyla bu savaşçıların Türk olmadıklarını ama Luhansk direnişinde bir Türk-İslam teması ya da en azından sempatisi bulunduğunu anlıyorum. Çok ilginç. Çünkü birkaç yıl öncesine kadar tam tersi geçerliydi, Türkiye Ukrayna’ya destek veriyor diye biliyorduk.
Fotoğraf gösterme faslından sonra nerede kalacağımı soruyor. Booking.com’dan bir oda tuttuğumu söylüyorum. “Seni sınırdan içeri bırakmayacaklar, benim adresimi ver, o zaman bırakırlar, hatta gel bende kal” diyor ve küçük bir kağıda adresini, telefonunu yazıyor. O sırada sınıra varıyoruz. Önce Rusya’dan çıkış yapacağız.
Minibüsten indiğimiz sırada o ana kadar hiç konuşmayan Maria’nın arkadaşı yanıma geliyor ve çok düzgün bir Türkçe’yle “Abi, seni davet etti, biliyorum, ama sakın ona gitme. Gidersen de onda kalma” diyor. Bakü’lüymüş. Türk olduğumu anlayınca uyarmak istemiş. “Çok sağol, ama neden?” diye soruyorum. “Bu kız asker, bütün arkadaşları da asker. Ne yapacakları belli olmaz, baş edemezsin onlarla” diyor.
Pasaport kontrolünde beni ayırıyorlar. Bir saat sorgu… Başka görevliler geliyor, bir yerlere telefonlar ediliyor… Rus askerlerin İngilizceleri zayıf, Google Translate ile diyalog kurduğumuzdan iş daha da uzuyor. Herkes minibüse yerleşmiş, minibüs beni bekliyor. Herkesi beklettiğim için utanıyorum, ama yapacak bir şey yok. Sonunda çıkış damgamı vuruyorlar. Herkesten özür dileyerek eğile büküle minibüse biniyorum.
Bakü’lü kız, “Şoför söyledi, seni Luhansk tarafında bırakmayacaklarmış” diyor. 300 m sonra Luhansk sınırında duruyoruz. Beni konteynırdan bir ofise götürüyorlar. Şoför minibüste bir şey unutup unutmadığımı soruyor ve minibüs beni bırakıp yola devam ediyor.
Sorgu yine baştan başlıyor. Telefonumdaki bütün yazışmalar Rusça’ya çevrilip didik didik ediliyor…
– “Niye geldin?”
– “Bir arkadaşımla kahve içeceğim, ve burada neler olup bitiyor, kolaçan edeceğim.”
– “Nereden tanıyorsun o arkadaşını?”
– “İki yıl önce Lviv’de karşılaşmıştık.”
– “Çağır, gelsin, seni buradan alsın. Yoksa seni bırakmayacağız.”
– “Çağıramam, öyle bir samimiyetim yok.”
– “Başka tanıdığın yok mu?”
Minibüste Maria’nın yazdığı kağıdı çıkarıp veriyorum:
– “Var, bir de bu arkadaşla az önce buraya gelirken minibüste tanıştık, o da beni çağırdı…”
Anlamakta zorlanıyorlar. Oysa olay çok basit. Geziyorum, o kadar. Bir ara altı tane asker toplanıyor etrafıma, gülüşüyorlar, hepsi çok kibar. Hatta bir tanesi beni tuttukları ve zamanımı aldıkları için benden özür diliyor. “Rica ederim” diyorum, “göreviniz!”.
Konteynırdaki bu sohbetler iki saate yakın sürüyor. Sonra nihai karar bildiriliyor:
– “Seni bırakmayacağız. Geri döneceksin.”
Yanımda bir görevliyle Rus tarafına yürüyoruz. Tekrar Rusya’ya giriş yapmak üzere pasaportumu alıyorlar. Bir binanın önünde yaklaşık bir saat daha bekliyorum. Sonunda yanıma rütbeli, iyi İngilizce konuşan bir subay geliyor: “Ülkemizden sınırdışı edilmediniz, Rusya’da iyi eğlenceler!” diyor ve pasaportumla giriş kağıdımı bana uzatıyor. Beni sınırdışı edip etmemeyi mi tartıştılar acaba diye düşünüyorum.
Rostov’a dönüş minibüsünü de benim için bekletmişler, sağolsunlar. Dönüş yolunda Rus operatöre bağlanır bağlanmaz Alisa’dan ve Moskova’daki arkadaşımdan onlarca mesaj akıyor. Bir sorun olmadığını ama Luhansk’a giremediğimi, geri döndüğümü yazıyorum, rahatlıyorlar.
Alisa, Luhansk ordusunu “teröristler” olarak tanımlıyor ve “teröristlerin” elinden başım derde girmeden kurtulduğum için rahatlıyor.
Moskova’daki arkadaşım ise içeride güvenliğimi sağlayamayacaklarını düşündüklerinden beni içeri bırakmadıklarını söylüyor. İçerideki savaşa dair onun anlattıkları ise Alisa’nın anlattıklarından çok farklı: Ukrayna tarafının boş arazide ilerleyen sivil araçları taradığını, okullara, hastanelere “false flag” (suçu Luhansk’lılara atmak için) saldırılar düzenlediğini söylüyor. “Bu saldırılar Suriye’deki “false flag” gaz saldırıları gibi” diyor ve devam ediyor: “Orası savaştan önce gelişmiş, çeki düzenli bir sanayi kentiydi, altyapısı mahvoldu, insan sermayesi kaçtı. Luhansk’ta yaşayanlar bunu neden yapsın!”
Luhansk’taki ev sahibime gelemeyeceğimi haber veriyorum. Booking.com rezervasyon kurallarına göre hiçbir mecburiyeti olmamasına rağmen paramı iade ediyor!
– “Seni neden bırakmadılar, araştırayım mı?” diye soruyor.
– “Tabii, çok memnun olurum.”
Birkaç gün sonra yazıyor:
– “Nedeni açıklamıyorlar, gizliymiş. Ancak bir yıl süreyle Luhansk’a girişin yasaklanmış. Bir yıl sonra tekrar gelebilirmişsin” diyor.
– “Öyleyse gelecek bahara kadar bu askeri, politik gerginlikleri bitirin ve Rostov’la aradaki şu gereksiz sınırı kaldırın. Seneye yine geleceğim ve etrafımda savaş, gerginlik vs. istemiyorum” diyorum.
Moskova’daki arkadaşım uyarıyor: “Kadınla dalga geçme, onların Rusya’yla birleşmek gibi bir derdi yok. Sadece Rusya ile açık bir ekonomi ve iyi ilişki istiyorlar” diyor.
Luhansk hesaptan düşünce Rostov’da planladığımdan daha uzun zaman geçiriyorum. İyi de oluyor. Bu huzurlu, sakin ve güzel kentteki gündelik yaşamın içine girme şansım oluyor. Kaldığım yerin hemen arka cephesinde FIFA için hazırlanan parti-eğlence alanına dikilmiş şu garip anıt dikkatimi çekiyor:
Anastasia’ya “Bu ne? Rostov Belediyesi Amerikan ikinci dalga feminizmiyle dalga geçmek için mi bunu yapmış? Kendine çok güvendiği için kuleden atlayan altın kız…” diye şaka yapıyorum.
Gülerek, “Bizim sorunlarımız çok farklı” diyor. “Bizim erkeklerle bir derdimiz yok, çünkü zaten erkeklerden güçlüyüz. Güçlü olmamızın nedeni de güçlü olmak zorunda kalmamız. Önce İç Savaş, sonra İkinci Dünya Savaşı, bu ülkenin en zeki, en üretken erkeklerini yok etti, ülkeyi 25 yıl arayla iki kez taş devrine döndürdü. Ekonomi defalarca çöktü. Her felakette, her krizde, evde ve dışarıda her işi kadınlar yürüttü.”
Bu açıklama geçerliydi tabii, ama tek başına yeterli değildi. Anastasia’nın bir yaşında erkek bir bebeği var. Anne-bebek ilişkisinde, anne şefkatiyle birbirine karıştırılmaması gereken önemli bir fark gözüme çarpıyordu: Anne, çocuğun mızmızlarına en ufak bir taviz vermiyordu. Bir sabah bebeğin alnında açık bir yara ve şişlik gördüm, nedenini sorduğumda: “Beni protesto ediyordu. Başını yerden yere vuruyordu… Yapacak bir şey yok, alışacak…” dedi. Ülkemizde feministlerin yakındığı erkek şiddetinin de acaba hastalıklı bir anne-bebek ilişkisinden mi türediğini sorgulayan düşüncelere daldım.
Devam edecek…
İlgili yazılar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.