Matthew Arnold “Kurtuluşun gücü” diye adlandırılabilecek şeye sahip olan şairlerden biridir. Bizi ihtiraslarımızın kızgın ateşlerinden kurtarır
Matthew Arnold “Kurtuluşun gücü” diye adlandırılabilecek şeye sahip olan şairlerden biridir. Bizi ihtiraslarımızın kızgın ateşlerinden kurtarır. Bizi dünyeviliğimizden, sapkınlığımızdan, çılgın meşguliyetlerimizden kurtarır. Şeyleri basit öğelerine indirger ve bize havayı ve suyu ve toprağı ve denizi geri verir. Ve bunu bizden hiçbir alışılmadık gerginlik talep etmeden yapar. Dionysosçu esrikliklere sürüklenmemize ya da “kozmik duygunun” yüksek sesiyle ağlamamıza gerek yoktur
Matthew Arnold’un yapıtının barındırdığı özel ustalığı gözden kaçırmak kolaydır. Nesrinin kimilerini hoşnut, diğerlerini rahatsız eden uçucu latifeleri –tekrarlayan delilik nöbetleri– İngiliz Edebiyatı’nda çok da önemli olmayan bir yere sahip olacaktır. Öylesine çok dinsel ve ahlaki pencereye kapı araladığı –kendi zamanlarında yeterince anlamlı olan– o sihirli ve nüfuz edici “aforizmaları” bile şu anda bizi pek az tedirgin eder ve zekâ üzerinde Epictetus ya da Goethe’nin “aforizmalarının” ağırlığına benzeyen derinden etkiler yaratmaz.
“Erdemi yaratan eğilimin ırmağı” biraz sığ akar ve berrak dalgası altında ne kadar da çok çakıl taşı barındırır! Onun o, “İsa’nın Sırrı” sözcüğü, bunların en iyilerini kuşanır. “Sır” sözcüğünü kullanmak mutlu bir düşünceydi – dinsel itikatlarının “sır”dan çok “yöntem”e bağladığı insanları uzun uzun düşündürebilecek olan bir düşünce!
Eleştirmen olarak da, aydınlatıcı ve güven yaratıcı olmasına karşın, kehanetin uzağındadır. Tuhaf bir Saflık, iyi huylu, etik bir “Zevksizlik” damarı onun Shelley ya da Keats ya da Heine’nin kaçamaklı ruhlarına gerçekten de girmesini engeller. Wordsworth ya da Byron’da, kendisini daha fazla evinde gibi hisseder. Ama onların basit mizaçlarında bile birçok inceliği gözden kaçırır. O Proteus, eleştirel metempsikoz Büyücüsü değildir. Çünkü o bütün havai zekası içinde, “arkadaşını seven basit, dobra bir adam”dır. Aslında, insan onu, psikolojik gündoğumlarının halis bir aydınlatıcısı olarak Water Pater ile kıyasladığında, bir anda oldukça büyük bir adamın, kendisini Sabit İlkelerin kutsal suyuyla yıkayarak, nasıl kolayca “aptal durumuna düşürebileceğini” anlar!
Hayır, hakkında konuşmak istediğim ne Teolojik Serbest Kalem Arnold, ne de Edebiyat Eleştirmeni Ardold değil, Şair Arnold.
Kişisel olarak onun Tennyson ya da Browning’den daha büyük bir şair olduğu görüşündeyim. Felsefesi onlarınkinden çok daha soylu, sahici ve daha kalıcı bir şeydi ve şiirinde, onların ulaştığı her şeye, muazzam mesafelerde üstün gelen pasajlar ve tek tek dizeler mevcuttur.
Bana Matthew Arnold’un Felsefesinin ne olduğunu mu soruyorsunuz? Bunu yanıtlamak kolay. Bu ölümlü insanlar arasındaki en büyük bütün adamların felsefesiydi! Şiirinde Teolojik savlar diyarından bütünüyle uzaklaşır; hayat karşısındaki tutumu Sofokles’in ve Virgil’in ve Montaigne’nin ve Cervantes’in ve Shakespeare’in ve Goethe’nin tutumudur. Matthew Arnold’u okuyanlar ve onu sevenler, entelektüel tonunun o büyük klasik yazarların tonu ve vardığı sonuçların da onların vardığı sonuçlar olduğunu bilirler.
O asla acımızla aptalca, temelsiz umutlarla alay etmez ve asla çılgınca umutsuzluğun kendisini felç etmesine izin vermez. Hayatı olduğu gibi kabul eder ve hepimizin de yapması gerektiği gibi, onun karmaşalarından en iyi biçimde yararlanır. Eğer burada “cahil orduların geceleri savaştığı, karmaşık mücadele ve savaş uyarılarıyla kaplanmış, kararan bir ovada olduğu gibi” isek, en azından “birbirimize karşı dürüst” olabiliriz.
İnsan bazen hayatın karşısında tek bir entelektüel tutum, tek bir felsefe, tek bir nihai ruh hali olduğunun gençliğin enerjik öğretmenleri tarafından doğru dürüst anlaşılıp anlaşılmadığını merak ediyor. İşte Homeros’tan Matthew Arnold’a, bu “teslimiyet” hali, tek başına uzun vadede dünya üzerindeki günlerimizin tadını veren şeyin ta kendisidir.
Durumumuzdaki gerçek öğeler Aşil’in Hektor’u Truva’nın duvarlarının etrafında sürüklenmesinden bu yana en ufak bir değişiklik göstermiş değildir.
Erkekler ve kadınlar hâlâ âşık olup nefret ederler; hâlâ “güneşin tadını çıkarır” ve “İlkbaharda ışığı yaşarlar”; hâlâ “sahici dostluklar kurar ve tehlikeli düşmanlarla çatışırlar” – ve üstlerinden aynı Takım Yıldızlar aşağılara doğru bakar; ve üstlerinden aynı rüzgarlar eser; ve üstlerinden aynı Sfenks, aynı çözülemez Soruyla, meçhulün içinden kayıp gider.
Hiçbir şey gerçekten değişmemiştir. “Zamanın ırmağı” çeşitli manzaraların içinden geçiyor olabilir, ama o hep aynı ırmaktır ve sonunda, “kıyılar solan ışıklarıyla solup gider” ve “yıldızlar parlar” iken aynı sonsuz Denizin “mırıltılarını ve kokularını” bize getirir. Evet, Disraili’nin dediği gibi, alay eden sadece tek bir Felsefe vardır; ve Matthew Arnold, modernler arasında, bunu şiirine koymasına izin verilen tek isimdir. Çünkü dünyanın üçlü mızıkalarının “Flamantia Moenia”sının önünde başlarımızı tesellisiz seve seve eğsek de, bizimkinin içine uzatılmış olan bir elle, “hayatımızın üzerinden aktığı tepeleri” bildiğimizi düşündüğümüz anlar çıka gelir!
Hayat ırmağının akışı, hayat denizinin dalgalarının yıkayışı –insan, Arnold’un kırık ve daima müzikal olmayan kıtaları, bu sese –“Sofokles’in, uzun zaman önce, Ege’de duyduğu ve tıpkı bugün de bizim de dinlerken birçok şeyler düşündüğümüz gibi birçok şeyler düşünerek dinlediği!” o gerçek deniz gelgitlerinin sesine öylesine benzeyen o sese– yapılan atıfları nasıl da iyi anımsar!
“Çünkü hepimiz Denizdeki yüzücüler gibiyiz,
Muazzam bir Kader dalgasının üstünde denge tutturan,
Ve bizi karaya mı çekecek
Denizin açıklıklarına mı sürükleyecek,
Denizin açıklıklarına, karanlık körfezlerine Ölümün,
Bilmiyoruz-
Bunu yalnız durum gösterecek, kendi saati gelince”.
Kimi zaman Matthew Arnold’un şiirinde var olan o özel muhteşem gerçekçilik ve sihir harmanının kıt bir adaletle karşılaştığını düşünürüm.
Örneğin “The Forsaken Merman”da (Terkedilmiş Denizadamı), tuz köpüğünün kokusunu duyuran ve orada, parlayan kumun altında, gizli ve tuhaf bir biçimde yatmakta olan şeyleri hayal ettiren birçok kıta vardır. Şu;
“Nereye gider yüzerek o büyük balina
Dünyanın çevresinde sonsuza dek ve daima”,
dizesinin, insan, Tanrı bilir, herhangi bir balinanın su püskürtmesinin yeterince uzaktayken bile çoğunlukla hatırlanabilen özgürleştirici bir gücü vardır! Ve şiirin tümünde asla can sıkıcı hale gelmeyen düşünceli, avlayıcı bir güzellik mevcuttur.
Matthew Arnold gerçek bir klasik şairdir. O hafif, tuhaf, oyunbaz, uçucu gerçekçiliği en hüzünlü şiire sokmak otantik gelenekle kesinlikle uyumludur. Bu Virgil’in, Catallus’un, Theocritus’un, Milton’un, Landor’un, hepsinin yaptığı şeydir. Kimileri Oxford’dan ve Oxford çevresindeki taşradan söz ederkenki yarı neşeli, yarı kederli, kinayeli sevecenliği yüzünden ona öfkelenirler. Bunda hoşa gitmeyecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Catallus Sirmio’dan, Horace çiftliğinden, Milton “Deva’nın büyücü-ırmağından”, Landor Sorrento ve Amalfi’den söz ederken de böyle yapmıştı.
Bu, şu ya da bu çevre değişiminin acımızı dindirmesini beklemeyen bir felsefenin; tanıdık kenar yollar ve yol geçitleri ve otlaklı patikalar ve dağ etekleri hakkında; “hala Thyrsis’e sahip” iken, birlikte gittiğimiz yerler hakkında oyalanmayı doğallıkla seven bir felsefenin “tevekkülünü” tam olarak barındıran bir eserdir.
Matthew Arnold’un, bize sahici klasik bir dokunuşla dokunan ve buna ayrıca, ne olduğunu bilmediğim, daha düşünceli bir sevecenliğin eklendiği bir şeylerle de dokunan dolaysız Doğa-şiiri, böylesine çok modern dizenin, böylesine bulanık ve tatmin edici olmayan sahte-sihrinden sonra gerçek bir ferahlamadır.
“Fark etmez. Hafifçe geldi!
Ama tatlı ilkbahar günlerinde bizimle birlikte olacak,
Beyazlaşan çitler ve dökülmeyen eğrelti otlarıyla,
Ve orman yollarında titreyen mavi çan çiçekleriyle,
Ve yeni kesilmiş saman balyalarının kokusuyla–“
Ya da daha sonraki mevsime dair o tanımlama:
“Çok mu hızlı umutsuz? Yani gidecek misin?
Yakında yüksek Yaz ortası debdebesi gelecek,
Yakında altın tozuna bulanmış Güçlü Canavar gelecek,
Tatlı-William o tanıdık kulübe kokusuyla beraber,
Ve ıtır kokusu üfleyen, Ağaç Gövdeleri
Uzakta parlayan aşağı vadilerde açan Güller,
Ve açılmış Yaseminlere boğulmuş kafesler,
Ve düş gören bahçe ağaçlarının altındaki kümeler,
Ve soluk Ayın ve beyaz Akşam Yıldızının”
“Tek felsefeye” sadık kalan Matthew Arnold nasıl her birimiz için hayatın gerçek dramının, ilk kez aşık olup hayal kurduğumuz, ve mutlu ve üzgün olduğumuz ve kaybetmeyi ve pişman olmayı ve insanın kendi kaderini değiştirme gücünün sınırlarını öğrendiğimiz oldukça doğal, oldukça tanıdık, oldukça sakin belirli bir yeryüzü şeridi arka planıyla birlikte akıp gittiğini ima etmekten hoşnut olur.
Bu yazarın şiirinde insanın üstünde soğuk suyun karanlık, eğrelti otlarıyla kaplanmış bir mağaraya dökülmesi etkisi yaratan büyük ve soylu bir sükûnet vardır. Ateşli dünyeviliğimizin, kibrimizin ve hırslarımızın bütün tuzaklarını hafifçe, özenle, nazikçe soyup atar ve beyaz köpüğün – ve sabırlı kumların ufkuna doğru bakan, o büyük mehtapla yıkanmış pencereleri, tek bir dokunuşla aralar.
Ve bu sükûnet asla Ölüme atıfta bulunduğu zamandakinden daha derin değildir. “Çünkü orada” der, Thyrsis’inin yattığı Firenze’deki Mezarlıktan söz ederken;
“Çünkü orada senin dünyayı unutan göz kapakların
Sabahsız ve uyanışsız uykuyu saklıyor,
Çiçekli Zakkumların altında solup gidiyor–“
Kimi zaman, “Tristram ve Iseult”unda olduğu gibi, çarpıcı ve nüfuz edici güzelliğe küçük dokunuşlar yapmasına izin verilir; örneğin, çok tozlu ve çorak yerlerde, insanın anılarına ve dudaklarına geri dönmesi, yarı unutulmuş romansın bütün gözyaşlarını bize geri getirir ve bizim için, umuttan daha değerli olan umarsızlığı yeniden onarır! Örneğin, ateşin aydınlattığı, halı kaplı odasında ölmekte olan Tristram’ın, solgun Britanny’li İseult tarafından bakılırken, ölüm özleminin gerçekleşmekte olduğunu ve onun, onun “öteki” İseult’unun, sonunda ona geldiğini bildiği o dizelerde olduğu gibi – bunlarda insanın, imkânsız olanın, çok geç bir anda gerçekleştiği zaman hissettiklerine benzer bir bezginliğin aksi yok mudur?
Çatıya vuran yağmuru ya da bacadaki rüzgârın iniltisini ya da duvarlarla kaplı odasındaki gölgeleri pek önemsemez! Dinler – kalbi neredeyse duracaktır.
“Durgun gece havasındaki bu sesler de ne?
Ya avludaki ışıklar? Ya merdivendeki bu adımlar!?”
İnsan, okurun da, Circe ve uyuyan bebek-faun vizyonu ve dalgalarda çalkalanan Gezgin’leriyle ve “uyumlu yeryüzü-mırıltıları” ve “rüya gören koruluklar”ıyla, “Strayed Reveller” isimli, o tuhaf parçalı ritimsiz şiiri bilip bilmediğini ve sevip sevmediğini merak ediyor – Büyük kadın büyücü, Tuhaf biçimde aşağıda, yorgun çocuğun üzerinden, beyaz teninin üzerindeki şarap lekeleri ve saçındaki böğürtlenleri görüp gülümser. Şiir yeterince önemsizdir; ama soğukluğu ve sakinliği ve hüzünlü narin güzelliği içinde, insanı, Vatikan’ın uzun kapalı galerilerinde, az bilinen, nadiren kataloglanmış bir Yunan Vazosu önünde nasıl duraksar ve sessizleşirsek öyle duraksamaya ve sessizleşmeye yöneltir. Hayatın ve gençliğin ruhu –ölümsüz ve narin– oradadır, yine de, gelip geçerken, yalnızca serin mermerde yakalanmış olan bu güzelliğin kısalığıyla alay eden o acınası “boşunalığın” gölgesi de bizimle birlikte oradadır!
Bu hayattır –ama belirli bir mesafeden hayat– inceltilmiş, ayıklanmış, elenmiş, düzenlenmiş Hayat. “Yine de, Ah Prensim, ne emek! Ah Prensim, ne acı!” Dünya belki de büyük yalnız sürgünlerinin ağızlarından gençliğe yöneltilen “kendi ruhunun üstüne batma” uyarısını işitmekten yorulmuş ve çılgın kalabalıkların, el eden idolleriyle ve haince niyazlarıyla uğuldamasına izin vermektedir. Ama bu kabul görmemiş el asla üzerimize “Self-Dependence (Bağımsızlık)” isimli şiirde olduğu kadar zarifçe uzatılmamıştır.
Cennet bizi affetsin –yüksek öğretisini izleyemeyiz– ve yine de biz de, hepimiz de, büyük bir geminin pruvasında durup yıldızların hızla yarılan sulara aksini seyrederken buna benzer bir şeyler hissetmişizdir.
“Çevrelerindeki sessizlikten korkmamış
Gördükleri manzaralardan ürkmemiş
Kendileriyle ilgili olan dünyayı istemiyorlar
Onları seven, eğlendiren, sempati duyan dünyayı.
Ama yıldızlar coşkuyla parlayışlarını sürdürüyor
Ve deniz uzun, ayın gümüşüne bulanmış çalkantısını;
Çünkü onlar öz-dengede yaşıyor; işsiz güçsüz çam için değil
Farklı bir ruhun bütün ateşiyle.”
Matthew Arnold’un kendisinin belirttiği üzere, “tek felsefe”, her türlü olaya hazır olmak, “utrumque paratus”dur. Yine de kederli olana ve daha nihai olana doğru eğilir, böyle bir dünyada, nasıl eğilmesin ki? Korkunç bir uzayda “karanlık gövdesini ileri geri vuran”, o tanrısız evren vizyonu, gelip geçmeyi reddeden bir vizyondur. Katolik filozofumun dediği gibi, “şansın çocuklarına”, “şans anlamlı gibi görünür”.
Ama böyle olsa bile –bütün o birleşen deneyimler okyanusu– idrak edilemez ve anlamsız olsa bile; yine de geriye ölümlü insanların buna katlanmaları ve kendilerini “küçük zevklerle” rahatlatmaları zorunluluğu kalır. Kaderin ölümsüz zorbalığı Matthew Arnold tarafından, erdemli kralın ödülünü almadığı “Mycerinus” isimli şiirde gayet güzel ifade edilmiştir. O kendi payına şenlenecek ve buna aldırmayacaktır. Sonu beklemenin daha soylu, daha mutlu yolları olabilir – ama ister “şenlenelim” isterse “tevekkül” edelim, hepimiz sonu bekliyoruz. Yarı acıyla, yarı istekle beklemek ve dinlemek, yeryüzünde insana düşen bu gibidir! Ve bu arada o;
–“Güç, fazla büyük ve kuvvetli
Tanrılar için bile fethetmek ya da cezp etmek için,
Yeryüzünü ve cenneti ve insanı ve tanrıları silip süpürüyor
Tıpkı isyankâr Nil’in geniş hacmi gibi
Ve hizmet ettiğimiz büyük güçler, onlar da
Tiranca Zorunluluğun Esirleri olmalı–“ der.
Matthew Arnold, huzurlu ev hayatına karşın ve “Marguerite” şiirlerinin verdiği o “aralığa” karşın, soylu ve bozulmamış bir ruha sahipti – ve bu da ender bir yetenektir. “Bana temiz bir kalp ver, Tanrım, ve içimdeki erdemli ruhu yenile!” diye yalvarıyordu Psalmist. Pekâlâ! Thyrsis’in bu arkadaşının “temiz bir kalbi” ve “erdemli bir ruhu” vardı ve bu şeyler, bu çalkantılı çağda, kendi çağrı güçlerine sahiptir! Bu “tanrı çocuğunun” intikamıdır ki, “Marguerite” şiirlerinde bile, onun, yalnızca, tutkuları etin ihtirasından daha fazla olanların yazabileceği gibi yazmasını mümkün kılmıştır.
“Bana düşlerimde gel ve sonra
Uykuda yeniden iyi olacağım–
Çünkü o zaman gece fazlasıyla ödeyecek
Günün umutsuz özlemini!”
Aynı duyular saflığı onun, genç bir kızın ölümü üzerine, –“diğeri” de sevimli olmakla birlikte– Oscar Wilde’ın aynı konuda yazdıklarından çok daha güzel dizeler yazmasını mümkün kılmıştı.
“Üstünde güller bitti onun, güller,
Porsuk ağacının fidanları değil;
Çünkü sessizlik içinde dinleniyor-
Ah! keşke ben de öyle yapsaydım!
Yanına aldığı büyük ruhu
Titredi almak için tek bir nefes.
Bu gece miras alacak
Engin odalarını Ölümün.”
Matthew Arnold “Kurtuluşun gücü” diye adlandırılabilecek şeye sahip olan şairlerden biridir. Bizi ihtiraslarımızın kızgın ateşlerinden kurtarır. Bizi dünyeviliğimizden, sapkınlığımızdan, çılgın meşguliyetlerimizden kurtarır. Şeyleri basit öğelerine indirger ve bize havayı ve suyu ve toprağı ve denizi geri verir. Ve bunu bizden hiçbir alışılmadık gerginlik talep etmeden yapar. Dionysosçu esrikliklere sürüklenmemize ya da “kozmik duygunun” yüksek sesiyle ağlamamıza gerek yoktur.
Sağduyumuzu terk etmemize; ya da herhangi bir tuhaf biçimde giyinmemize ya da yemek yememize ya da konuşmamıza ya da hayal kurmamıza gerek yoktur. Doğmuş olduğumuz toprakları hatırlıyorsak bu yeterlidir. Orion’un gökyüzünün hangi bölümünden doğduğunu ve Yıldızların Efendisi Jüpiter’in nerede olduğunu büsbütün unutmamışsak bu yeterlidir. İlkbaharın geri gelişini ve ilk yaprakların fışkırmasını unutmamışsak bu yeterlidir.
Matthew Arnold’un şiirinden bizi dünya tarihinin başlangıçlarına geri götüren bir hayat sanatı türetmek mümkündür. O, medeni Oxanian; o, domestik ahlakçı; o, havai oyunbaz düşünür, yine de uykumuza ve uyanışımıza; “işimize gidişimize ve akşama kadar kuru emek döküşümüze”; mevsimlerin üstümüzden gelip geçişine; tüm şiirsel imgelemin zemini ve özü olan ve hiçbir değişim ya da ilerlemenin ya da keşfin istila edemeyeceği ya da bozamayacağı o “Epik ağırbaşlılığı” kazandırma gücüne sahiptir.
Çünkü çok yakında defteri dürülecek olan ortak kaderimizin o ebedi nesnelerini yükseltmek ve bunlara ferahlık vermek şiirin doğasıdır –Ve bazı şeylere sadece şiir ulaşabilir– Din kalplerimizin gizli derinliklerinde sözünü etmediğimiz bir arzuya, “öylesine tatlı bir biçimde yemin eden dudaklara” karşı duyduğumuz hasta edici ağrılı özleme katlanırken, bizi pek az rahatlatabilir. Ama orada bizi Biberiyesi ve Sedef Otu’yla şiir de beklemektedir. Teki dışında hiçbir insan kalbi kendisine huzur veren profesyonel uşakları karşısında gizliliğini koruyamamıştır. Ama orada, örtüler altındaki Şeklin altında bile, küçük bir şiirsel “Notre Dame Jonglörü”ne rahip cübbesini sıyırıp atmasına ve zamanı ve mekânı hiçleştiren bir dansla dans etmesine izin verilir!
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının dokuzuncu bölümüdür.
[Süreyya Özgör tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.