Kolektif öz-yönetimin kendisini Doğu’daki devlet sosyalisti kolektivizme ve Batı’daki liberal demokratik hegemonyaya karşı savunabileceği düşüncesi, bugün kapitalizm karşıtı hareketlere ilham vermeyi sürdürmektedir
Kolektif öz-yönetimin kendisini Doğu’daki devlet sosyalisti kolektivizme (gerçek yasallığa pek de sahip olmayan popülist meşruiyete) ve Batı’daki liberal demokratik hegemonyaya (büyük oranda simgesel meşruiyet biçimlerinin desteklediği otoriter yasallığa) karşı savunabileceği düşüncesi, liberteryen sosyalistler ve anarşistlerin yanı sıra bugün küreselleşme-karşıtı hareketin geniş kesimlerine de ilham vermeyi sürdürmektedir. Sendikalistler ve konsey komünistleri, siyasal merkezsizleşmenin toplumsallaşmış mülkiyetle ve üretim araçlarının demokratik denetimiyle nasıl koordine edilebileceğine ilişkin ikna edici bir açıklama yapmakta her zaman başarılı olamamışlarsa da, bu proje, liberteryen sosyalist ve anarşist autogestion tasavvurları açısından merkezi konumdadır
Sendika ve partiye alternatif olarak konseye dönük ilgi, Paris Komünü ile Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ta ona dönük yaptığı tartışmaya kadar gitmektedir. Bu ilgi, işçi ve asker sovyetlerinin (konseylerinin) giderek kırılgan hale gelen Çarcı otokrasinin meşruiyetine meydan okunmasında asli bir rol oynadığı, adlandırıldığı biçimiyle “ilk Rus Devrimi” ile birlikte, 1905 yılında yenilenecekti. Devrim otokrasisi, parlamenter temsil ilkesini kabul etmeye ve nihayet 1906’da ilk Duma’yı (parlamento) tanımaya zorlayacaktı. Almanya’da, SPD’nin Jena Konferansı, Rusya olaylarının yarattığı büyük heyecanın ortasında gerçekleşecekti. Konferans katılımcıları, doğrudan demokrasinin paradigmatik kurum olarak kabul ettikleri konseyin yeniden doğuşunu kutlayacaklardı. Alman sosyal demokrasisi tarihinde ilk defa, sendikaların reformist pozisyonları sert eleştirilere maruz kalacaktı. Rosa Luxemburg, konferans tartışmalarına yaptığı katkıda, sendikalara dönük keskin bir eleştiriyle SPD’nin tam anlamıyla demokratik devrimci bir harekette neden yalnızca sınırlı bir rol oynayabileceğini açıklayan güçlü bir argümanı bir arada ifade ediyordu. “Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar”da Luxemburg, görece genç ve deneyimsiz Rus işçi sınıfının militanlığına hayranlığının yanı sıra Alman sendika ve parti bürokrasilerine içkin olan muhafazakâr eğilimlere dönük eleştirisini dile getirmektedir. Luxemburg her ne kadar hiçbir zaman ayrıntılı bir konsey demokrasisi kuramını ana hatlarıyla çizmemiş olsa da, bütün konsey komünistleri açısından merkezi bir ilke haline gelen temel dayanağı açıkça dillendirecekti: Devrim, işçi sınıfları, sendikalar, partiler ve üniversitelerdeki profesyonel entelektüellerin bürokratik ayrıcalıklarına bağlı olmadıkları kendi kurumsal radikal demokrasi biçimlerini yaratmadıkça gerçekleşmeyecektir. Bir başka deyişle, işçi sınıfları, öz-yönetim ve kolektif otonomi sanatını kendileri deneyimleyerek öğrenmek durumundadır.[i]
Luxemburg, sendikaların ve parti bürokrasilerinin reformist sosyalist memuriyetin hamileri haline geldiğini ileri sürmektedir. Hemen hemen bütün gelişmiş kapitalist ekonomilerde, işçi sınıfının bu türden nispeten ayrıcalıklı üyeleri, toplumsal düzeni ve bu düzenin kendilerine sunduğu istihdam garantisi ve nispeten yüksek maaş avantajlarını korumaya dönük bir eğilim geliştirmektedir. Sendikanın ve partinin devrimci faaliyet üzerinde bir fren olarak işlev görme eğilimine karşı, Luxemburg, sendikalist Genel Grev’in komünist eşdeğeri olarak görülebilecek olan kitle grevini savunmaktadır. Luxemburg ilkesel olarak siyasi partilere karşı değildir ve insani kurtuluş için mücadeleye belirli bir derecede ideolojik rehberlik edecek bir partiye dönük devam eden ihtiyacı da kabul etmektedir. Ancak Luxemburg, Almanya, Fransa, İtalya ve diğer yerlerde, işçileri, devrimin birbirini izleyen parlamenter reformlar vasıtasıyla kazanılabileceğine inanmaya teşvik eden Kautsky, Jaurès ve Turati’nin görüşlerine şiddetle karşı çıkmaktadır. Luxemburg’un öngörüsü, 1905 Rus gelişmelerinin, işçi sınıfının kendiliğindenliğinin Avrupa sosyal demokrasisinin uyuşuk siyasetinin hakkından gelebileceğini göstermektedir. Dolayısıyla yirminci yüzyıla girerken solun acil görevi, konsey demokrasisi için gereken kitle grevine ve kültürel ve siyasal bilince dönük desteği yaygınlaştırmaktır. Aslında tercih ortadadır: devrime hazırlan ya da mülk sahibi sınıflar tarafından muazzam bir tepkiyle karşı karşıya kal! Bu tepki, İtalya’da Mussolini’nin Roma üzerine yürüyüşünden ve Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünden uzun zaman önce nasıl öngörülmüştür? Konsey komünizminin yapısal dönüşüm kuramı üzerine aşağıdaki kısa ifadeler, bu yıllardaki konsey komünisti analizlerin radikal ve öngörülü karakterini göstermektedir.[ii]
Luxemburg ile Kautsky arasındaki tartışma, 1905’i izleyen yıllarda SPD’nin en önemli kuramsal yayını Neue Zeit’ta (Yeni Çağ) patlak verecek ve Hollandalı Marksist Anton Pannekoek, 1912’de Marksist Kuram ve Devrimci Taktikler ile Kitle Eylemi ve Devrim’i kaleme alana dek sürecektir. Pannekoek, Kautsky’nin sürekli ancak kademeli reform çağrısına karşı, milliyetçi sömürgecilik ve militarist kapitalist emperyalizm çağında, sanayi işçilerinin parti ya da sendikadan daha radikal örgütsel dayanışma biçimleri bulmak üzere mücadele ettiğini savunmaktadır. Konsey gibi kurumlar, kesinlikle daha radikaldir çünkü konseyler potansiyel olarak devrimci sürece işyerinde tam öz-yönetim doğrultusunda ivme kazandırabilmektedir. Pannekoek’in çalışmasının temel motifi, endüstriyel demokrasi adına devletçilik-karşıtı hareketin mevcut devletin partileri ve sendikaları içinde soğurulmaması için emperyalizm çağındaki autogestion’a dönük bu gidişi hızlandırmanın zorunlu olduğudur. Dolayısıyla Pannekoek, Kirchheimer’ın sanayi devrimini takiben “minimal” devlet eliyle düzenlenen serbest piyasa kapitalizminden, içeride müdahaleci ve dışarıda yayılmacı bir devlet eliyle korunan planlı kapitalizme doğru yapısal bir dönüşün gerçekleştiği görüşünü benimsemektedir. Dönüşüm, mevzubahis ülkeye göre farklı oranlarda ve farklı yoğunlukta gerçekleşmektedir. Almanya ve İtalya’nın bu zamanlarda emperyalist sömürge arayışından büyük ölçüde dışlanmış olması nedeniyle, bu yapısal dönüşüme içkin olan çelişkiler de özellikle şiddetlidir. Sonuç olarak yanıt da hem işyerinde konsey saldırı hem de emek sürecini yönetme hakkının kapitalist teyidi anlamında giderek radikal olacaktır.[iii]
Birinci Dünya Savaşı, Avrupa toplumunda derin bir kriz ve yirminci yüzyıl Avrupa solu açısından yıkıcı bir uğrak anlamına gelecekti. Burada iki detay fazlasıyla önemlidir. İlki, PSI hariç utulmak üzere sosyal demokrat partiler kendi ülkelerinin hükümetlerini destekledir, böylece uluslararası dayanışmadan ziyade milli şovenizmi tercih ettiler. İkincisi, sosyal demokrasinin uluslararası bir bakış açısı geliştirmekte başarısız olması, sosyal demokratlar, liberteryenler ile Bolşevik-tarzı komünistler arasında üçlü bir yarılmanın ortaya çıkmasının yolunu açtı. Zimmerwald Konferansı, bu yarılmanın arka planını oluşturacaktı. 1916’da bir grup İtalyan ve İsviçreli sosyalist, Savaş’a uzlaşmaz biçimde karşı çıkmaya devam eden bütün sosyalistlerin katılacağı bir toplantının çağrısını yaptı. 8-15 Eylül tarihlerinde İsviçre’nin dağ köylerinden biri olan Zimmerwald’da yapılan konferansa pek çok kişinin yanı sıra Lenin de katıldı. Sonuç, “Zimmerwald Solu” olarak bilinir hale gelecek çevrenin kurulması oldu. Grup, dünya devrimine bağlılığını ve kitle eylemine rehberlik edebilecek ve savaş girişimlerine yaygın halk desteğinin ortaya çıkmasına katkıda bulunduğuna inandıkları geçmişin reformist hatalarından kaçınabilen bir programın tasarlanmasına ilişkin niyetlerini ilan edecekti. Ocak 1917’de, SPD içindeki savaş-karşıtı bir çevre partiden ihraç edildi. Bu çevre, hemen sonrasında, Nisan 1917’de Pannekoek’in katılımıyla birlikte Berlin’de genişleyecek “ve başlangıçta ‘Bremen Solu’ olarak bilinecekti. Aynı ay içinde Almanya’nın dört bir yanında grevler patlak verecek ve Leipzig’de farklı sanayilerdeki grevci işçilerin çabalarını bir araya getirme görevini üstlenen bir işçi konseyi kurulacaktı. SPD’nin ve reformist sendikaların bu türden girişimlere karşı çıkmak yönündeki çabalarıyla mücadele etmek için, dört bir yana yayılan bütün sendikalardan işçilerin yer aldığı bir fabrika komiteleri ağı ortaya çıkacaktı; bu ağ giderek 1918’de Almanya’yı kasıp kavuran konsey hareketini koordine etmenin temeli haline gelecekti.[iv]
Alman İmparatorunun tahttan feragat etmesinin ve Kasım 1918’de bir cumhuriyetin kurulduğunun ilan edilmesinin ardından, yeni reformist sosyal demokrat hükümet ile devrimci hareket arasındaki çatışma, kurucu meclis ve parlamenter sisteme karşı bir konseyler cumhuriyeti alternatifleri çevresinde gelişmeye başlayacaktı[v] Bir sonraki yılın Mart ayında, komünist hareketi, Bolşevikler’in yeni merkezi olmasını umdukları Moskova’dan uluslararası ölçekte koordine etmeye dönük açık amacıyla (Komintern olarak da bilinen) Komünist Üçüncü Enternasyonal kurulacaktı. Sovyet Marksizmi ile Batı Marksizmi arasındaki hem stratejik hem de örgütsel gerilimler, Lenin ve yoldaşlarının Komintern’e vermek istedikleri merkezîleştirici rol nedeniyle kısmen kendini gösterecekti. Mart 1919’u izleyen aylar boyunca, doğu ile batı arasındaki iletişim, SSCB’ye dönük emperyalist kuşatma ve savaşın ulaşım ağlarını imha etmesi nedeniyle engellenecekti. Bu zorluklar, Berlin ve Amsterdam’da Komintern’in Batı Avrupa bürolarının kurulmasını gerektirdi. Amsterdam bürosu, ilk açık konferansını, Batı Avrupa’daki komünistlerin gelecek yönelimini ortaya koymaya dönük açık hedefiyle 1920’de gerçekleştirecekti. Konferans her ne kadar kötü örgütlense ve polis tarafından dağıtılsa da, sonuç bildirgesi, kapitalizm, parlamenter sosyalizm ve reformist sendikacılığa karşı gelecek herhangi bir zaferde işçi konseylerinin önemini vurguluyordu. Bu programatik niyet beyanı, tam da Bolşevikler’in işyeri demokrasisini dizginlemeye ve komünist toplumun inşası projesinde partinin öncü rolünde ısrar etmeye başladıkları zamanda gelecekti. Batı Marksizmi ile Komintern kavramları arasındaki bu çatışma, bu bölümün devamında ele alacağımız İspanya İç Savaşı örneğinde görüleceği üzere zaman zaman fiiliyata da dökülecekti.[vi]
İtalya’da fabrika konsey hareketinin PSI ve İtalyan hükümetiyle cepheden bir çarpışmaya doğru gittiği Ağustos 1919’da, Bremen Solu, kendi girişimlerini (Ocak 1918’de kurulan) Almanya Komünist Partisi (KPD) ve Komintern ile koordine etmek üzere sendikalist-tarzı (tüm sanayi çapında) bir “işçi sendikaları” konfederasyonunun kurulması çağrısında bulundu. Açıklanan hedef, Almanya’da uluslararası bir konseyler federasyonuna dönük ilk adım olacak şekilde bir Räterrepublik (konsey cumhuriyeti) kurulmasıydı. Her bir cumhuriyetin temel birimi, farklı sendikalardan gelen işçilerden oluşacak bir konsey olacaktı, böylece her bir konsey, üretim sürecine dahil olan mümkün olan en fazla sendikayı temsil edecekti. Bir şehirdeki konseylerin tamamının, yerel ağlar dahilinde, bölgesel ve ulusal ölçekteki üretici konseylerine sırayla temsilciler yollayacağı bir federasyon oluşturması isteniyordu. Bremen merkezli Der Kommunist (Komünist) dergisinde yayınlanan bir makalesinde, Pannekoek, geleneksel sendikalara bürokratik bir kast hakim iken, işçi sendikalarının ise yürürlükteki farklı işlere farklı ücret ilkesini reddederek ücret sistemine meydan okuduğunu ileri sürecekti. Bu arka plana karşın, Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in (1871-1919) suikastla katledilmesine kadar partinin başında olan KPD lideri Paul Levi ise partinin komünist bir öncü olarak rehberliği rolünü savunacaktı. Levi’nin duruşu, partiden ayrılanların, parti hâkimiyetine ve kayıtsız sendikal memuriyete karşı uzlaşma bir muhalefet programını ilan edecek olan KAPD’yi (Alman Komünist İşçi Partisi) kurmalarını tetikleyecekti. 1920 tarihli parti programında şu açıklama yer alıyordu:
Fabrika komitesi, komünist bir topluluğun inşasının ekonomik önkoşuludur. Komünist bir topluluk için örgütlenmenin siyasal biçimi, konsey sistemidir. Fabrika komiteleri, bütün iktidarın konseylerinin Yürütme Kurulu tarafından icra edilmesi gerektiği düşüncesini savunmaktadır.[vii]
Birinci Dünya Savaşı’nı izleyerek 1920’lerin ilk yıllarına uzanan dönemde, Pannekoek ile Gramsci’nin konsey demokrasisine ilişkin argümanları, Otto Bauer, Max Adler, Karl Korsch ve daha pek çok düşünürün yazdıklarına yansıdı.[viii] KAPD’nin kurucu üyelerinden Otto Rühle (1874-1943), konsey sistemi her ne kadar başlangıcında Rus sovyetleriyle birlikte yaygınlaşsa ve gelişse de, Rusya’daki radikal demokrasi hareketinin SBKP tarafından baskı altına alındığını savunmaktadır. SBKP ile konsey demokrasisi hareketleri arasındaki çatışmalar, en önemlisi 1956’da Macaristan olmak üzere İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etmiştir. Konsey eylemlerinin sosyalist bir devlete karşı yönelmesi muhtemelen ironik görünecektir. Ancak gerçekte bu durum, konsey aktivistlerinin, devlet sosyalizmi ile liberal demokrasi arasındaki en muhtemel uzlaşma olarak sosyal demokrasiye razı olmaya zorlayan siyasal deli gömleğinin reddetmekteki kararlılığını göstermektedir.[ix]
Ekim 1956’da, adını Macar şair ve yurtseveri Sandor Petöfi’den (1823-1849) alan “Petöfi çevresi”nden bir grup öğrenci ve entelektüel tarafından Sovyetler’in Polonya’nın iç işlerine müdahalesine karşı bir gösteri örgütlenecekti. Gösteri, Imrye Nagy (1896-1958, 1956 olaylarındaki sözde suç ortaklığı nedeniyle kınanmış ve nihayet infaz edilmiştir) tarafından önce yasaklandı, ardından ise son dakikada izin verildi. Bir dayanışma gösterisi olarak, pek çoğu Rus ordusunun Polonya ve Macaristan’daki askeri varlığına ilişkin görüşlerini açıklamak üzere komiteler oluşturmuş olan fabrika ve büro işçileri kitlesel biçimde sokağa çıktılar. Miskole şehrinde, şehirdeki çeşitli fabrikalardan gelen delegelerden oluşan bir konsey seçildi. Delegeler farklı farklı siyasal bakış açılarına sahipti ancak yine ulaşım, enerji ve sağlık haricinde ekonominin bütün sektörlerini etkileyecek bir Genel Grev başlatmak niyetinde ortaktılar. 25 Ekim’de Miskole konseyinden delegeler, Macar başkentinde benzer şekilde kurulmuş olan konseylerle görüşmek üzere Budapeşte’ye hareket edeceklerdi. Burada dört reform talep eden ortak bir açıklama yayınladılar; bu reform talepleri: (1) Sovyet birliklerinin Polonya ve Macaristan’dan derhal geri çekilmesi, (2) Macaristan’da yeni bir hükümetin kurulması, (3) grev hakkının tanınması ve (4) tutuklanan hükümet-karşıtı göstericilerin tamamı için af. Miskole konseyinin açıklaması, uluslararası işçi sınıfı dayanışmasına ve SSCB’nin askeri stratejilerine itaatin herhangi bir biçiminin reddedilmesine yapılan çağrıyla son buluyordu.[x]
Konsey geçici olarak Nagy hükümetini desteklemeye devam edecek ancak hükümetin silahları indirip işe dönme teklifine uymak yerine Paris Komünü süresince geçici olarak kurulanları hatırlatır biçimde işçi milislerinin kuruluşunu örgütlemeye başlayacaklardı. Miskol konseyi, Genel Grev’in sürdürülmesinin yanı sıra politikaları nedeniyle Macar Komünist Partisi’ni sorumlu tutabilecek bir gruplar ve komiteler ağının yaygınlaştırılması için bastırıyordu. 26 Ekim günü Radyo Miskol, çevredeki bütün şehirlerin işçilerine, benzer önlemler alma ve çabalarını tek ve güçlü bir hareket dahilinde koordine etme çağrısında bulundu. Gyoer ve Pecs’te benzer konseyler ortaya çıktı. Bu konseyler, Miskol konseyinin, ekonomik faaliyetleri siyasal ve askeri işlevlerle bir araya getirme çağrısına karşılık vermeye çalıştılar. Nagy hükümetinin bocalaması, konseylerin dağıtılmasını, milislerin silahsızlandırılmasını ve Nagy’nin yerini Janos Kadar’a (1912-1985) bırakmasını sağlayacak olan bir Sovyet işgaline yol açacaktı. Sovyet birliklerinin Macar konseyleri bastırmasına rağmen, sonradan eski Çekoslovakya (1968), Polonya (1981) ve eski Doğu Almanya’da (1988-89) yaşanan olaylarda görünür hale gelecek olan demokratik imgelemi ve kolektif öz-yönetim özlemini ortadan kaldıramayacaktı.
Kolektif öz-yönetimin kendisini Doğu’daki devlet sosyalisti kolektivizme (gerçek yasallığa pek de sahip olmayan popülist meşruiyete) ve Batı’daki liberal demokratik hegemonyaya (büyük oranda simgesel meşruiyet biçimlerinin desteklediği otoriter yasallığa) karşı savunabileceği düşüncesi, liberteryen sosyalistler ve anarşistlerin yanı sıra bugün küreselleşme-karşıtı hareketin geniş kesimlerine de ilham vermeyi sürdürmektedir.
Sendikalistler ve konsey komünistleri, siyasal merkezsizleşmenin toplumsallaşmış mülkiyetle ve üretim araçlarının demokratik denetimiyle nasıl koordine edilebileceğine ilişkin ikna edici bir açıklama yapmakta her zaman başarılı olamamışlarsa da, bu proje, liberteryen sosyalist ve anarşist autogestion tasavvurları açısından merkezi konumdadır.[xi]
Notlar
[i] Luxemburg, “The mass strike, the party and the trade unions”, The Mass Strike and Other Writings içinde, s. 64-5; Gombrin, The Origins of Modern Leftism, s. 80-1.
[ii] Luxemburg’un öngörülerindeki sosyal demokratik reformizm ile Leninist öncülük düşüncesine ilişkin kuşkusuz önyargılı ancak pek çok yönden akla yatkın savunması için bkz. Mattick, Anti-Bolshevik Communism, 2. bölüm.
[iii] Yeni Düzen yıllarının (1919-1920) genç Gramsci’si ve aynı dönemdeki Korsch ile Lukács gibi Pannekoek de, 1904 İtalyan Genel Grevi ile başlayan dönem dahilinde, Marksist tarih ve devrim kuramlarının esaslı bir revizyona tabi tutulması gerektiğini sezmektedir. Bu revizyon, Marksizmin yarı-dinsel bir materyalist dogma ya da SSCB’nin nihayet dönüştüğü türden bir parti diktatörlüğünün meşrulaştırıcı ideolojinden ziyade diyalektik bir gerçeklik kuramı olarak kalması için zorunludur. Yani konsey komünizmi taraftarlarıyla birlikte devrimci solcular, kabaca 1900-1922 yılları arasında, gelişmiş kapitalist ülkelerde emek, sermaye ve devlet arasındaki ilişkileri yeniden inşa etmeye dönük bir sürecin gelmekte olduğunun farkına varacaklardır. Dönemin konsey komünistlerinin aşırıcı konumları benimsendiğinde, sürecin liberteryen bir devrimle ya da emeğin iktidarıyla yüksek oranda otoriter bir devletin zoraki bir eklemlenme biçimiyle sonuçlanmaya yatkın olduğu ileri sürülebilecektir. Çalışmayı yönlendirmeye ilişkin kapitalist ayrıcalığın radikal biçimde reddinin, 1968-69’da Fransa ve İtalya’da çarpıcı biçimde yeniden ortaya çıktığı ve özellikle İtalya’da 1970’lerde ve 1980’lerde devam ettiği, bir sonraki bölümde görülecektir.
[iv] Gerber, Anton Pannekoek and the Socialism of Workers’ Self-Emancipation, 1873-1960, s. 110-11, 118-20.
[v] 1918-19 Münih konsey cumhuriyeti vakası, emperyalist saldırganlık ve dünya savaşının eşlik ettiği kapitalist yayılma döneminin, bir yandan işyerindeki ve kentlerdeki radikal başkaldırıyla, diğer yandan devrimci hareketlere karşı yüksek siyasal gericilik olasılığıyla dikkat çektiğine ilişkin konsey komünisti tezi destekliyor gibi görünmektedir. Kısa ömürlü cumhuriyetin bastırılmasıyla, Aufruf zum Sozialismus [Sosyalizme Çağrı] (1911, 1923) kitabının yazarı Gustav Landauer (1870-1919) gibi hareketin önde gelen kişilerinin pek çoğu hapse atılacaktır. Landauer 1924’te serbest bırakılacak ancak on yıl sonra bir Nazi toplama kampında katledilecektir.
[vi] Gerber, a.g.e., s. 132-33.
[vii] Programme of the KAPD, Kool, Die Linke gegen die Parteiherrschaft [Partinin Hâkimiyetine Karşı Sol] içinde yeninden basıldı, s. 324.
[viii] İkinci bölümde bahsedildiği üzere, Korsch normalde Lukács ve Gramsci ile birlikte Batı Marksizminin kurucu kuramcılarından kabul edilmektedir. Marx ve Felsefe (1923) kitabından önceki dönem, 1919’da Freies Deutschland dergisinin Hannover’de Was ist Sozialisierung?’u (Sosyalizasyon Nedir?) yayınlamasıyla dikkat çekmektedir. Kitap, sendikalizme ve parti-temelli merkezi komuta planlama çeşitlerine bir alternatif olarak fabrika konseylerinin militan bir savunmasını üstlenmektedir.
[ix] 1956 Macaristan Devrimi’nde fabrika ve mahalle konseylerinin oynadığı rol, Hannah Arendt tarafından On Revolution [Devrim Üzerine] kitabında kutlanacaktır. Arendt bu kitabında Paris Komünü’nden 1956 olaylarına konsey demokrasisinin devasa sorunlarından birine, yani, radikal biçimde merkezsiz ve katılımcı demokrasi biçimlerinin merkezi ekonomilerle uyuşamaması meselesine dikkat çekmektedir. Arendt’in önermesi, bunun konsey komünizminin daha dogmatik türleri açısından çözümsüz bir sorun olduğunun doğru olduğudur. Ancak Arendt’in kitabı, bu bölümün devamında da görüleceği üzere, liberteryen sosyalist ve anarşist bakış açılarını hesaba katmamaktadır.
[x] Claude Lefort, “L’insurrection hongroise”, Socialism ou Barbarie? [Sosyalizm mi Barbarlık mı?] içinde, s. 86-90. Sosyalizm mi Barbarlık mı? dergisi, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Fransa’da ve pek çok yerde Batı Avrupalı Troçkistlerin ve ve çeşitli bağımsız radikallerin toplanma noktası olarak önemli bir rol oynayacaktır. Dergi, Jean François Lyotard (1924-98) ve Cornelius Castoriadis (1922-1997) gibi düşünürlerden katkı alacak ve sitüasyonistler üzerinde de etkili olacaktır (Beşinci bölüm). Dergi, kapitalizme dönük eleştirilerini asla yumuşatmamakla birlikte Doğu Avrupa’daki devlet sosyalizmine karşı fazlasıyla eleştirel olan liberteryen sosyalistler ve komünistler açısından da bir cazibe merkezi haline gelecektir.
[xi] Yasallık-meşruiyet diyalektiğine dayanan daha geniş bir çerçeve dahilinde geliştirilmiş liberteryen sosyalist bir öz-yönetim kuramı için bkz. Schecter, Beyond Hegemony. Bu kitap, hukukun, insanlığı dış doğanın yanı sıra iç doğasıyla ya da kimine göre insan doğasıyla uzlaştırmadığı ve insanlıkla dış doğanın bu uzlaşmasının liberteryen sosyalizm gibi pratik terimlerle öngörülemedikçe, meşru olmadığını ileri sürmektedir. Yasallık ile meşruiyet arasındaki ilişkiler, bir yandan kolektif düzeyde dayanışmacı (dış doğa ile uzlaşma), diğer yandan her bir bireyin mutlak özelliğine saygı duyan tikel doğa ile uzlaşma) bir toplumun temellerinin kuramlaştırılmasına dönük bir girişim dahilinde liberal demokrasi ve adalet mefhumlarına alternatif olarak ele alınmaktadır.
[Darrow Schecter’in Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan Marx’tan Bugüne Solun Tarihi kitabından alınmıştır. Çeviren: Soner Torlak]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.