Birinci Dünya Savaşı sonrasında diğer Avrupa ülkelerinde yaşanan olaylar İtalya’da da görülüyordu; yalnızca daha hızlı bir gidişatla ve daha trajik bir sonuçla kendini gösterdi
Birinci Dünya Savaşı sonrasında diğer Avrupa ülkelerinde yaşanan olaylar İtalya’da da görülüyordu; yalnızca daha hızlı bir gidişatla ve daha trajik bir sonuçla kendini gösterdi. Fransa’da ve Almanya’da olduğu gibi, İtalyan sosyalistleri de Birinci Dünya Savaşı’ndan en güçlü siyasi parti olarak çıktı. Savaş sonrası dönemin siyasi, toplumsal ve ekonomik çalkantıları dahi, Rus Devrimi tarafından daha radikal hale gelen ve burjuva kurumları için küçümseyici tavrını açıkça koruyan PSI’nın uyuşmaz tavrını sarsamadı; çalkantı yalnızca egemen düzenin çöküşünü bekleyenlerin elini güçlendirdi
Partinin 1919’daki kongresi, başka yerlerde de olduğu gibi, üç ana fraksiyona ayrılmış bir hareketi ortaya çıkardı. Bolşevikler tarafından desteklenen ve Amadeo Bordiga’nın önderlik ettiği aşırı sol, devrimin “haklı ve eli kulağında” olduğu konusunda ısrar ederek tüm uzlaşmaları reddetti. Sağda ise Filippo Turati, demokratik sosyalizme bağlı bir gruba önderlik ediyordu. Arkadaşlarını “İtalyanların mevcut durumu içinde, proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın ezici çoğunluğunun zirvesindeki –ve nihayetinde de karşısındaki- bazı kimselerin diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı”nı fark etmeleri konusunda teşvik etti ve partinin devrimci retoriğinin sürdürülmesinin, günün birinde şuna yol açacağını öngördü:
[Bu retorik] itirazımızın, bizden yüz kez daha donanımlı olan düşmanlarımız tarafından devreye sokulan bir şiddete dönüşmesine yol açabilir. Bunun sonucunda da parlamenter faaliyete uzun bir süre için elveda deriz, ekonomik örgütlenmelere ve sosyalist partiye elveda deriz… Sürekli şiddet üzerine konuşmak ve sonra onu yarına kadar ertelemek, bu dünyadaki en saçma şeydir. Bu yalnızca güce, uyanışa ve bizimkinden bin kez daha güçlü olan muhalif zorbalığını haklı çıkarmaya hizmet eder. Bu, bir partinin geleceği en son ve en aptalca nokta olur, bunun yanında herhangi bir devrimden gerçek anlamda vazgeçmeyi gerektirir.
Ortada ise partinin hâkim fraksiyonu Maksimalistler duruyordu. Aşırı sol gibi, onlar da Rus Devrimi’ni destekliyorlardı, ancak başkaldırma konusunda daha az istekliydiler ve mevcut düzenle tüm uzlaşmaları reddetmeyi istemiyorlardı. Maksimalist lider Giacinto Serrati’nin de belirttiği gibi, “Hem anarşik hem de reformist gönüllülüğü reddediyoruz. Biz Marksistler tarihi yorumlarız, tarih yapmayız ve olaylar ile şeylerin mantığına bağlı olarak hareket ederiz.” Daha sonra da oldukça bilindik hâle gelecek sözlerini, sosyalistlerin birbirlerini “yapmak” fiilinin anlamı ekseninde –anlaşılan gönüllü bir şekilde- anlamaya ihtiyaçları olduğunu ekleyecekti:
Devrimi yapmanın, belirleyici olan şiddet eylemine teşvik etmek anlamına geldiği söylenemez… parti olarak bu kaçınılmaz eylemden çıkar elde etmemizi sağlayacak unsurları hazırlamak, zaman ve koşullar tarafından sağlanan tüm sosyalist sonuçlardan hoşnut olmak anlamına gelir. Devrimi yapmak –benim fikrime göre–, olayları kendi lehimize çevirmek adına, vaziyetin mizacımıza yerleştirdiği doğal unsurlardan yararlanmaktır. Bir başka ifadeyle, devrimi yapan biz değiliz… Arzulanan koşullar altında yaratılan bu yeni gücün farkında olan bizler, onu, doktrinimizin amaçları açısından kullanışlı hâle getirmeyi hedefleriz.
Maksimalistlerin hâkimiyeti, kongrede alınan kararlarda kendini gösteriyordu. Bu kongre, reformistler ve devrimciler arasındaki ayrımı ortaya koymuştu. Parti, “proletarya diktatörlüğü” için desteğini açıkladı, ulusal meclisi ve yerel idareleri “burjuva” kurumları olarak nitelendirdi ve “proletaryanın kendini burjuva zulmüne karşı savunmak, gücü ele geçirmek ve bunu devrimci zaferlerle pekiştirmek için şiddete başvurmak durumunda olduğunu” beyan etti. Parti aynı zamanda, (hükûmete olmasa da) seçimlere katılmayı onayladı, bunu da seçimlerdeki zaferin yalnızca “parlamentonun ve ‘burjuva hâkimiyetinin organlarının’ yıkıma uğratılmasını hızlandırmak” iddiası üzerinden haklı gösterdi.
1919 ulusal seçimleri bu uzlaşıyı teste tabi tuttu. PSI, İtalya’nın en büyük partisi olarak kabul ediliyordu, yeni Katolik Halkçı Parti ile birlikte parlamentoda bir çoğunluk dahi elde edebilirlerdi. Ancak Katolikler Sosyalistleri sevmiyorlardı ve PSI hâlihazırda burjuva partileriyle hiçbir şey yapmak istemediğini ve bu bağlamda bir hükûmet ortaklığıyla ilgilenmediğini açıkça belirtmişti. Bu nedenle PSI, devrimin yaklaşmakta olduğu hakikatiyle destekçilerini avuturken eli kolu bağlı oturdu. Mussolini’nin (kendi devrimci hareketini oluşturmak için bu esnada partiyi terk etmişti – bkz. 6. Bölüm) güçlü bir kavrayışla dile getirdiği üzere:
Seçimlerdeki muazzam zafer yalnızca, sosyalistlerin yetersizliğini ve zayıflığını gün yüzüne çıkardı. Onlar da, reformculara ve devrimcilere benzer şekilde kudretten yoksunlar. Ne parlamentoda ne de sokakta harekete geçmiyorlar. Bir partinin, büyük bir zaferin hemen ertesinde, gücünü uygulamak üzere boş yere bir şey arar haldeki görünüşü ve ne reformu ne de devrimi uygulamak istememesi bizi eğlendiriyor. Bu bizim intikamımız ve umduğumuzdan da erken gerçekleşti!
Takip eden aylar içinde, zayıf ve son kertede kısa vadeli olan hükûmet işleri sonuca ulaştıramazken, ekonomik ve toplumsal koşullar kötüleşmeye devam etti. İşsizlerin sayısı 2 milyonu buldu; enflasyon artmaya devam etti; açlık nedeniyle ayaklanmalar patlak verdi; hem sanayi hem de tarım sektöründe grevler başladı; ve maneviyatı yüksek tutmaya istekli duran bir hükûmet tarafından savaş dönemi boyunca toprak vaadinde bulunulan köylüler, ülkenin çeşitli yerlerinde toprak ele geçirmeye başladılar. Antonio Gramsci tarafından başı çekilen aşırı sol sosyalist fraksiyonun kalesi olan Turin’de, bir fabrika yönetim kurulu hareketi ortaya çıktı. Bunlar işçilerden bağımsız örgütlenmelerdi, Gramsci’nin grubu tarafından, proletaryanın tek başına ekonomiyi kontrol edeceği ufukta görülen o gün için hazırlanan proto-Sovyetler olarak değerlendirmekteydi. Bu yönetim hareketi 1920’lerde, kitlesel grevler, fabrika işgalleri ve lokavtlar yaratarak yayıldı. “Yıl sonu itibarıyla yaklaşık olarak 1,3 milyon işçi mücadeleye katıldı ve birçoğu, sahiplerin ve yöneticilerin değil, kendilerinin sanayilerinden sorumlu olduklarında ısrar ettiler.” Bir yorumcunun belirttiği üzere, birçoklarına göre “bu kısa bir devrimden başka bir şey değildi.”
İtalyan solu bu harekete karşılık verme tarzı bağlamında ikiye bölündü. PSI, durumun devrimci olduğunu iddia etti, ancak sendika liderleri, sanayideki meseleleri direkt olarak işçinin kontrolüne bağlı olarak ortaya koymanın bir felakete yol açabileceğini iddia ettiler. Bir noktada, birlik lideri Ludovico D’Aragona sosyalistlere hareketin önderliğini önerdi ve onlara şunu söyledi: “Bunun devrimci bir faaliyete geçmek için uygun zaman olduğunu düşünüyorsunuz, pekâlâ ve sorumluluğu üstleniyorsunuz. Biz, proletaryanın intiharının sorumluluğunu üstlenecek kapasitede hissetmeyenler, size geri çekildiğimizi bildiriyor, istifalarımızı sunuyoruz.” Son kertede işçiler, hareketin amaçlarını sınırlamak yönünde tasarrufta bulundular. Yenilgiye rağmen, PSI önderliği bir şekilde nöbeti devralmıştı: Uzun süredir devrimin savunuculuğunu yürüten, ancak bunun için asla hazır hâle gelmeyen PSI’nın liderlerinin, bir dahaki adımda ne yapacaklarına dair planları yoktu. Bir gözlemcinin belirttiği gibi: “Oylamadan sonra PSI’nın liderleri bir rahatlama emaresi gösterdiler. Bütün sorumluluğu alarak, sendikaların ‘ihaneti’ hakkında sesleri kısılana kadar bağırabilirlerdi. Bu yüzden de, bu kritik anda yüzüstü bıraktıkları kitlelere önerecek bir şeyleri vardı ve aynı zamanda da yüzlerinin akıyla bu durumdan çıkacak konumdaydılar.” Yine de, sürekli olarak devrimin elinin kulağında olduğu söylenen birçok işçi zaferlerinin ellerinden alındığını hissettiler ve liderlerine ihanet ettiler. PSI’nın devrime sözde bağlılığı, Maksimalist liderliğe karşı büyütülmüş öfke “yaratma”ya isteksiz veya bu konuda yetersiz olma hâliyle birleşerek parti içindeki ayrılıkları derinleştirdi.
Eğer işçiler üzgün olsa idi, işverenler ve orta sınıflar açıkça dehşete düşmüş olurdu. Konsey hareketinin mülkiyete ve yönetimsel imtiyazlara yönelik tehditleri, 1920 yerel seçimlerinde sosyalistler tarafından gösterilen etkiyle birleşerek, onların en büyük korkularını onaylar görünüyordu. Kriz süresince, hükûmet müdahil olmamayı seçti, hükûmet lideri Giolitti konsey hareketinin kısa süre içinde kendini tüketeceğini ve askerlerin devreye sokulmasının “devrimcilerin eline bir koz vereceğini” hesaplıyordu. Böyle düşünmekte haklıydı da, fakat kalın bir hattı reddetmesi, birçoklarının, mevcut rejimin kendi çıkarlarını savunamadığını ve savunamayacağını inanmasına yola açtı. Genç faşist hareket bu korkulardan yararlandı ve 1920’nin sonunda şehirden kırsal bölgelere doğru hareket etmeye başlayarak gitgide terör estirmeye başladı.
İtalyan tarihindeki bu kritik durumda sosyalistler, ülke çapındaki artan kaostan ziyade, her iki taraf için de yıkıcı olan savaşlarıyla daha çok ilgiliydiler. PSI Komünist Enternasyonal’e katılım başvurusu yaparken, tüm “reformist”lerini (yani Turati ve onun destekçilerini) partiden atmak, işçi sendikalarıyla ilişkilerini sonlandırmak ve adlarını “Komünist” olarak değiştirmek durumunda kalacaklardı. Partinin 1921 kongresinde, solcular bu koşullar kabul etmeyi tercih ettiler, ancak Moskova’nın amaçlarına bağlı kalmayı talep eden Maksimalistler, böylesi bir tasfiyeyi başlatmak konusunda isteksizdiler. Kongre Maksimalistlerin pozisyonunu desteklemek yönünde oy kullanıp anlaşmayı reddederken, Bordiga, Gramsci ve onların yanında yer alanlar partiden koparak İtalyan Komünist Partisini kurdular.
Bu noktada, siyasi çalkantı ve Faşistlerin artan gücü üzerinde duran Turati ve reformistler, PSI’nın demokrasiye bağlı başka partilerle koalisyona katılması gerektiğini iddia ettiler. Ancak Maksimalistler bunu reddetti. Örneğin Serrati, mevcut sisteme katılarak “burjuva kriziyle hesaplaşma ve bazı önemsiz avantajlar elde etme konusunda yardım edebileceklerini” düşünenlerle alay ediyordu. “Devrim için çalışmak isteyen herkes bizimle olsun”, diyordu, “ve buna engel olmak isteyenler burjuvaların safına gitsin.”
Faşistler ileriye doğru adımlarını atmaya devam ederken (1921 parlamento seçimlerinde otuz beş sandalye kazanmışları, bu sayı iki sene önce sıfırdı.) PSI önderliği, hükûmeti desteklemeleri için seçmenlerine direniş çağrısında bulunmakta diretti ve hükûmetin ekonomik kriz, toplumsal çatışma ve artan şiddet eğilimi ile karşı karşıya gelmesine yardımcı oldu. Giolitti çekilmek zorunda bırakıldığında ve Bonomi, savaş öncesi Sosyalist reformisti, parlamentonun onayına yeni bir kabineyi sunduğunda dahi, PSI muhalefet etmekte direndi.
Faşistler milliyetçilerle işbirliğine gittiklerinde, seçimin ertesinde durum daha da kötüleşmeye devam etti. Ulusal hükûmet ve yerel otoriteler buna hiçbir karşılık veremediler ve bu da Faşistlerin il merkezlerini, emniyet amirliklerini ve İtalya çapındaki diğer kurumları ele geçirmesini kolaylaştırdı. PSI’nın sağ kanadı, bu trendlerle giderek huzursuzlanıyorlardı ve 1922 Haziran’ında partinin meclis grubunun çoğunluğu, temel özgürlükleri teminat altına alma ilkesine bağlı bir hükûmeti desteklemek üzere oy kullandılar. İşçi sendikaları, PSI’den resmi görüşünü değiştirmesini talep ederek kararın desteklenmesi fikrini savundular. Ancak parti önderliği, Turati’nin ve diğer “işbirlikçilerin” partiden ihraç edilmesiyle oluşan disiplin açığına yanıt olarak bunu da reddetti. Bu nedenle, Ekim ayı başlarında, reformistler kendi partilerini kurdular: Birleşik Sosyalist Parti (PSU). Ardından demokratik düzen için işbirliği taahhüdü verdiler. Bu biraz geciken bir hamle olmuştu: Ekim’in yirmi yedisinde, mevcut hükûmet istifa etti ve 29 Ekim’de Kral, kabineyi kurması için Mussolini’yi saraya davet etti. Faşizm İtalya’da iktidara geliyordu.
Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Mussolini’nin yükselişinin ardından, PSI (ve özellikle de Maksimalistler) yoğun eleştirilere maruz kaldılar. Eleştirmenler, sosyalizmin eski durumuna kavuşması için, daha iyi bir dünyanın kolayca oluşturulamayacağının farkına varmak zorunda olduklarını, ancak, ayrıca, bunun için savaşmak ve kazanmak zorunda olduklarını dile getiriyorlardı. Bu yöndeki en ünlü çağrı Gramsci’den geldi. Gramsci’nin determinizm ve Ortodoks Marksizm’in ekonomizmi için çok az sabrı vardı ve ekonomik krizlerin otomatikman genişleyen bir politik değişime yol açacağı yönündeki saf bakış açısı ekseninde, Marksizm’in “’daha kötüsü daha iyidir’ okuluna hararetli bir şekilde saldırdı. Gerçek devrimciler, tarihi değiştirmeyi kendi tasarruflarına alanlardı. Ve Ortodoks Marksizm’den uzaklaşan diğerleri gibi, Gramsci de gelecek için savaşmanın yalnızca ekonomik dairede değil, bunun yanında siyasi, kültürel ve ideolojik alanlarda da yürütülmesi gerektiği düşüncesi üzerinde ısrarla durdu. Ortaya koyulan bu bakış açılarıi Gramsci’nin erken dönemde Mussolini’ye vurulmasını ve Lenin ile Bolşevik devrimini desteklemesini açıklar.
PSI Maksimalistlerinin en ünlü ve etklili demokratik revizyonist eleştirmeni Carlo Rosselli’ydi. Tıpkı Gramsci gibi, Rosselli de sosyalist hareketi öldürdüğüne inandığı ekonomik ve deterministik Marksizm’e alternatif bir yol bulmaya adamıştı, ancak diğer ünlü yurttaşından farklı olarak hem demokrasiye hem de liberalizme inanıyordu. Aslında en önemli çalışması “Liberal Sosyalizm” adını taşıyordu ve yeni bir sol vizyon yaratmak için demokratik revizyonizm bağlamındaki klasik temalarından yararlanıyordu.
Rosselli’nin sosyalist hareket hakkındaki eleştirileri şaşırtıcıydı. “Günümüz sosyalistlerinin en büyük zayıflığı”, diye yazıyordu, “açıkça, gerçekliğin evrimine gösterdikleri net direişte yatmaktadır; bu yolda, ideal toplum formlarını açıklamaya çalışırlarken bile, daima modası geçmiş olgusal durumlara başvuruyorlar; gerçeklikle pek az ilişkisi bulunan bu eski, tükenmiş argümanların modern ekonomik yaşamdaki karşılığı oldukça sınırlıdır.” Değişen koşullara ayak uydurmaya yönelik bu isteksizliğin, Ortodoks Marksizm’in bir sonucu olduğunu ileri sürüyordu. Tarihsel materyalizm, diyordu, sosyalist harekete “hiçbir” gerçek katkı ve önderlik yapamayarak, ne kadar kullanışsız olduğunu kanıtladı. O hâlde amaç, sosyalizmi Marksizm’in ekonomik ve deterministik fantezilerinden kurtarmak olmalıdır: “Sağ ve solun bütün revizyonizmi” –Almanya’da Bernstein’ın, Fransa’da Jaures ve Sorel’in, İtalya’da Labriola’nın revizyonizmi- “aslında bütünüyle Marksist sistem içinde işçi hareketinin iyimserliği ve iradesi için bir alan yaratma çabası olarak nitelendirilebilir.”
Rosselli’nin, işçilerin ve diğerlerinin, daha iyi bir dünya için mücadele etmeye teşvik edilmek zorunda olduklarına dair farkındalığı, Sorel’İn mitler ve mistisizm üzerine yaptığı vurguyu takdir etmesine yol açtı, ancak bunun yanı sıra “ruhun”, adalet, özgürlük ve ortak iyi doğrultusundaki çağrılarla “uyandırılabileceğine” inanıyordu. Rosselli’nin bu değerlere olan bağlılığı –ve Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllardaki diktatörlük tecrübesi– liberalizmin birçok boyutuna saygı göstermesine yol açtı. Bernstein’a benzer biçimde, liberalizm ve sosyalizmin en iyi şekillerini “bir araya getirmek” istiyordu ve sosyalizmi, liberalizmin halefi olarak görüyordu:
Sosyalizm, özgürlük prensibinin aşırı sonuçlarına doğru çekilmiş mantıksal gelişiminden başka bir şey değildir. Sosyalizm, temel noktaları üzerinden anlaşıldığında ve sonuçları bağlamında değerlendirildiğinde –proletaryanın kurtuluşu için somut bir hareket olarak– pratikte liberalizmdir; Bu, yoksul insanların hayatına giren özgürlük anlamına gelir. Sosyalizm şöyle der: Herkes için olmak üzere vicdan hürriyetinin ve politik özgürlüklerin soyut teşhisi, gerçi siyaset teorisinin gelişimindeki asli bir anı temsil edebilir ama, (doğumun ve ahlaki, maddi yoksulluk içindeki çevresel koşulların bir sonucu olarak yaşamaya zorlanan) insanların çoğunluğu onun önemini takdir etme olanağından mahrum bırakıldıkları ve avantajını kullanamadıkları durumda, oldukça sınırlı bir değerin konusudur. Asgari bir ekonomik özerkliğin desteği ve eşliği olmaksızın, baskı unsuru konumundaki maddi gerekliliğin zincirinden kurtulmaksızın, özgürlük birey için var olamaz; o yalnızca bir fantezidir.
Dolayısıyla Rosselli liberalizmin ekonomik ve politik kollarını ayırmayı önerdi – deyiş yerindeyse liberalizmi serbest pazarla olan rabıtasından “özgürleştirmeyi”. “Burjuva siyasetleri ve liberal serbest piyasa siyasetleri bir ve aynı şeyken” zaman akmaya devam etti. “Ekonomik özgürlükçülük prensipleriyle kurduğu dogmatik bağlarıyla… liberalizmin dinamik ruhunu özel bir toplumsal sistemin geçici unsuru olmaktan alıkoydu.” Liberalizmin zayıflatıldığını ve mevcut iyi gidişattan yararlanan bir sisteme dönüştüğünü ileri sürüyordu. Sosyalizmin tasarısı, liberalizmin devrimci gücünü tam anlamıyla kullanmaktı:
Özgürlük adına, etkin tasarrufunun yalnızca imtiyazlı bir azınlık tarafından değil, herkes tarafından meydana getirilmesi amacıyla, sosyalistler burjuva imtiyazının sona ereceğini ve özgürlüklerin etkin genişlemesinin burjuvaziden herkese doğru gerçekleşeceğini varsayarlar. Özgürlük adına, servetin daha adil bir dağılımını ve herkes için yaşamaya değer bir hayatın otomatikman teminat altına alınmasını talep ederler… Toplumsal yaşama kişisel yararlılığın bencil kritiğinin değil, ortak iyinin, toplumsal kriterinin rehberlik etmesini isterler… Sonuç itibarıyla sosyalist hareket, liberalizmin nesnel varisidir: Özgürlüğe ilişkin dinamik fikri, gerçekleşmeye doğru tarihsel değişim içinde ileriye doğru taşır. Liberalizm ve sosyalizm, modası geçmiş polemiklerle belirlenen bir tarzda, birbirine muhalefet eden hareketler olmaktan ziyade, içsel bir bağ ile bağlıdırlar. Liberalizm, ilhamın ideal gücüyken sosyalizm, gerçekleştirmenin pratik gücüdür.
Rosselli, revizyonistler için, hareketlerinin yol açtığı mantıklı sonucun, sosyalizmin Marksizm’den ayrılması” olduğunun farkına varmanın zamanı geldiğini öne sürdü. Bu trendi sağlamlaştırmak adına Rosselli, sosyalistlerin, yeni bir teorik temellendirmenin yanında yeni pratik politikalara ihtiyaçları olduğu görüşü üzerinde ısrarla durdu. Söz gelimi, sosyalizmin sınıf mücadelesi ve proleter saflık üzerindeki geleneksel vurgusundan vazgeçmesini ve bunun yerine ortak iyiye odaklanmasını destekledi. Ayrıca sosyalistlerin, “milliyetçi olarak nitelendirilen partilerin vatanseverlik üzerindeki saçma tekelini” kırmaları yönünde teşvik etti. Rosselli; Bernstein, Jaures ve bir nesil önceki diğer revizyonistler tarafından dile getirilen hassasiyetler bağlamında şu iddiayı gündeme getirdi:
Sosyalizmin öncülleri tarafından millî değerlerin peşinen reddi, o derin bayağılığa ve kitleler üzerinde oluşturulan baskıya karşı doğal bir tepkiydi. Günümüzde, en gelişmiş ülkelerdeki kitlelere politik haklar bakımından eşitlik sunulmuşken ve kendilerini, bunun yanında kendi maddi ve ideal kaygılarını kamusal yaşamda hissettirmenin kesinlikle güçlü yollarını bulurlarken, anavatanı reddeden ve hatta yeren modası geçmiş enternasyonalizm mantık dışıdır, hatalı bir yoldur; Marksist fetiş yüzünden sosyalist partilere vurulan zincir ve kelepçedir.
Bu büyük ve komünitaryen itirazın yanı sıra, Rosselli sosyalistlerin kapitalizmi kontrol altına almak için çalışmaya ihtiyaçları olduğuna inanıyordu ve şunları yazıyordu: “Kapitalizmin hegemonyasından vazgeçmesi ve giderek kamu kurumlarına yönelik sınırlamaları ve müdahaleleri kabul etmesi, böylelikle de talepleri tatmin etme prensibinin kâr amacından önce geldiği düzenlenmiş ekonominin çeşitli formlarının ortaya çıkması muhtemeldir.”
Kısacası, sosyalizmin İtalya’da çöküşüne yönelik mevcut zemine karşı, Rosselli sol için yeni bir vizyon ve program geliştirmeye başladı. Bu vizyon ve program, sosyalizmin yalnızca daha yüksek bir iyi elde etmek için motive olmuş insanların aktif, ortak çabalarının sonunda ortaya çıkabileceği inancına dayanıyordu. Ve savaş öncesi aynı safı tutan diğerlerinin aksine, Rosselli’nin ana akım sosyalist harekete bağlılığı tamir etmenin ötesinde yıpratıcıydı. Zira durum, Marksizm’den kesin bir kopuşun vaktinin geldiğine yönelik bir farkındalığa yol açmıştı. Diğer Avrupa uluslarındaki sol, İtalya Cumhuriyeti’nin çöküşünü izleyen yıllarda tökezlerken, Rosselli’nin eleştirileri ve çıkarımları, kıta çapındaki sayıları gitgide artan sosyalistler tarafından desteklenebilirdi.
[Bu yazı, Phoenix Yayınları tarafından yayımlanan Siyasetin Öncelliği kitabının “Revizyonizmden Sosyal Demokrasiye” başlıklı bölümünden bir kısımdır; Soner Torlak tarafından çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.