Soma’da 301 madencinin öldüğü kaza sonrasında yapılan bu araştırmanın ilk bulguları, aynı zamanda bize kadınların gerek madencilik sektörünün büyümesinin yarattığı alternatif maliyetler bakımından, gerekse de ağır işkollarında çalışan işçilerin yeniden üretimini sırtlamak açısından bir çifte –ağırlaştırılmış- sömürüye maruz kaldığını gösterdi. Cinsiyetçi kapitalizm altında kadınların hem üretim hem de yeniden üretim emeği zaten değersizleştirilmişken, özellikle tarımın […]
Soma’da 301 madencinin öldüğü kaza sonrasında yapılan bu araştırmanın ilk bulguları, aynı zamanda bize kadınların gerek madencilik sektörünün büyümesinin yarattığı alternatif maliyetler bakımından, gerekse de ağır işkollarında çalışan işçilerin yeniden üretimini sırtlamak açısından bir çifte –ağırlaştırılmış- sömürüye maruz kaldığını gösterdi. Cinsiyetçi kapitalizm altında kadınların hem üretim hem de yeniden üretim emeği zaten değersizleştirilmişken, özellikle tarımın endüstriyelleşmesi ve tarımsızlaştırma süreçleriyle birlikte hanenin tarımdan koparılmasının, kadınların kente göç ederek üretimle ve doğayla ilişkilerinin de koparılması anlamını taşıdığını gördük
Toplumsal cinsiyet, kadın emeği gibi kavramlar düşün hayatımıza gireli bilim tarihi ile kıyaslanınca çok uzun bir zaman olmadı. Ancak bu meseleler üzerinde düşünülmesinde bu kadar geç kalınmış olması meselenin kendi gerçekliğini ve yakıcılığını da ortadan kaldırmamakta. Binlerce yıldır farklı üretim tarzları altında, farklı şekillerde ve mekanizmalarla kadınların bedensel ve duygusal emekleri sömürülmeye devam ediyor.
Soma’da 13 Mayıs 2014’te yaşanan ve 301 madencinin ölümü ile sonuçlanan işçi katliamı, en ağır endüstriyel işlerden bir tanesi olarak tanımlanan madenciliğin hangi toplumsal-ekonomik dönüşümlerin sonucu olarak ortaya çıktığını, arkasında kendisinden başka ne gibi baskı-sömürü mekanizmalarını sakladığını biraz daha ayrıntılı olarak incelememize neden oldu. Buna göre, Soma Havzası özelinde kömür madenciliğine ve maden işçiliğine dair yapılacak tartışmaların zorunlu bir vurgusu havzadaki tarımsal dönüşüm ve bunun sonucu halkın madenlerdeki ölümcül olabilen düzeyde güvencesiz koşullara razı olmaya iten süreç olmalıdır. Nitekim havzada kömür madenciliğinin ve sınıfsal ilişkilerin belirleyici unsuru tarımda neoliberal dönüşümle tecrübe edilen mülksüzleşme ve işçileşmedir. 2000’li yıllar öncesinde çoğunlukla tütün üretimiyle geçimini sağlayan aileler kota uygulamaları, tarımda girdi fiyatlarının artması, TEKEL’in özelleştirilmesi ve böylece tütün üretiminde sermayenin söz sahibi olması gibi dönüşümler sonucu tarımdan geçime yetecek kadar gelir elde edemez hale gelmiş ve bu ailelerdeki erkekler havzadaki maden ocaklarında çalışmaya bir nevi mecbur kalmıştır[1]. Ancak gerek kamuoyundaki tartışmalarda gerekse akademik çalışmalarda bu süreçte havzadaki kadınların neler tecrübe ettiği büyük ölçüde göz ardı edilmiş veya oğlunu/eşini kaybeden kadınların katliamdan sonra yaşadıklarıyla sınırlı olmuştur. Bu çalışmada, erkek maden işçilerinin deneyimlerinden tanıdığımız Soma Havzası’nda bahsi geçen dönüşüm sürecinde kadın emeğinin dönüşümü ve durumu ele alınacaktır.
Yazıda, Coşku Çelik’in doktora tez çalışması için yapılmış bir saha araştırması esnasında edinilen gözlemlerden faydalanılacaktır. Temel olarak, Havza’daki tarımsal dönüşüm sonucu madenlerde işçileşme süreçlerine ve bu süreçlerin yerel sınıfsal ilişkiler üzerindeki etkilerine odaklanan saha araştırması esnasında, kadınların bu dönüşüm bağlamındaki özgül tecrübeleri saptanmıştır. 2015 Haziran ayından 2016 Haziran ayına kadarki dönemde, Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan ceza davasının duruşmalarını takip eden, katliamda eşi veya oğlu ölmüş kadınlarla katılımcı gözlem tekniği ile görüşmeler yapılmıştır. 2016 yazında ise, üç ay süreyle Soma’da konaklayarak bir yandan madenci aileleriyle derinlemesine mülakatlar yapılmış, diğer yandan Havza köylerindeki ailelerin evlerinde kalarak, iftar yemeği veya düğün gibi organizasyonlara katılarak yaşam deneyimlerine dair gözlemler yapılmıştır. Mülakatlarda, yalnızca kadınların değil, bütün olarak madenci ailelerinin deneyimlerine odaklanılmış ancak bir kısmına madenci eşi veya annesi kadınların da katılmasıyla veya maden işçisi erkeklerin aile yaşamlarından bahsederken anlattıklarıyla, havzada kadın emeğine dair çıkarımlar yapılabilmiştir. Bu yazı, yazarların saha araştırmasının bulgularını birlikte tartışmasıyla kaleme alınmıştır.
Erken dönem feminist yazının Marksizme yönelik en önemli eleştirilerinden bir tanesi, Batıda ve sanayi dallarında çalışan erkek işçilerin tüm işçilerin temsilcisi olarak evrenselleştirilmesidir (Balakrishnan ve Bisnath; 2012: 190). Ancak feminist kuramcılar, şimdiye kadar ihmal edilmiş olan alanları mevcut teorinin üzerine ekleyerek teoriyi tamamlama düşüncesine de karşı çıkarak, bunun yerine yeni çelişki ve ilişkileri merkezileştirerek eski toplumsal teorileri kökten değiştirmek gerektiğini ileri sürmüştür (Mies, 2014: 12, 12, Scott; 2013). Bu bakımdan, verili bazı kavramların toplumsal cinsiyetlendirilmiş (erkek) niteliğini ortaya koymak ancak bir başka toplumsal cinsiyeti (kadın) merkeze almakla olası hale gelecektir (Akgöz ve Balta, 2015). Bunun için de öncelikli olarak kadın ve erkekler arasında kaynaklara erişimdeki eşitsizlikleri yok sayan veya doğal farklılıklar olarak görüp bunların iktisadi ilişkilerdeki belirleyiciliğini önemsizleştiren yaklaşımı eleştirmekle işe başlamak gerekir. Çünkü tam da bu önemsizleştirme, üretim tarzlarının cinsiyetçi boyutlarının gözlerden saklanmasına bilinçli ya da bilinçsiz olarak hizmet etmektedir.
Belirli bir tarihsel dönemdeki üretimin niteliği ya da toplumun ekonomik formasyonu anlamında üretim tarzı, şematik bir biçimde ifade edecek olursak üretim ilişkilerine ve üretim araçlarının sahipliğine bakılarak değerlendirilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, her yeni üretim tarzı kendisinden öncekinin yerine geçerken onun bazı bileşenlerini de beraberinde taşır. Bu bakımdan halihazırdaki üretim tarzının kendisinden öncekilerden niteliksel olarak farklı olması bir tarafa, tamamen bambaşka olduğunu ileri süremeyiz (Banaji, 2010). İnsanları bir arada tutan işbölümü ve güç ilişkileri bizzat üretim tarzının belirleyicileridir. Üretim ilişkileri ise üretim alanının sınırlarından çok daha geniş bir çerçevede, toplumun topyekûn statükosunu sağlayan ve aynı zamanda çatışma zeminini de yaratan güç ve zor ilişkileriyle birlikte var olur (Onaran, 2016). Bu geniş çerçeveden bakıldığında, birincisi, emeği artık değer yaratan emek ve bunu da “ücretli emek” olarak okuyan; ikincisi üretim ilişkilerini neredeyse fabrika düzeyine indirgeyen ve “üstyapısal” faktörlerin üretim ilişkileri üzerindeki belirleyiciliğini görmezden gelen skolastik Marksizm anlayışından sıyrılabiliriz. Böylece, partiyarkanın ve buna bağlı olarak üretim ilişkileri içinde kadın emeğinin değersizleştirilmesinin/yok sayılmasının üretim ilişkileri üzerindeki belirleyici etkisini anlayabileceğimiz bir kavramsal çerçeveye ilk adımı atmış oluruz. Ekonomiyi şeylerin yanı sıra insanların üretimi olarak da kavradığımızda (Hartmann, 2011: 18), temelde aile ve hane içinde gerçekleşen bu üretim (ve bakım) emeği neredeyse yalnızca kadınlara ait olmasına rağmen, üretim olarak bile sayılmaması, doğrudan cinsiyetçiliğin kapitalizme “kazandırdığı” alanlardan birisi ve belki de en önemlisidir.
Üretim ilişkileri içinde kadının yeniden üretim [türün ve işgücünün yeniden üretimi] emeğinin ücretsiz olması ve işgücü piyasasına dahil olduğunda da “hane emeği” aracılığıyla ya da “bakım emeğinin” bir uzantısı olarak yine ücretsiz ya da düşük ücretli çalıştırılması, Marksizmde bir diğer temel kavram olan ilkel sermaye birikimi ile de açıklanabilir. İlkel sermaye birikimi ve artı-değer üretimi yoluyla sermaye birikimi [genelleşmiş sermaye birikimi] sadece iktisat tarihinin birbirini izleyen evreleri değil, aynı zamanda eşzamanlı ekonomik süreçlerdir. Kapitalizmin şimdiye kadarki tüm tarihi boyunca ilkel sermaye birikimi süreçleri daima sermaye birikiminin egemen biçimi olan üretim sürecinde değer yaratmak yoluyla sermaye birikimi ile bir arada var olmuşlardır (Mandel; 2008: 75) ve bu iki ayrı moment mutlaka birbiriyle yapısal bir bağlantıya sokulmalıdır (age: 76).
İlkel sermaye birikimini analize katmak, aynı zamanda üretim sürecinde sıfır maliyetli bir etmen olarak görülen doğa ile kadın emeğinin yakınsanmasını da beraberinde getirir. Aynı doğa gibi “kadınlar [ve boyunduruk altına alınan halklar] (erkek) ücretli işçilerden ve kapitalistlerden müteşekkil düzgün topluma ait değilmiş gibi tahayyül edilir. Hava, su, toprak gibi ‘doğal kaynak’ muamelesi görür” (Mies ve ark, 2014: 14-5). Mies ve arkadaşlarına göre (2014), insan üreten bir üretim aracı olarak kadınlar ve toprak, sermayenin üretemeyeceği metalardır; bu nedenle de kadınlar ve toprak üzerindeki kontrol sömürüye dayalı her sistemin temelini oluşturur. Bir başka deyişle, Rosa Luxemburg (akt. Mies ve ark, 2014: 17) ve Ernest Mandel’in (2008) Marx’tan esinlenerek doğru bir biçimde ifade ettikleri gibi, genişletilmiş [genelleşmiş, artık değere dayalı] sermaye birikimi ancak kapitalist olmayan toplumsal tabaka ve çevreler sayesinde mümkün hale gelir. Doğanın ve kadınların aşırı sömürüsü, ücretli işçi sömürüsünün ön koşuludur. Diğer taraftan yine Mandel’in ifade ettiği gibi, kapitalizmin rekabet ve yeterli karlılık koşullarının oluşmadığı durumda ilkel birikim küçük ve orta büyüklükte sermaye tarafından sürekli olarak işe koşulan ve başta küçük meta üretimi ve tarıma dayalı üretim olmak üzere, “eski” üretim tarzlarının devamı olarak görülebilecek alanlara girerek onları nihai olarak kapitalistleştiren bir mekanizmadır (agy).
Diğer yandan, Soma örneğinde özellikle ele alınması gereken bağlantılı bir diğer konu, ilkel sermaye birikim sürecinin bir sonucu olarak kadın emeğinin özellikle tarımdaki aşırı sömürüsüdür. Kadınların yaptıkları işler daha çok ev eksenli emeğe dayanan mevsimlik, yarı zamanlı, ücretsiz işler olmaktadır. Bunlara bağlı olarak kadınların yaptıkları işlerden elde edilen ürünler çoğunlukla hemen tüketildikleri için ekonomik olarak bir değer ifade etmemektedir (Candan ve Günalp, 2013).
2013 itibariyle dünyada tarımda çalışan nüfusun yüzde 43’ü kadındır (FAO, 2011). Bu rakam örneğin Afrika kıtasında bazı ülkelerde yüzde 80’e kadar çıkmaktadır. Erkeklerin ücretli işler için kente göç etmesi, iç savaşlar, salgın hastalıklar gibi nedenlerle tetiklenen bu süreç, FAO tarafından “tarımın feminizasyonu” olarak adlandırılmaktadır (2011). Tarımsal üretimin değerinin azalması ve diğer faktörler ile birlikte erkek işgücünün sanayiye kayması sonucu tarımsal üretim bitmemekte, yine değersiz işgücü olarak görülen kadınlar tarafından yapılmaya devam etmektedir. Bu durum, tarımsal üretimin daha da değersizleşmesine yol açan bir fasit döngü yaratır.
Tarımda endüstrileşme ile birlikte monokültür ve büyük ölçekli tarıma geçilmesi, bunun yanı sıra özellikle endüstriyel tarım ürünlerinde bilhassa azgelişmiş ülkelerin rekabet güçlerini gelişmişler lehine bozan kota gibi uygulamalar, kadınların tarım alanlarından dışlanmasını (ve büyük oranda erkeklere bağımlı olarak kentsel alanlara göç etmelerini) ya da daha önce mekânsal olarak dahi sınırı belirsiz ev-tarla arasındaki ilişkinin dönüşerek kadınların geçici-mevsimlik tarım işçileri olarak üretim sürecindeki kontrollerinin ortadan kalkmasını beraberinde getirmiştir.
Tarımsal alanda olsun olmasın, kadın emeğinin değersizleştirilmesi onun hane [aile] içinde kalması ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Her şeyden önce, ekonomiyi yukarıda Hartmann’dan alıntıladığımız gibi “şeylerin ve insanların üretimi” olarak anladığımızda, kadınların “rahim emeği” [doğum], kapitalizmde ailenin bir fonksiyonudur. Aynı zamanda erkek işgücünün yeniden üretimi ve kadınların yaptıkları işlerden kazandıkları ücretin hane gelirine ek ya da bakım emeğinin bir devamı olarak görülmesi, böylece düşük tutulabilmesi, ancak kadının aile içinde kalması ile mümkündür. Bu bakımdan, özellikle kapitalizmin kriz dönemlerine eşlik eden muhafazakarlaşma periyodlarının kadının ev içi ve [ev içinin bir uzantısı olarak] ev dışı emeğinin daha fazla sömürüsünü de hedeflediğini ileri sürebiliriz.
Kapitalizm yalnızca ücretli emek-sermaye çelişkisinden ibaret değildir. Kapitalizmin “temel” çelişkisi, yaşam ve sermaye arasındadır. UNIFEM (2012) verilerine göre dünyadaki tüm yoksulların yüzde yetmişini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınlar dünyada açlık, sağlık, istihdam gibi nedenlerden dolayı yoksulluk yükünü daha fazla hissetmektedirler (akt. Candan ve Günalp, 2013: 95). 301 madencinin ölümünüden sonra gözler Soma’ya çevrildiğinde kadın emeği açısından görülen manzara, kadınların cinsiyetçi kapitalizm tarafından nasıl kuşatıldığını net bir biçimde göstermektedir.
Soma havzasında kadın emeğindeki dönüşümün de belirleyicisi olan tarımsal üretimin neoliberal dönüşümünü ve bunun kömür madenciliği üzerindeki etkilerini iki dönemde ele almak mümkündür: Birincisi, madenlerin daha çok devlet tarafından işletildiği dönemdir ve bu dönemde havza köylülerinin madenlerde çalışması yaygın değildir. Havza köylerindeki aileler aile tarımından, çoğunlukla tütün üreticiliğinden, geçimini sağlamaktadırlar. İkinci dönem ise, kömür üretiminin özel sektöre devredilmesi ve yer altı sahalarının sayısının artmasıyla; TEKEL’in özelleştirilmesi ve tütün üretiminin şirketlerin kontrolü altına girmesinin eşzamanlı tecrübe edildiği 2000’li yıllara denk düşer. Bu dönemde tütün üretiminden geçimini sağlayamaz hale gelen havza köylüleri[2] işçi ihtiyacının arttığı yer altı madenlerinde çalışmaya yönelmişlerdir. Bu ailelerin bir kısmı köylerinde yaşamaya devam etmiş, bir kısmı ise Soma, Kırkağaç, Kınık veya Savaştepe’nin merkezine yerleşmiştir. Diğer taraftan, bu dönemde artan işçi ihtiyacıyla Zonguldak, Ordu, Bartın, Kütahya gibi madenciliğin veya tarımın dönüşümünden etkilenen aileler de Soma’ya göç ederek madenlerde istihdam edilmiştir (Çelik, 2016). Bu dönüşüm süreci kadınları ve kadın emeğini özgül biçimlerde etkilemiş olup köyünde yaşamaya devam eden, ilçe merkezine göç eden havza köylüleri ve diğer kentlerden Soma’ya göç eden kadınların tecrübelerinde çeşitli ortaklıklar ve farklılıklar olmuştur.
En önemli ortaklık, yukarıda vurgulanan kadının ücretsiz yeniden üretim emeğindeki dönüşümde, maden işçiliği gibi ağır bir işkolunda çalışan bir işçinin yeniden üretiminde madenci eşi kadınların emeğinin aşırı sömürüsündedir. Maden işçileriyle yapılan görüşmelerden, iş yeri dışındaki süreçte kadınların yeniden üretim emeğine duydukları ihtiyaç kolaylıkla anlaşılabiliyor. Örneğin, maden işçilerinin çok ciddi bir kısmı genç yaşta evlendiklerini belirttiler. Özellikle dışarıdan göç eden bekâr işçiler, koğuş adı verilen yerlerde yaşamaları gerektiğini ve orada dinlenemediklerini, iyi beslenemediklerini ve iş yerinde yorgun düştüklerini vurguluyordu. Bir işçi şöyle anlatıyor: “Koğuşlar hiç uygun değildi. Her gün giren çıkan belli değil. Herkesin serseri vardiyası, gündüz vardiyası, paşası[3]… Bir koğuşta kalıyorsun; 5 kişi 10 kişi neyse… Tam sen yatıyorsun, öbürkü geliyor kalk işe gidicez. Herkes birbirinden rahatsız. O yüzden madenci erken evlenmeyi tercih eder. Yemenle içmenle de birinin uğraşması lazım”.
Erken evlenmeyi tercih ettiklerini söylemelerine karşın, çok stresli bir işte çalıştıkları için evliliğin ve aile hayatının getirdiği sorumlulukların bir madenci için ağır olduğunun iddia edilmesi de yaygındı. Örneğin Kınıklı bir işçi iş yerindeki “hadi hadi”[4] baskısından sonra aile yaşamındaki sorumluluklar almakta zorlandığını söylüyor:
Zaten bütün gün… Madenci aileleri de bu katliamdan sonra çok söyledi ya hadi hadi… Zaten yer altında hadi hadiyle kendim mahvolmuşum… Ailene fazla zaman ayırmıyorsun çünkü bir şekilde kendini sorumluluktan, baskıdan atmak istiyorsun. Çünkü aileyle bir yere gidecek oldun mu sorumluluk sırtında oluyor. Mesela çocuklar bir şey istiyor, hanım bir şey istiyor… O baskı seni tamamıyla yoruyor yani. Boş zamanını da, başıboş, tek başına… Daha rahat hissetmek için kendini… Ben şimdi gittiğimde hanım bana diyecek ki evde şu ihtiyaç, şu alınacak falan. Aynı şey işte… Ayaktaki çavuşun ya da amirin, ‘az iş yaptın’, ‘erken çıktın’, ‘erken geldin’… Aynı şey gibi geliyor evdeki soru. Evde şu eksildi, şu olması lazım, şu yapılması lazım… Sık boğaza geliyorsun. Psikolojik olarak ağırlaşıyor yani artık. Çünkü hangi birine beyin yoracaksın! Dediğim gibi, istirahat saatin çok az, çalışma şartın baskılı, gürültülü olan bir yer. Bir de evde bir şey oluştuğunda insan tamamıyla şey yapıyor yani… Sıkboğaz oluyor yani. Ben de işte eş dostla… Veya işte kahvelerde zaman geçiriyorum. Öyle şeyler yani.
Dolayısıyla, iş yerindeki baskının maden işçilerindeki fiziksel ve psikolojik sonuçları; madenci eşi kadınların ailenin yeniden üretimi ve bakımı için gerekli emeği tek başına yüklenmesiyle ve kendilerinden beklenen duygusal emek yükünün artmasıyla sonuçlanıyor. İşyerinde is, aşırı sıcaklık, çamur gibi sebeplerden “çamaşır yetiştirememe”; eşleri vardiyalı çalıştığı için farklı saatlerde eşlerine (işe gitmeden, iş yerinde ve döndüğünde yiyeceği) yemeği hazırlama yükü ve eşlerinin iş yerindeki stresinden dolayı evde de gergin, sinirli veya yorgun olmaları en sık şikayet ettikleri konulardı. Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde, ölen işçilerin yakınlarının beyanlarında da kadınların ifadelerden bazıları şunlar: “Eşim son zamanlarda o kadar yorgun gelirdi ki çocuklarla dahi ilgilenmezdi”, “çok sıcakmış içerisi, iki üç tane atlet koyuyordum çantasına, çamaşır yetiştiremiyordum”, “her gün simsiyah gelirdi, fırçalarla zor temizlerdim”.
Madenci eşi olmalarından kaynaklanan bu ortaklıklar dışında yukarıda vurgulanan üç grup ailede kadınların üretim ve yeniden üretim süreçlerinde farklı sömürülme biçimleri de söz konusudur. Bu fark da çoğunlukla toprakla kurulan farklı ilişkilerden kaynaklanıyor. Nitekim aileler tarımsal faaliyete çeşitli biçimlerde devam edecekse bu kadınların sorumluluğunda oluyor ve çoğunlukla ev işinin bir uzantısı olarak görülüyor. Havza dışından gelen aileler, Soma ilçe merkezinde ve çoğunlukla apartmanlarda yaşıyorlar. Kadınların, kendi köylerinden uzak olduklarından geçimlik tarım gibi faaliyetlerle uğraşmaları imkânsızken aralarında tek tük tarım işçiliği yapanlar vardır. Ailenin tüketimine yönelik bir üretim yapamıyor olmak, dışarıdan gelen kadınların en çok yakındıkları durumdu. Soma’ya gelince nakit bağımlılıklarının arttığını, pazardan veya marketlerden alışveriş yapmak zorunda olduklarını, “topraklarından uzakta” ev almak için kredi çekmek zorunda kaldıklarını sıkça vurguluyorlardı. Örneğin hem eşi hem oğlu maden işçisi olan Kütahyalı bir kadın bu dezavantajlarını şu şekilde anlatıyor: “Benim köyüm yakın olsa ben giderim bahçemi yaparım mesela. Çoluğumun çocuğumun kışlık yiyeceğini hazırlarım. Giderim ya da kurban zamanı, iki üç ay öncesi bir daha alırım bağlarım dama. Kurban zamanı onları satarım. Her zaman şey yapıyoruz, yakın olmadığının şeyini.” Diğer yandan, memleketlerinde ücretsiz aile işçisi olarak da olsa tarımla uğraşan kadınların, ilçe merkezinde işsiz ve apartman dairesinde sıkışmış durumda olmaları (Balta, 2014: 86) sıkça şikayet ettikleri bir durumdu. Sıkça “evde kapalı” olmaktan ve yalnızlıktan bahsediyorlardı.
Havza yerlisi ailelerde ise, erkeklerin madenlerde ücretli işçi olarak çalışmaya başlamaları, çoğu durumda topraktan tamamıyla bir kopuşu gerektirmemiş, hane emek potansiyelinin muhtelif kullanımlarıyla tarımla ilişki sürmüştür. Şüphesiz bu Soma Havzasına özgü bir durum değildir. Kautsky’nin (1988) iddia ettiği gibi proleterleşen küçük üreticilerin mülklerinden kopması zorunlu bir koşul olmadığı gibi sermayenin tercih edebildiği de bir durumdur. Nitekim yeniden üretim masraflarını topraklarından karşılayabilmeleri, kapitalisti bu yükten kurtarmaktadır. Bu çalışma için en önemli soru kapitalistin kurtulduğu bu yükün kim tarafından üstlenildiği olup cevabı geçimlik tarım, ücretsiz aile tarımı veya tarım işçiliğinden biri veya birkaçındaki kadın emeğindedir. Ancak, görüşme yapılan, farklı biçimlerde irtibat kurulan bu kadınların hemen tamamı kendini ev hanımı olarak tanımlıyordu.
Geçimlik tarımı sürdürebilenler, çoğunlukla havza köylüsü ailelerden olup ciddi bir kısmı Soma, Kınık veya Savaştepe’nin merkezine göç etmeden, köylerinde yaşayarak madenlerde çalışanlardır. Bu ailelerdeki kadınlar, çoğunlukla evlerinin bahçesinde, eşlerinin madenden aldığı maaşın geçimlerine yetmemesi veya borçluluk gibi sebeplerle “mutfak masraflarını çıkaracak kadar” üretim yapıyorlar. Genellikle kendilerine yetecek kadar sebze, buğday, arpa gibi ürünler ekiyorlar veya yoğurtlarını, yumurtalarını, kurbanlıklarını karşılayacak (veya kurban bayramında satacak) kadar hayvanla uğraşıyorlardı. Özellikle, daha fazla hayvan alarak hayvancılığa devam etmenin mümkün olduğu çok vurgulanıyordu ama madenci eşi olarak evdeki sorumluluklarla birlikte sürdürmenin zorluğu buna engel oluyordu. Örneğin, Soma’nın bir yayla köyünden olan bir kadın şöyle anlatıyor:
Öncesinde tütüncülük yapıyorduk. Ya kendi toprağımızda ya da icarla (kiralayarak). Şimdi buğday, arpa, üç beş de hayvan… O da kendi unumuza, sütümüze kadar. Daha fazlasını yapamayız ki! Hayvan yapılabilir aslında ama eşim madende. Ben nasıl yapayım… Çoban tutmak lazım. E kendimiz zor geçiniyoruz, çobanı karşılayamayız. Evin yoğurdunu, sütünü karşılayacak kadar yapıyorum şimdi.
Havzanın köylerinden olup Soma, Kınık ve Savaştepe’nin merkezine taşınmış kadınlardan da, daha nadir olsa da, zaten çok uzak olmayan köylerinde kendi topraklarında geçimlik üretimle uğraşanlar vardı. Görüşme yapılan ailelerden bunu yapanların tamamı, ilçe merkezlerinde krediyle ev almıştı ve borç ödemekte zorlandıklarından kadınlar mutfak masrafını kısabilmek için köylerinde unlarını, salçalarını yapabilecek kadar buğday, domates, biber gibi ürünler ekiyorlardı. Bu kadınların en sık yakındıkları durum, eşlerinin madende geçirdikleri zaman bu işleri halletmeye yetmediğinden ev işlerini, özellikle yemeği, yetiştirmekte zorlanmalarıydı.
Tarımdan veya hayvancılıktan gelir elde etmeye devam eden ailelerde, tarımın maliyetinin madenden gelen ücretle finanse edilmesi de gözlemlenebilmekte. Bu ailelerde kadınlar çoğunlukla, eş zamanlı olarak ev işleriyle uğraşmakta, bahçede ailenin tüketimi için üretim yapmakta, tarlayla veya hayvanla ilgilenmekte ve kendi tarlasının işleri bittiğinde başkalarının tarlasına “yevmiyeye” gitmektedir. Madende çalışan eşleri ise, izin günlerinde ve vardiya dışında “kadın işi olmayan” işleri hallediyorlardı. Örneğin, Savaştepe’nin bir köyünden, hayvancılığı sürdüren bir madenci şöyle anlatıyor:
Bizim zaten hayvancılık, resmen hanım üzerine. Hanım bakıyor hayvanlara. Biz ne yapıyoruz? Yiyeceklerini getiriyoruz. Mesela saman balyasını, yemini… Hepsini öyle koyuyoruz kenara, hanım alıyor hayvanlara veriyor. Hanımın branşında olmayan ya da anlayamadığı şeylerde, hastalıkta, ilaç tedavisinde şunda bunda… Ama bakım işi resmen hanıma ait.
Bu ailelerde kadınlar, ailenin tarım işçisi veya çoban çalıştıracak maddi durumları olmadığı için veya çalıştırılan işçilerle beraber ücretsiz olarak çalışmaktadırlar. Kendi tarlalarının veya hayvanlarının işi bittiğinde de tanıdıklarına “yevmiyeye” gidiyorlardı: “Hanım çalışıyor. Yevmiyeci dediğimiz, bizim eş dost akrabalarımız var, onlarla birlikte çalışıyor. Onlara yevmiye veriyoruz. Hanım onlarla birlikte çalışıyor yani. Sonra bizim iş bitti ya mesela, bu sefer hanım başkasına gidiyor.”
Havzada kadınların tarımsal faaliyete katılmasının en yaygın biçimi tarım işçiliği ya da havzadaki yaygın ifadeyle ovaya yevmiyeye gitmek. Yevmiyeye giden kadınlar, yukarıda bahsedilen her grubu içine alıyor. Bir başka anlatımla havza dışından göç edenler de, kendi toprağında geçimlik veya sözleşmeli tarımı sürdürenler de ücret karşılığı, sigortasız olarak, yevmiyeye gidiyorlar. Havzada tarımın neoliberal dönüşümü, dağ köylerindeki tütün üreticilerini büyük ölçüde yoksullaştırırken özellikle Kınık’ın ova köylerindeki toprak sahipleri sulu tarımdan ciddi kazançlar elde etmeye başladığından havzada tarımsal üretim halen oldukça yaygın. Çoğunlukla salça fabrikalarıyla, konserve fabrikalarıyla veya süpermarketlerle sözleşmeli çalışan çiftçilerin tarlalarında çalıştıracakları (çoğu kadın ve çocuk) işçileri dayıbaşı adı verilen aracılar sağlamaktadır. Dayıbaşları, hemşerilik veya akrabalık gibi ilişkiler üzerinden işçi toplayıp tarlaya götürmekte, götürdüğü işçi başından da çiftçiden yüzde almaktadır. Örneğin 2016 yazında bir işçinin yevmiyesi 50 lira iken bunun 15 lirasını dayıbaşı alıyor, 35 lirasını işçiye veriyordu.
2014’ün Kasım ayında, katliamın olduğu madende çalışan yaklaşık 3 bin işçinin işten çıkarılmasıyla yevmiyeye giden erkek sayısı artmış olsa da havzadaki tarım işçileri çoğunlukla kadınlar ve çocuklardı. Yine katliamdan sonra maden işçilerinin maaşlarındaki artışın, tarım işçiliğine devam eden madenci eşi sayısında hatırı sayılır bir azalmaya neden olmadığını gözlemlemek mümkün. Nitekim maaşları artınca aileler çoğunlukla ev kredisi gibi borçlara girmiş olduğundan, ek gelir için kadınlar yevmiyeye gitmeye devam ediyordu. Soma’da Sosyal Haklar Derneği’yle yapılan görüşmede, yaz aylarında yaptıkları yaz okuluna genelde ailelerin çocukları gönderme sebebinin çocukların annelerinin ovada çalıştığı için çocukları bütün gün emanet edecek bir yer olarak görmesi olduğunu belirttiler. Nitekim iki çocuğu bu yaz okuluna katılan bir kadının sözleri şu şekilde: “Ev aldık, kredi ödüyoruz. Eşimin maaşı yetmiyor. Ben de her gün tarlaya gidiyorum mecburen. Hangi ürün varsa gidiyorum. Şu anda darı püskülü için, sonra tütün olur, domates olur, zeytin olur… Çocukları da o yüzden veriyorum yaz okuluna.”
Tarlada çalışan kadınlar ev işleri ve maden işçisi olan eşinin ihtiyaçlarını görmede yaşadıkları zorluklardan çok sık bahsettiler. Genelde bahsedilen sıkıntılar, sabaha karşı veya geceden ovaya gittikleri için gündüz vardiyasına giden eşlerinin kahvaltısını hazırlayamamak, eşleri gündüz vardiyasında değilse evde hiç denk gelememek ve yukarıda bahsedilen maden işçisinin oldukça zor olan yeniden üretimini sağlayamamaktı. Örneğin, Kınık merkezde yaşayan, havza yerlisi bir kadın durumunu “madencinin eşi olmak bana göre çok zor. Neden zor? Yaz geldi mi, yine kışın iki ay da, yazın bazen eşim eve geliyor ben çıkıyorum. Gece vardiyasındaysa o 1’de geliyor ben 3’te kalkıp tütüne gidiyorum. Yani herkes kendini idare ediyor evde, öyle geçim” biçiminde anlatırken Soma’nın köyünde yaşayan bir kadın ise “ovaya gidiyorum ama eşim geliyor işten zor oluyor. Evde hayvan var, evindeki yemeğin var, eşinin bakımı var. Şirket yapmıyor ki, kıyafetlerin yıkanması falan hep bende” diyor. Havza dışından gelen ailelerdeki kadınlar da fırsat bulduğu takdirde yevmiyeye gitmekle birlikte, yerel ağlar çok etkin olduğundan bağlantı kurmakta zorlandıklarını, isteseler de yerliler kadar sık gidemediklerini sık vurguladılar.
Havzada kadın emeğine dair düşülmesi gereken son bir not, kız ve bazen de oğlan çocuklarının ücretli veya ücretsiz aile işçisi olarak tarımda çalışmasının yaygınlığıdır. Görüşme yapılan kadınların tamamına yakını tarımla ilişkisinden bahsederken “kendimi bildim bileli” ifadesini kullandı ve çoğu tütün ektikleri dönemde aileleriyle, kendi tarlalarında veya kendi işlerini bitirince komşularının tarlasına yardım ettiklerini anlattı. Günümüzde ise, kadınlar yevmiyeye çoğunlukla çocuklarıyla birlikte gittiklerini ve zor ve sağlıksız koşullarda çalıştırıldıklarını anlattılar. Kınıklı bir kadın şöyle anlatıyor: “Üzülüyorum yani. Düşün 12 yaşında çocuk işe gidiyor. Dünkü sıcağı düşün mesela, 45 derece. Nem de vardı. 45 derece sıcağın altında, 50 milyona, akşama kadar domates topluyoruz.”
Son derece ağır ve tamamen erkeklerin istihdam edildiği bir iş kolu olan madencilik merkezli hayat, bugüne kadar daha çok erkeklerin zor ve iş güvencesinden yoksun çalışma koşulları nedeniyle mercek altına alınageldi. Ancak Soma’da 301 madencinin öldüğü kaza sonrasında yapılan bu araştırmanın ilk bulguları, aynı zamanda bize kadınların gerek madencilik sektörünün büyümesinin yarattığı alternatif maliyetler bakımından, gerekse de ağır işkollarında çalışan işçilerin yeniden üretimini sırtlamak açısından bir çifte –ağırlaştırılmış- sömürüye maruz kaldığını gösterdi. Cinsiyetçi kapitalizm altında kadınların hem üretim hem de yeniden üretim emeği zaten değersizleştirilmişken, özellikle tarımın endüstriyelleşmesi ve tarımsızlaştırma süreçleriyle birlikte hanenin tarımdan koparılmasının, kadınların kente göç ederek üretimle ve doğayla ilişkilerinin de koparılması anlamını taşıdığını gördük. Hane temelli tarımsal üretimin yerine geçen madencilik faaliyetleri ise geleneksel olarak kadınlara ait bir görev sayılan işgücünü yeniden üretimini belirli açılardan ciddi derecede zorlaştırmaktadır. Bu bakımdan ilksel birikimin bir nesnesi olan kadınların sömürü düzeyini de artırmaktadır. Bunun yanı sıra kentsel yaşamın maliyetlerini karşılamak için köyden kente göç eden kadınlar, yine tarım sektöründe ancak bu kez kendi hesabına değil –düşük- ücretli işçi olarak çalışmaya devam etmektedir. Tüm bu sonuçlar, kadınların “eşlerinin” istihdam edildiği alanlara (ya da istihdam içinde olup olmadıklarına) bakarak üretim ve yeniden üretim fonksiyonlarında ne gibi dönüşümler olduğunu daha derinlikli saha analizleri ile anlamak gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu çalışmanın, bu bakımdan kısıtlı da olsa belirli ilk verileri sunduğunu ve bu alanda bir tartışma başlatacağını umuyoruz.
Dipnotlar
Kaynakça
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.