Sadece halk güçlerinin ürettiği gerilimler değil, egemenlerin arasındaki iç sorunlar da kaotik ortamı besleyip güçlendiriyor
HDP içinde ve etrafında toplanan halkçı-demokratik öğeler, elbette herhangi bir sekter-marjinal tutuma düşmeden, şimdi oluşan alanda hegemonya kurabilirse, tarihin kendilerini çağırdığı toplumsal ve siyasal dönüşüme büyük katkı yapabilir
24 Haziran seçimleri, zaten neredeyse her zaman ancak hassas dengeler üzerinde kendisini var edebilen Türkiye’deki siyasal sistemin alışılagelen kritik anlarından birisi. Seçim, bir türlü başarılamayan bir rejim değişikliği girişimi ve söz konusu değişikliğin üstünde gerçekleştirilmeye çalışıldığı devletin kriz içinde olduğu koşullarda akan bir sürecin kritik bir ögesi. O, kendisiyle başlamayan kendisiyle de bitmeyecek tarihsel önemdeki bir sürecin yeni bir hesaplaşma anı.
24 Haziran’a özel ağırlık kazandıran özgünlük, bir türlü çözülemeyerek sürüp giden ve sürdükçe ülke çapında olağanüstü gerginlik yaratan ve hatta giderek bir iç çatışmayı ivmelendiren birçok toplumsal ve siyasal gerilimin iç içe geçerek oluşturduğu kaotik bir ortamda ve devlet krizi koşullarında yaşanıyor olmasıdır.
İşte, şimdi seçimler üzerinden, oldukça hassas dengelerde tutunabilen kaotik ortamda yeni bir hesaplaşma anı yaşanıyor. Üstelik, yaşanan sert hesaplaşmanın ortaya saçacağı gerilimlerin sisteme verebileceği zararları asgariye indirmekle görevli olan devletin kendisi de gittikçe daha güçsüz ve darbelere açık hale geldiği bir krizin içinde sarsılıp zorlanıyor.
Kaotik ortamı doğurup derinleştiren süreçlerin özel bir kanalı, despotizmin varlık koşullarından birisi olan Kürt sorunundaki çözümsüzlük politikasının günümüzde ulaştığı gerginlik seviyesinden çıkıp geliyor. Kürt sorunu, biriktirdiği gerilimin gücüyle önce bölgesel sonra küresel bir çap kazandı ve şimdi de ulaştığı son zirvede oluşan yeni bölgesel-küresel güç dengelerinde kazandığı inisiyatifi kendisini bir türlü kalıcılaştıramayan yeni rejime ve kriz sürecinde zayıflayan devlete dayatıyor.
Diğeri ise, Gezi isyanında ortaklaşan birçok anti-kapitalist ve demokratik-halkçı dinamiğin günümüze dek uzanıp, kendi ihtiyaçlarını egemenlere dayatmasından çıkıp geliyor. Gezi’nin öncü güçleri olan, işçi sınıfının yeni bölükleri, kadınlar, doğa savunucuları ve Aleviler, inişli-çıkışlı bir dizi patikayı elleriyle yoklayıp keşfederek varlıklarını sürdürüyor ve oluşan her fırsatta sokakları dolduruyor.
Gezi isyanında pek öne çıkmayan sanayi işçileri de, geçtiğimiz aylarda yaşanan metal sözleşme sürecinde içinde biriken gerilimi yansıttı ve metal işçileri istediklerini kendi gücüyle alabilmeyi becererek şimdilik köşesine çekildi. Ancak, başka iş kollarındaki işçilerin irili-ufaklı ve dağınık da olsa kendisini var eden direnişleri sürüyor.
Egemenlerin krizi
Sadece halk güçlerinin ürettiği gerilimler değil, egemenlerin arasındaki iç sorunlar da kaotik ortamı besleyip güçlendiriyor.
Devlet içindeki kimi güçlerin ve sermayenin, sermaye egemenliği ile ordu merkezli devlet gücünün sistemdeki “özerk” gücü arasında yaşanan gerilimin faturasını Kemalist rejime keserek “Başkanlık Sistemi” adı verilen yeni bir rejimle kendi egemenliklerini sürdürme denemesi, bir türlü hedefine ulaşamıyor. Yeni bir rejim kurma yönelimi, hedefine ulaşamadıkça güç, ivme ve meşruiyet zayıflığı yaşayarak boşluğa doğru sürükleniyor.
Evet, rejim değişikliği yönelimi, eski Kemalist rejimi büyük ölçüde tasfiye edebilmiş olsa da, hedeflenen yeni rejim henüz kurulabilmiş değil. Üstelik, yeni rejimin kurucu iradeleri arasında da ciddi ayrımlar var.
Erdoğanist yönelim, sorgusuz-sualsiz “biat” dayatarak kendisini var edecek “Tek Adam” hedefine ulaşmak isterken; eski rejimdeki ordu himayesinden henüz kurtulmuş ana sermaye güçleri, yeni bir “hami” istemiyor. Sermaye güçleri, ordunun özel ağırlığını tasfiye etmekte kullandıkları Erdoğan’ın “özerk güç”-“hami” olma yöneliminin önünü keserek, kendilerine doğrudan bağlı bir “Başkanlık Sistemi (BS)” rejimi kurmaya çalışıyor.
Kemalizmin tasfiyesi sürecinde, ABD odaklı bir güç alanı tarafından örgütlenip kontrol edildikleri açık olan “Cemaat” yapılanması, hem Erdoğan’la iktidar ortağı olmanın hem de yaşanan karmaşanın yarattığı fırsatları kullanarak devlet içindeki önemli güç alanlarında mevzi kazandı. “Cemaat”, özellikle yargı, emniyet ve ordu içinde kazandığı mevzilere dayanarak devletin tümünü ele geçirmeyi hedefleyen çok yönlü bir süreç içinde yol aldı.
Ergenekon operasyonlarında yargı içindeki, 17-25 Aralık operasyonunda emniyet içindeki gücünü kullanan “Cemaat”, sonuç alıcı hamlesini 15 Temmuz darbe girişiminde de ordu içindeki gücünü kullanarak yapmaya çalıştı. Başarısız olan girişim, sonuçta “Cemaat’in” devlet içindeki gücünü ağır biçimde darbeleyen bir karşı-sürecin önünü açtı.
Ancak, 15 Temmuz darbe girişimi, bir yönüyle başarısız olmuş olsa da, gerek darbenin verdiği hasar gerekse de devlet içindeki “Cemaat” kadrolarının tutuklanmasıyla oluşan boşluk üzerinden, bütün politik rejim gerilimlerinin üstünde yaşandığı zemin olan devlette kriz yarattı.
İşte, 24 Haziran seçimleri, egemen güçler tarafından bir türlü çözülemeyen ve çözülemedikçe de verdiği hasar artan özel bir “devlet krizi” koşullarında yaşanıyor.
Devlet, stabilitesi oldukça düşük ve riski yüksek bir zeminde kendisini sürmeye çalışıyor. Üstelik, devlet içindeki farklı güç odaklarının birbirlerine güvenmedikleri de açıkça görülüyor. Devlet krizi, farklı egemen güç odaklarının devletteki ağırlıklarını arttırmak ya da hatta devleti ele geçirmek yönündeki hırslarını kışkırtırken; tersinden, “ya devlet başa ya kuzgun leşe!” şiarında kendisini ifade eden bir derin bilinçten üreyen “devleti koruma” yönündeki tutumu da besliyor.
Devlet krizi, ancak devletin koruyucu şemsiyesi altında kendisini var edebilen sermaye sistemini yüksek risk altına sokuyor.
Aynı devlet krizi, yaşanan küresel hegemonya krizinin kışkırttığı küresel rekabet içindeki büyük güçlerin (başta ABD, Almanya ve Rusya olmak üzere) “iştahlarını” kışkırtıyor ve “zayıflayan bir gücün kolay av olabileceğini” hesaplayan bu güçlerin Türkiye üzerinden farklı “oyun planlarını” devreye sokmaya çalıştıkları görülüyor.
Erdoğan öncülüğünde yürütülen Ortadoğu, özellikle de Suriye politikası ise, dengesiz, tutarsız ve maceracı eğilimler tarafından belirlendiği için, emperyalist güçlerin “oyun planlarının” yol almasına destek oluyor.
Açık ki, Türkiye egemenleri de, “bölgede pişen pastadan en yüksek payı almaya” çalışıyor ve bunun için de yaşanan küresel hegemonya krizinin fırsatlarından faydalanmak istiyor. Ancak, sistemin rasyonelleri açısından “normal” ya da “meşru” olan bu tutum, aynı zamanda olağanüstü riskler taşıyor ve iktidar güçleri yeterli güç ve beceriye sahip olmadığı için bolca yapılan hatalar yakın zamanda ağır bedeller ödetmeye yazgılı.
Baskın seçim
Seçimlerin olağanüstü koşulların basıncıyla sürekli sarsılıp zorlanan AKP-MHP koalisyonu tarafından öne alınacağı çokça yazılıp-konuşuluyor olsa da; seçim tarihi, Bahçeli’nin başlattığı hamleyle beklenenin de öncesine çekilerek “baskın seçim” denilebilecek bir biçimde belirlendi.
İktidar koalisyonunun, muhalif güçleri gafil avlamak ve aynı zamanda içinde sürüklendiğimiz kaotik ortamın kaosa doğru sürüklenme tehlikesine karşı önlem almak istediğini saptamalıyız.
Eh, haksız da değiller.
Gerçekten de, Suriye ve Irak’ta alınan yüksek inisiyatifin olası tehlikeleri, Kürt sorununda yaşanan gerilimin ulaştığı bölgesel ve küresel boyut, halk güçlerinin bir türlü sindirilemeyen hak arama girişimleri ve rejim değişikliği sürecinde yaşanan çatallanma ve tıkanmalar, son dönemde yeniden öne çıkan ekonomik krizin tahrip gücünün artmasıyla birleşince, sırtlarını dayadıkları devletin de kriz içinde olduğunu iyi bilen iktidar güçlerinin telaşa düşmesi normaldir. Onlar, kendilerini bekleyen tehlikeli sarsıntı ve zorlanmaları dengeleyip aşabilmek için, baskın bir seçimle iktidarlarını güçlendirerek tazelemek ve o arada da yeni rejimi istedikleri yönde bir “Tek Adam” biçiminde kurumsallaştırmak istiyorlar.
Seçimin bu kadar öne çekilmesi, iktidar güçlerinin yaşadığı gerilim ve telaşın seviyesinin yüksekliğini gösteriyor. Keza, seçim yasasında yapılan değişiklikler, adeta “adrese teslim” denilebilecek biçimde olası hilelerin en kolay yapılabilmesinin önünü açarken, iktidarın seçimin sonuçlarıyla ilgili korkularını da gösteriyor.
Özellikle belirtmeliyiz ki, seçimin erkene alınma biçimi, hiçbir hukuki prosedüre uyulmadan ve aslında göstermelik de olsa var olan halk oyuyla seçim yapma hakkının içini boşaltan bir tarzda yapıldı. HDP dahil hiçbir muhalefet gücü de, bu zaafından iktidara yüklenerek inisiyatif kazanmayı ve önemli bir demokratik hak olan seçim hakkını korumayı gündemleştiremedi.
Seçimler, demokratik bir süreç içinde gerçekleşmiyor. Milletvekili adaylarının ön seçimle belirlenmesi fiilen engellenirken, halkın kulağının siyasal gerçekleri duymaya en açık olduğu seçim propagandası dönemi, geçip gidiverecek kısa bir zamana sıkıştırılmış oldu.
Kim bilir, hiçbir sistem partisinin hukuk dışı “baskın” tarzına itiraz etmemesinin gerekçesi, belki de tam da bu gerçeklerdir.
Elbette gerçek hayat çok daha fazla nüansı barındırıyor olsa da, yaşadığımız seçim sürecinde yüksek gerginlik yüklenerek yürütülen siyasal mücadelede, iki ana hat oluştu.
Halk güçleri, başta Kürtler olmak üzere, demokratik bir anayasanın omurgasını oluşturacağı demokratik bir cumhuriyet yönünde mücadele ederken; sermaye ve devlet güçlerinin, kapitalizmin ulaştığı yeni seviyeye uygun yeni bir rejim kurmaya ve o süreç içinde aynı zamanda söz konusu yeni rejimin üstüne yerleşeceği devleti içine düştüğü krizden kurtarmaya çalıştığını saptayabiliriz.
Halk güçlerinin demokratik anayasa ve cumhuriyet yönelimi, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve Gezi güçlerinin özgürlük arayışının içinde potansiyel bir gerçeklik olarak var olan bir eğilimin-arayışın siyasallaşmasından başka bir şey değil.
Bu eğilim, bir siyasi tercih ya da istek değil ama, elbette böylesi toplumsal tercih ya da istekleri varlığında barındırmakla birlikte; nesnel bir olasılık olarak gerçekliğin içinde geziniyor.
Demokratik bir anayasa ve cumhuriyet eğilimi, günümüz nesnel gerçekliği içinde halk güçlerinin gasp edilen haklarını geri alması, kazanımlarını koruması, yenilerini kazanması ve özlemlerinin asgarisini olsun giderebilmesi açısından günümüzün nesnel gerçekliğinin ürettiği nesnel bir potansiyel olarak kendisini var ediyor; o, tercih olmayı aşan bir nesnelliğe sahip.
Aynı eğilim, barındırdığı zengin olasılıklarla halk güçlerinin ortaklaşmasana uygun bir zemin.
O, farklı özlemlere ya da hedeflere sahip olan halk güçlerinin herhangi birisinin ihtiyaçlarına ters düşmeyen, aralarındaki farklılıkları içinde uzlaştırarak ortaklaşabilecekleri, kendisi gerçekleştikten sonra yürütücüsü halk güçlerinin farklı özlemlerini giderme konusunda özgür oldukları ve elbette, sosyalizmin inşası açısından uygun koşulları da kendisinde barındıran bir yapısallıkla kendisini var ediyor.
Demokratik anayasa; asgari yaşam standartlarının anayasal güvence altına alındığı, bütün halk güçlerinin örgütlenme ve propaganda hakkının tanınıp-hakkın kullanımının koşullarının sağlandığı, vergi sisteminin şimdi olduğu gibi dolaylı vergilere ve çalışanların ücretlerinden yapılan kesintilere değil dolaysız ve artan oranlı servet vergisine dayandığı, dış ticarette emperyalist dayatmaların reddedildiği, Merkez Bankasının halkın anayasal haklarını koruyacak tarzda örgütlendiği, etnik ve inanç farklılıklarına “kör” olup eşit yurttaşlık koşullarının sağlandığı, erkek cinsinin egemenliği altında olan cinsler arası ilişkinin tasfiye edilmesinin koşullarının sağlandığı ve bunun için de kadınlara pozitif ayrımcılık yapıldığı, büyük bir yıkıma dönen doğanın sermaye tarafından sömürülmesinin anayasal yasaklarla durdurulduğu ve üretim-tüketim alışkanlıklarının ekolojik dengeyi koruyacak tarzda dönüştürülebilmesini ivmelendiren ve bu yasal düzenlemelerden oluşan ana yapısıyla uyumlu diğer önlemlerin de alındığı bağlayıcı bir metindir.
Böylesi bir anayasanın kazanılması, uygulanması, korunması ve geliştirilmesi, ancak örgütlü halkın gücüyle sağlanabilir.
Demokratik anayasanın omurgası olacağı bir demokratik cumhuriyet rejimi biçiminde örgütlenecek olan devlet, halkın örgütlü gücü olarak kendisini var edecektir.
Binlerce yıllık bir köke dayanan despotik alışkanlıkların yeniden kendisini dayatmaması için önlemler alınacaktır. Şimdi var olan ve merkez, merkezden atanan vali, kaymakamlık ve bakanlıklara bağlı müdürlüklerin, sınırsız ayrıcalıklar ve gizli-örtülü ödeneklerle donanmış despotizmine ait bütün “saltanat makamları” tasfiye edilecek, devlet halkın egemeni değil hizmetkarı olacak bir yapısallıkta yeniden örgütlenecektir.
Anayasal bir düzenleme olarak, devletin yönetiminin esası, halkın serbest oylarıyla seçilecek yerel meclislere dayanacak, yargı ve emniyet güçleri bu meclislere bağlı olarak çalışacaktır. Yerel meclislerin sınırlarını aşan ülkenin tümünün ortaklaşa ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gerekecek olan merkezi bürokrasinin hiçbir ayrıcalığı olmayacak, görevliler belirlenecek oranlardaki halk oyuyla geri çağrılabilecek ve ücretleri emeklerinin karşılığını almanın ötesine geçmeyecektir.
İşte, demokratik anayasa ve demokratik cumhuriyet yönelimi, mevcut kapitalist sistemin küresel ve yerel çok yönlü kriziyle yerel egemenlerin devlet ve rejim krizinin iç içe girdiği olağanüstü koşullarda, halk güçlerinin güncel ve acil bir ihtiyacı olarak kendisini dayatıyor.
Seçim sürecinde, halk güçlerinin, farklı adlandırmalar altında ya da aynı adlandırma üzerinden giderek bu ihtiyacı/ihtiyaçları öne çıkarması gerekiyor; zaten, başka yönelimler de, kendisine hangi misyonu ya da adlandırmayı yüklerse yüklesin, halkın ihtiyaçlarını karşılama iradesinde samimi olduğu ölçüde, söz konusu eğilime hizmet etme durumunda olacaktır.
Egemenler, kendi düzenlerinin yaşadığı olağanüstü krize, elbette halkın değil kendilerinin ihtiyaçlarını esas alarak yaklaşıyor, çözümü kendi egemenliklerinin devamı koşullarında arıyorlar. Bu yöndeki arayışları iki ana bölümde toplayabiliriz ve zaten seçimlerde oluşan iki blok da bu farklılaşma üzerinden yaşanıyor.
Evet, aynı “Başkanlık Sistemi(BS)”, Erdoğan’ın istediği gibi bir “Tek Adam” biçimine mi bürünecek, yoksa “Restore” edilip “Erdoğan’ın aşırılıklarından temizlenerek” yeni bir biçimde mi uygulanacak; ayrım noktası budur.
Erdoğan, Gezi’den itibaren sermayenin alışılagelen rasyonellerinden kendine özgü biçimde koptu ve elbette sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaya devam etmekle birlikte kendisinin “dokunulmaz” bir konuma yerleşerek sonsuz ayrıcalıklarla donanacağı bir özel siyasal rejimi dayatmaya başladı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ise, zaten sürmekte olan bu yöndeki inşa faaliyetini hızlandırdı ve fiili durumlar yaratarak tamamlamaya çalışıyor. Ancak, epey yol almış olsa da, henüz bütünlüklü ve meşru bir “Tek Adam” rejimi kurabilmiş değil. O, 24 Haziran seçimiyle “virajı dönüp düzlüğe çıkacağını” umuyor!
Aslına bakılırsa, Erdoğan küresel ve yerel sermayenin mutemeti ya da muteber adamı olarak seçildi ve elbette kendi çabasını ve yeteneklerini de görme kaydıyla, esas olarak “üst akıl” tarafından bu “göreve” “atandı”. “Görev”, Türkiye kapitalizminin gelişmişliğinin, sermayenin somut-tarihsel hareketinin ulaştığı toplumsallaşma düzeyinin ve emperyalist sermaye hareketleriyle ortaklaşma derinliğinin geldiği aşamanın içinden çıkıp gelen nesnel bir sermaye ihtiyacını karşılamaktan ibaretti. Sermaye, kendisi için kurulan fideliklerde “el bebek gül bebek” ihtimamıyla yetiştirilip güçlendirildiği “devletçiliğimizin” himayesinden ve bu yapının ana gücü Ordu merkezli siyasal alanın “hamiliğinden” çıkmak, siyasal alanda tümüyle egemen olmak istiyordu. İşte, “ateşteki kestaneleri mangaldan almak” görevi de Erdoğan’a verilmişti.
Eh, sermaye gerçekten de haklıydı; ulaştığı maddi güç, yerel toplumsallaşma ve küresel entegrasyon düzeyine güveniyor, artık sırtında “yük” olarak gördüğü Ordu merkezli güç alanının özerk ve özgün siyasal gücünü tasfiye etmek istiyordu.
Sadece ama bu değil; aynı zamanda, küresel düzeyde baskısı altında olduğu “kar oranlarındaki azalma” eğilimi, yerel sermaye güçlerine, hareketini sürdürdüğü coğrafyadaki bütün “pürüzlerin temizlendiği” bir mutlak siyasal egemenliği ve bu mutlak egemenlik üzerinden, sermayenin anlık ihtiyaçlarını dahi hızla karşılayabilecek bir işleyiş ihtiyacını dayatıyordu. “Generallerin gönlünü hoş tutmak” için harcanan zaman veya “uzlaşma” için verilen tavizler ya da özerk bir egemenliğe sahip olan bürokraside iş yapabilmek için dağıtılan gizli ya da açık rüşvetlerden kurtulmak isteniyordu.
Erdoğan, kendisine verilen görevi yerine getirdi, Ordu merkezli özerk ve özgün alanın siyasal sistemdeki ağırlığı büyük ölçüde tasfiye edildi, hala direnen güçlerin eski ağırlıklarını kazanmaları artık oldukça zor.
Ancak, Kemalizmin tasfiyesi sürecini yürüten Erdoğan, süreci yürütürken kazandığı özel yetenekler ve başarısının kendisine kazandırdığı güce dayanarak kendisinin zirvesinde olduğu bir sistemde ısrar ediyor. Kemalist rejimin tasfiyesi sürecinde yerinden oynayan egemenlik kurumlarının yarattığı boşlukların, Cemaat’in darbe girişimiyle alınan hasarla bir devlet krizi boyutlarına sıçraması koşullarında, her zaman ürkek olduklarını iyi bildiği sermaye güçlerine “ Sadece ben, diyor, sizin birikim süreçlerinizin devamını sağlayabilirim!”
Parmağıyla gösterdiği kaotik ortam, onun kaosa dönüşme olasılığı, yanan Ortadoğu, yaşanan küresel hegemonya krizinin ürettiği zeminde filizlenen bir yeni dünya savaşı olasılığı gibi sert gerçeklikler üzerinden, “Sadece ben, diyor, sizi düzlüğe çıkarabilirim!”
Ancak, gelin görün ki, Erdoğan kapasite ve yetenek açısından çoktan “kullanım süresini” aşmış durumda.
Sermayenin atayacağı bir mutemet tarafından mutlak egemenliğini sürdürmeyi düşlediği BS, kurucu önderi Erdoğan’ın hataları yüzünden sarsılıp zorlanıyor, ekonomi ise şimdiye dek yaşamadığı ağır bir krizin içinde çırpınıyor. Üstelik, gittikçe daha derinden organikleşen küresel sermayeyle ortaklaşma düzeyi, emperyalist Batı ile uygun bir ilişkilenme kuramayan Erdoğan’ı “yük” haline getiriyor.
İşte, tam da bu noktada “restorasyon” süreci ite-kaka devreye sokulup, “Millet İttifakı” üzerinden uygulanmaya çalışılıyor.
Kaosun sınırlarında gezinen bir kaotik ortamda olağanüstü risklerle yüklü olarak yürütülen “restorasyon” denemesi, ürkek ve git-gelli hamlelerle riskleri çoğaltmamaya dikkat edilerek sonuca ulaştırılmaya çalışılıyor. Kendisine “uzlaşma” ya da “devr-i sabık yaratmama” teklifleri yapılan Erdoğan’la düşük düzeyli bir gerilim tercih edilirken, oluşabilecek boşluklardan halk güçlerinin faydalanmamasına özen gösteriliyor.
Restorasyon, çokça konuşulduğu gibi eski biçimde bir parlamenter sisteme dönmeyi değil, Erdoğan tarafından özel bir “Tek Adam” biçimine girmeye zorlanan BS’yi, sermayenin doğrudan kontrolüne gireceği biçime yerleştirmeyi amaçlıyor. Parlamentonun elbette rolü olsa da, esas olarak yetkilerin tek noktada (Başkanda) yoğunlaştığı ve o noktaya da doğrudan sermayenin mutemeti olan bir kişinin yerleştirileceği bir yapı inşa edilmeye çalışılıyor.
Sermaye güçlerinin, Ordu merkezli eski Kemalist rejimi tasfiye ederken yerine koymayı planladığı ve Özal döneminden itibaren dillendirdiği bir özlem olan BS, kapitalizmin küresel ve yerel krizinin sürüp gittiği günümüz koşullarında daha da acil bir ihtiyaç haline geldi.
Sermaye, cumhuriyet tarihi boyunca semirerek geldiği aşamada, yerel toplumsallaşma ve küresel entegrasyon kapasitesine dayanarak ülkenin hakimiyetini doğrudan eline almak istiyor, kriz koşulları bu isteğe özel ve tayin edici bir ağırlık kazandırdı.
Bu istek üzerinden sermayeyi “yargılamak” saçmalıktan öte gitmez. Başka nasıl davranabilir ki?
Sistemin gerçek egemeninin kendisini yeterli güce ulaşıncaya kadar semirten “hamisi” Orduyu hizmetine alması, sermaye düzeninin rasyonellerinden birisidir. Coğrafyasında yaşanan tarihin Türkiye kapitalizmine dayattığı bu “arizi” durum ya da “pürüzü” aşmayı şayet becerebilirse, sermaye birikiminin hızı ve kapasitesini daha da arttırmanın zemini oluşacaktır.
Ayrıca, şimdi yapılmak istenen restorasyonla, tıpkı ordu hamiliği döneminde olduğu gibi şimdi de Erdoğan’ın başına buyruk-tümüyle kontrol edilemeyen bir tarzda yaptığı-yapabileceği yetkin olmayan yönelimler ya da beklenmeyen maraziliklerin önü kesilecektir.
Sistemin çok yönlü küresel krizinin yarattığı ağır sorunların gerilimleri tarafından kuşatılan ve birikim süreçlerini zaten oldukça engebeli bir “arazide” yapmak zorunda olan sermaye güçleri, ek olarak hiçbir “yük” taşımak istemiyor.
O, kendisinde yoğunlaşmak, ülke coğrafyasını kendi birikimi açısından “pürüzsüz” hale dönüştürmek, yakın coğrafyanın kendisinin doğrudan kontrolündeki devlet tarafından hegemonya altına alınarak kendi birikiminin hizmetine girmesini sağlamak, küresel hegemonya krizinde mümkün olan bütün fırsatları kullanarak küresel kapitalizmin basamaklarında daha yukarı doğru tırmanmak istiyor.
Sermayenin hedefleri, özel bir marazilik taşımıyor ve sistemin “rekabetçi” rasyonellerinden çıkıp geliyor; ama, söz konusu hedeflerin “haklılık” ya da “zorunluluk” taşıyor olması, onlara kendiliğinden ulaşılacağı anlamına da gelmiyor. Tam tersine, oldukça zor, karmaşık ve sert engeller sermayenin hedeflerine ulaşmasının önünde birikmiş durumda ve sermaye güçleri ne yapacaksa bu engellere rağmen ve bunları aşarak yapmak zorunda.
O durumda, söz gelimi şimdi yaşanan döviz krizindeki tutumlar ya da Yiğit Bulut veya Cemil Ertem gibi danışmanlarla karar vermek gibi maraziliklerden tümüyle uzak duran; sermayenin rasyonellerinde rafineleşmiş ama aynı zamanda gerektiği an ve yerde bu rasyonellere rağmen davranarak güncel hırsların önünü açabilen olağanüstü yetkin bir devlet mekanizmasına ihtiyaç acil hale geliyor.
Anlık refleksleriyle iyi hesaplanmış stratejik ve taktik yönelimlerinin önünü açabilecek, hızlı davranabilen, mümkünse hiç hata yapmayan-yaptığında hızla düzeltebilen, kriz koşullarında her an değişebilen dengeleri ve doğan fırsatları herkesten önce görüp doğru hamle yapan ve başkalarıyla birlikte hayata geçireceği bütün bu yeteneklerini-kapasitesini doğrudan sermaye güçleriyle iç içe yürütebilen bir rejim; işte BS tam da bu zorunluluktan çıkıp geliyor.
Devletin despotik yapısıyla hiçbir sorunu olmayan sermayenin acil ihtiyacı, bu yapıyı güncelleştirecek, yetkinleştirecek ve “pürüzlerinden” arındırarak tümüyle kendi hizmetine sokacak bir rejim!
İşte, “Millet İttifakı”, Erdoğan tarafından kurulan BS rejiminin yine onun tarafından yıpratılmasını engellemeyi hedefliyor.
BS, Millet İttifakı tarafından kimi “makyajlarla” süslenip halkın onayına sunularak şimdi oldukça eksik olan toplumsal meşruiyete kavuşturulacaktır.
Gül, bu ittifakın ürkek üyesidir ve fırsatını bulduğu ilk anda Erdoğan’ın ayağının altına muz kabuğu koymakla görevlidir.
Millet İttifakı’nın İyi Parti kolu devletin “gizli” alanındaki bazı güçlerle ilişkiyi kurar ve milliyetçi toplumsal güçleri MHP’den koparıp özünde despotik ama görünüşte uyduruk bir “liberal!” zeminde yeniden şekillendirerek uysallaştırırken, Saadet kolu İslam kartını AKP’nin elinden alarak yoksul müslümanları restorasyonun hizmetine sokmakla görevlidir.
CHP ise, özellikle açıklanan yeni listenin de açıkça gösterdiği gibi (gerçekleşmesi neredeyse imkansız derecede zor olsa da) gömüldüğü mezarlıktan yeniden dirilip çıkarak BS’nin merkezindeki baş aktör-denge noktası olmaya çalışmaktadır.
Farklı kollardan AKP’yi kuşatan Millet İttifakı’nın, sistemin rasyonellerini gözetip sermaye birikiminin devamlılığını sağlamaya özen göstererek, çatışmacı değil yatıştırıcı davrandığını ama gerektiğinde zararsız gerilimler yaratarak yol aldığını görüyoruz. Seçimler şayet normal koşullarda yapılıp devreye sokulacağı kesin olan hileler de azaltılabilirse bu ittifakın kazanacağı anlaşılıyor. Başkanlığın Erdoğan, Meclis çoğunluğunun Millet İttifakı tarafından kazanıldığı bir durum da yaşanabilir.
Ancak, havalarda uçuşan tehditler de herkes tarafından biliniyor; bunların ne kadar uygulanabileceği, uygulanırsa ne kadar engellenip ne kadar sonuca ulaşabileceği, seçim sürecinin akışında yaşanacak itiş-kakış içinde belli olacaktır. Sonuç, iktidara bütünüyle yapışan ve iktidardan düşünce ne olacağını kestiremeyen Erdoğan’ın neyi ne kadar göze alabileceği, sistem içi güçlerin restorasyon hamlesinde ne kadar ısrar edebilecekleri ve sistem karşıtı güçlerin hangi seviyede direnebileceği üzerinden belirlenecek.
Öyle oldu ki, seçim artık sadece seçim olmaktan çıktı; başta hile ve şiddet olmak üzere bütün yolların karşılıklı kullanıldığı bir güç ilişkileri alanında yaşanan yoğun ve karmaşık sürecin içinde ilerliyoruz.
Baskın seçimin iktidar açısından faydası, “Baskın Basanındır!” kuralını işletmek ve öncesinde yapılan hazırlıkları hızla devreye sokarak, muhalefetin nefes bile almasına fırsat bırakmadan bir seçim kampanyası yürütebilme fırsatını yakalamış olmalarıydı. Bu süreçte koparılacak kuru gürültüyle “Yangından Mal Kaçırır” gibi seçim gününe ulaşılacak ve seçim günü de, muhalefetin şaşkın bakışları altında seçim sandıklarının havalarda uçuştuğu bir seçim yapılacaktı.
Sonuçta, bir kez daha “Atı Alan Üsküdar’ı” geçecekti.
Oldukça “ucuz” ve “basit” gibi gözükse de, benzeri kurgular şimdiye dek kazandırmıştı, yine kazandırabilirdi.
Peki, başarabildiler mi?
Herkes de görebilir ki, muhaliflerini bile şaşırtacak ölçüde bir başarısızlık yaşıyorlar. İktidar güçleri, sanki baskını onlar yemiş gibi şaşkın durumda ve onları dibe doğru çeken bir “Metal Yorgunluğu” içindeler.
Başta Erdoğan ve Bahçeli, iktidar alanının tümünü kapsayan bir yorgunluk, bezginlik, vurdumduymazlık, şaşkınlık ve kendini toplayamama hali görülüyor. Gardı düşen boksör durumundalar.
Yorgunluk denilebilir, ufka bakınca gördüklerinden, iktidarda kalsınlar ya da düşmüş olsunlar başlarına gelebilecek olanlardan, etraflarını sarıp sürekli daha da sıkıştıran gerilim eksenlerinin bunaltıcı baskısından ya da içinde sürüklendikleri kaotik ortamı kontrollerine alarak ayakta kalabilmek için gittikçe daha fazla yaratıcı enerji harcamaları gerekirken tam tersine yetenek ve kapasite açısından yetersiz kaldıklarından olabilir. Ya da, saydıklarımızı sayamadığımız başkalarıyla birlikte aynı anda yaşıyor olabilirler. Her ne sebeple olursa olsun, iktidar alanının gardının düştüğü bir gerçeklik.
Üstelik, dipten çıkış için yapılan hamleler de pek işe yaramıyor.
Bahçeli, hiç farkında olmasa da, konuştukça batıyor, sertleşmeye çalıştıkça karikatür haline dönüveriyor. Aslında, susup hiç konuşmasa kendisi açısından en iyisini yapmış olur.
Erdoğan ise, ustası olduğu uygun gerilim çıkarma ve onu yöneterek ortama hakim olma “sanatını” bir türlü layıkıyla icra edemiyor!
Hatta, öyle oluyor ki, etrafını sarıp sıkıştıran gerilimlerin baskısından olsa gerek, bilinçaltı sık sık bilincine sıçrayıveriyor ve “Tamam!” ya da “Sıkıldık!” gibi iki güzel sloganı muhaliflerine kazandıracak gaflar yapıyor. Kılıçdaroğlu’nu keyifle tokatlayarak yol almaya alıştığından, kendisiyle laf yarıştırmakta hiç de altta kalmayan İnce, Akşener, Demirtaş ve Karamollaoğlu karşısında ne yapacağına bir türlü karar veremiyor; sakin ve olgun lider olarak “kapsayıcı” da davransa ya da tersinden alışılageldiği üzere gerilim yaratmaya da çalışsa, her durumda bir türlü inisiyatifi ele geçiremiyor.
Ancak, bu durum madalyonun bir yüzü ve muhalifler gerçeğin sadece bu yüzünü görürlerse, 7 Haziran sonrasında olduğundan daha da ağır bir duruma düşmeleri kaçınılmaz olacaktır.
İktidar alanı, evet bir “metal yorgunluğu” yaşıyor ama asla yenilgiyi kabul etmeyecek, her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalabilmek için elinden gelen “her şeyi” yapmakta kesinlikle tereddüt etmeyecektir.
En başta, her ne kadar bahsettiğimiz “metal yorgunluğu” hiç de rastlantı olmayıp iktidarın sıkıştığı köşede sürekli yediği yumrukların sersemletici etkisinin sonucu olsa da; siyasetin kendisine özgü yapısının üretebileceği fırsatları iyi kullanabilecek Erdoğan, kendisine verilecek uygun bir pası gole çevirmekte tereddüt etmeyecek ve inisiyatifi hızla ele geçirecektir. Muhalefetin, böylesi bir gaf yapmamak için olağanüstü hassasiyet göstermesi, birbiriyle asla uğraşmayıp bütün enerjisini iktidar alanına yönlendirmesi, sürekli tetikte olması ve şimdi kazandığı inisiyatifi 24 Haziran’a kadar sürdürmek için an be an yaratıcı hamleler yapması gerekiyor.
Daha önemlisi ise, iktidar alanının elindeki imkanlara, en başta da içinde güçlü mevziler kazandığı devletin kapasitesine güveniyor olmasıdır. Ki, şimdiki gevşekliğin bir sebebi de bu imkanlara duyulan güvendir ve elde ne varsa hepsinin itinayla kullanılacağı kesindir.
7 Haziran sonrasında nelerin göze alındığı hatırlanırsa, şimdi daha da sıkıştıkları ve devlet içinde daha fazla mevzi kazandıkları koşullarda o dönemde yaptıklarından çok fazlasını uygulamaktan çekinmeyeceklerdir. En ufak bir rehavet, en küçük bir zayıflık, içi boş beklentilere kapılıp yaşanacak tempo kaybıyla boşluğa düşerek bir an inisiyatifi elden kaçırma, yaşanacak tereddüt…vd., Erdoğan’a verilecek gollük bir pas olacaktır.
Farklı politik zeminlerde toplanan muhalif güçler, kendilerine yapılan baskın karşısında ilk anda şaşkınlığa düştü. O şaşkınlık anında başkalarının yanı sıra ortaya iki tehlikeli eğilim dökülüverdi. Bu eğilimler, muhalefetin zayıf noktalarını açık etti ve zayıflayarak da olsa alttan alta halen de varlıklarını sürdürüp, yeniden öne çıkabilmek için fırsat bekliyorlar.
İlkin, muhalefet güçlerinin Erdoğan’ın baskınını korkularını parlak sözlerle saklamaya çalışan bir panik içinde karşıladığını vurgulamalıyız.
Ortada seçim hakkını gasp etmeye çalışan hukuksuz bir baskın varken ve tümüyle hazırlıksız yakalanmışlarken, bu gerçeğe odaklanmak ve dayatılan hukuksuzluğu teşhir ederek inisiyatif kazanmak yerine, dayatmayı çaresizce kabullendiler ve içi boş kabadayılıklar üzerinden havayı yumrukladılar.
Bu tutum, bir biçimde erkene alınacağı zaten belli olan tarihin beklenenden de öne çekilmesiyle yaşanan abartılı bir şaşkınlığı, gücünü abarttıkları Erdoğan’ın her durumda bir biçimde kazanacağını ve işte şimdi de yapacağını yaptığını, karşısında ne yapılırsa yapılsın bir biçimde kazanacağına inanıldığını açık ediyordu.
İlk şaşkınlık anında Erdoğan’a bakan muhaliflerin, hukuk falan takmadan istediğini yapmaya hakkı olan ve yapan “yenilmez dev” gibi bir şey gördükleri anlaşılıyordu. Hukuksuzluk, sorgulanmadan kabullenildi.
İkincisi, Erdoğan’ı olduğundan daha güçlü ve baskın seçim hamlesini olduğundan daha ağır ve usta işi bir darbe gibi gören muhalefet; açıkça görülüverdi ki, esas olarak başka ve daha büyük bir zaafla yüklüydü: O, kazanacağına inanmıyor, dolayısıyla kazanma hırsı taşımıyor ve öylesine “mış gibi” davranıp-geviş getirerek sözümona muhalefet yapmaya devam etmeyi kabulleneceğini, keyfini bozmak istemediğini açık ediyordu.
CHP’nin damgasını vurduğu bu tutumun ufkunda iktidar olmak yoktu ve partilerini bir devlet dairesi (ki, gerçekten de büyük ölçüde öyledir) siyasal faaliyetlerini de mesai saatlerinde yapılan bir iş gibi gördükleri “muhalefet görevini” sürdürmek istiyor, öyle iktidar falan olup da keyiflerini bozmak istemiyorlardı.
Üstelik, “gelen ekonomik krizin faturasını niye biz ödeyelim, hele AKP o darbeyi bir yesin de, sonrasını sonra düşünürüz” diyenler bile olmuştu. Kendilerini “uyanık” sanan bu ahmakların, siyasetin “Güç” işi olduğunu, başarıyı aslanın ağzından almak gerektiğini ve esas olarak “sorun çözerek” iktidar olunabilineceğini bilmedikleri, günümüz koşullarında en harlı ateşlerin yandığı iktidar alanını da çeşitli keyif verici şeylerin yapıldığı piknik alanı gibi bir şey olarak gördükleri anlaşılıyordu.
Peki, ne oldu da “büyü” bozulup işler tersine döndü ve muhalefet inisiyatifi ele geçiriverdi?
Biz yurttaşların gördüğü “sahnenin” arkasındaki “yönetmen odasında” neler olup bitti, kim kimin kulağını hangi şiddette çekti henüz bilmiyoruz, belki de hiç bilemeyeceğiz; ama bir anda üstündeki ölü toprağını atan CHP harekete geçti ve üst üste yaptığı “akıllı” hamlelerle AKP-MHP koalisyonunun kimi oyunlarını bozuverdi. Alışık olmadığı darbeler alan Erdoğan’ın ise, Akşener’in dediği gibi, “çalışmadığı yerden gelen sorular” karşısında kendisinden beklenmeyecek ölçüde şaşırarak hızla boşluğa düştüğünü ve halen de “ne yapacağını tam bilemeyen” bir konumda karar vermeye çalıştığını görüyoruz.
“Büyüyü” bozan hamle, İyi Parti’yi seçim dışı bırakma hesaplarının iktidar alanı açısından tayin edici ağırlığını gören ve planlanan “oyunu” bozan tutum oldu. CHP’nin akıllıca hamlesiyle “oyunları” bozulan ve İyi Parti’nin seçime girmesini engelleyemeyen Erdoğan ve Bahçeli şaşırıp bir an boşluğa düşünce, bu zaafı görüp ileri doğru hamle yapan CHP öncülüğündeki muhalefet inisiyatifi ele geçirdi. İnisiyatif, halen de muhalefetin elinde.
Erdoğan’ın sanıldığı kadar “yenilmez” ve “güçlü” olmadığı, bir anda düşen gardından anlaşılırken, Bahçeli iyice dibe doğru kaymaya başladı. Aslına bakılırsa, aynı öneri CHP’den çok önce sosyalist militan Demir Küçükaydın tarafından HDP’ye yapılmış, ama ciddiye alınmamıştı. Öyle anlaşılıyordu ki, öneriyi (ne yazık ki kaynağını söylemeden!) “kapan” CHP aklı, hayata geçirme riskini almış ve kazanmıştı.
Herkesi baskılayan “büyü” dağılınca, baskın seçim sürecinin mimarlarının birçok kurgusu bozuldu ve süreç muhalif güçlerinde söz sahibi olduğu bir yapı kazandı.
İktidar güçleri inisiyatif kaybedince, aniden hava değişti, her şey başka bir gözle görülmeye ve başka bir anlam taşımaya başladı. Hatta, önce yaşananlar bile, artık başka bir etki gücü kazandıkları için yeniden değerlendiriliyor, yeni sonuçlar üretiyordu.
Öncesi ve sonrasıyla topyekun baktığımızda, muhalefetin inisiyatifi süreklileşti ve AKP-MHP ittifakı altta kalmaktan bir türlü kurtulamadı.
Gül ile AKP’nin arasındaki çatlağın görünür kılınarak derinleştirilmesi, Akar’ın helikopterli ziyareti üzerinden yıpratılması ve İnce’nin kendisine “Üniformanı çıkar da gel!” diyecek cesareti kazanması, Saadet Partisi ve lideri Karamollaoğlu’nun kendilerinden beklenmeyen bir muhalefet asabiyeti yüklenip akıllıca hamlelerle AKP içindeki “gizli” taraftarlarını kendilerine çekmeye başlaması, CHP’nin kendisi açısından en uygun aday olan Muharrem İnce’yi seçme basiretini göstermesi, AKP-MHP ittifakına karşı CHP-İyi Parti-Saadet ittifakının oluşması, MHP’de kalanlar içinde ağırlığı olan A.Kaya’nın “Erdoğan’a oy vermeme” çağrısı gibi olgular birbirini takip etti.
Çekişen iki sistem içi siyasal blok içinde, Erdoğan karşıtı blok güç kazanıyor. Ancak, henüz seçimlere bir ay var ve oldukça uzun olan bu sürede Erdoğan yeniden inisiyatif kazanabilir.
Öte yandan, Erdoğan’ın gaflarını kaçırmayıp anında yakalayan Gezi aklının “Tamam!” ve “Sıkıldık!” hamleleri de, halkçı-demokratik bir devrimci güç alanının oluşabileceğinin işaretini verdi. Ancak, bu alanın özgün yapısını görüp yakalayan bağımsız bir öncü politik özne henüz yaratılabilmiş değil.
Halkçı alanın en güçlü siyasal gücü olan HDP ise, önce “Millet İttifakı” içine girme denemesi yapsa da, bir sonuç alamayınca zaten yapması gerekeni yaptı ve dışındaki sol güçlerle demokratik bir ittifak alanı kurdu. Bu hata, 7 Haziran sonrasındaki zaaflı duruşun henüz kendi zaafını kavrayamadığını, devlet merkezli siyasal alan-partiler sistemi gerçekliğinin derinliğinin yeterince kavranmadığını ve önemsenmediğini gösteriyor.
“Millet İttifakı” içine girme denemesinin gerekçesi olarak, “tecritin ve halklar arası düşmanlaştırma faaliyetlerinin önünün kesilmesi” gösterilse de, son derece haklı bu istek pekala şimdi olduğu gibi halkçı-demokratik bir blok oluşturduktan sonra, bu bloğa sırtını dayayarak kazanılacak güç üzerinden sistem içi güçlerle kurulacak ilişkilerle de sağlanabilir.
Şayet “Millet İttifakı” içine girilseydi, şimdi HDP etrafında toplanan birçok güç dışarda kalacak ve bu güçlerden faydalanılamayacak, hatta içindeki kimi sol güçleri bile kaybetme riski yüklenilmiş olacaktı. Daha da önemlisi, kendi halkçı-demokratik özünü açığa çıkaramayıp gölgelemek zorunda kalacak olan HDP, zayıf bir zeminde konumlanacak, ittifakın ana özelliklerinden birisi olan HDP-karşıtlığının etkisi altında kalan kimi güçlerinin halkçı özünün erozyona uğramasıyla yüzleşecekti.
İçinde bulunduğumuz tarihsel momentte demokrasi mücadelesinin en büyük gücü olan HDP’nin halkçı-demokratik talepleri cüretle savunarak, kendisinin merkezinde olduğu halkçı-demokratik bir alan oluşturması ve geleceği temsil eden bir bağımsız özne olması gerekiyor. Olamadığı ölçüde enerjisinin çoğunu düzen siyasetinin labirentlerinde kaybolmamaya harcayacak ve üstelik tarihsel rolünü oynayamadığı için anlam kaybına uğrayarak boşluğa sürüklenme riskiyle yüzleşecektir.
Daha tehlikelisi ise, sistemin “restorasyon” girişiminin “dolgu malzemesi” konumuna sürüklenmektir.
HDP, şimdi geldiği noktada, sosyalist güçlerden, kadınlardan ve Alevilerden temsilcilerle kendisinin içinde ve etrafında demokratik-halkçı bir blok oluşturdu. Bir adım daha atıp, gelebilen bütün güçlerle birlikte ortaklaşılan bir “Demokrasi Programı” açıklanmalı, geleceğe dair umutlar, demokratik bir anayasa ve cumhuriyet perspektifine yerleştirilmelidir.
HDP, zaten ikili bir ittifak alanı üzerinde kendisini var ediyor: Kürt halkının özgürlük arayışı içinde yer alan farklı sınıf ve zümrelerden Kürt güçleri ve kendisini HDP içinde ifade eden sol-sosyalist hareketler.
İşte, oldukça geniş ve zengin bir alana yayılan bir ittifak alanı olarak HDP; iki süreci aynı anda yürütebilmeli; hem kendisi üzerindeki devlet baskısını geriletebilmek, daha güçlü meşruiyet üretebilmek ve etki alanını daha da genişletebilmek için kendi dışındaki güçlerle başka ittifaklara girebilmeli; hem de ama, zaten kendisinin de bir ittifak alanı olduğunu ve dolayısıyla içindeki farklı güçler tarafından değişik yönlere çekiştirilerek dağılma riski taşıdığını hiç unutmadan, kendi duruşuna derinlik kazandırabilmek için özgün halkçı-demokratik asabiyetini güçlendirmeli, kendisini başka bir yapısallıkta değil “Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet” hedefine doğru yürüyüşün “kurucu” ve “öncü” gücü olabileceği bir özgün yapısallıkta inşa etmelidir.
HDP bütünselliği içinde aynı anda hareket eden iki sürecin hangi ağırlıkta devrede olacağı güncel siyasetin anlık akışı içinde an be an belirlenecektir; ancak, açıktır ki, çoğunlukla ilki daha çok sistem içi güçlere doğru bir salınım olarak ikinci ise daha çok devrimci-komünist güçlere doğru bir salınım olarak yaşanacak bu süreçlerin herhangi birisinin ötekisini dışlayıp tek yanlı olarak sürecin bütününe hakim olması, oldukça riskli ve muhtemelen ağır sancılar yaşatabilecek sorunlar ortaya çıkaracaktır.
Yine de vurgulamalıyız ki, HDP’nin içinden çıkıp geldiği tarihi onu halkçı bir demokratik cumhuriyetin en güçlü kurucularından birisi olmaya doğru ivmelendiriyor; onu sistemin ya da devletin herhangi bir ögesi yapmak isteyenlerin işi oldukça zor.
İşte, yeniden vurgulamak gerekirse, HDP, şayet “Millet İttifakı” içinde yer alsaydı, anlam kaybına uğrayarak hafifleyecek, halkçı-demokratik çekim gücü azalacağı için içindeki kimi güçleri yitirebilecek ve muhtemelen şimdi etrafında toplanan sol güçlerin önemli bir bölümünü kapsayamayacaktı. Elbette, bu durum kimi HDP bölüklerini pek de rahatsız etmeyecek, özledikleri liberal-demokrat ya da sosyal-demokrat sistem içi siyasal parti olma hedefine doğru yol almış olacaklardı. Ancak, devletin klasik yapısı muhtemelen İyi Parti eliyle bu yönelimin önünü kesti ve bir kez daha “Türkiye gerçeğini” göstermiş oldu.
Şimdi gelinen yerde oluşan ittifak zemini ise, mümkün olan neredeyse en iyi konumlanma olarak görülebilir ve bu kadar vakit kaybetmeye hiç gerek yoktu. Kürt coğrafyasındaki anti-HDP ama Kürdi güçlerle kurulamayan ilişkinin doğuracağı zaaf önemlidir ve seçim sürecindeki sakınımlı tutumlarla giderilmesine özen gösterilmelidir.
HDP, geldiği güncel noktada, kendisine yoğunlaşıp, tarihinin ona yüklediği halkçı-demokratik mayayı toplumsal yaşamın farklı dinamiklerinde yeniden üreterek zenginleştiriyor ve içindeki ve dışındaki demokrat ve halkçı-devrimci güçlerle daha yoğun bir ilişkilenme sürecini ivmelendirmiş durumda.
Bu süreç, CHP’nin “devletçi” genetiğinin yönlendirmesiyle yerleştiği merkez ve merkez-sağ arasında salınma ve istikrar kazanmış bir süreklilik içinde sürekli olarak kendi sağına doğru açılma süreciyle birleşince, merkez-sol dahil bütün sol alan ve esas olarak da sistem dışı bağımsız halkçı-demokratik alan tümüyle HDP’nin etki alanına açılmış durumda.
HDP’nin özündeki halkçı mayanın zorlamasıyla (ama biraz da çözümsüzlükte ısrar ederek gerçekliğe kendisini dayatmakta ısrar eden devlet güçlerinin “desteğiyle”) kazandığı şimdiki konumlanışı, tarihsel sonuçlar yaratmaya gebedir. HDP içinde ve etrafında toplanan halkçı-demokratik öğeler, elbette herhangi bir sekter-marjinal tutuma düşmeden, şimdi oluşan alanda hegemonya kurabilirse, tarihin kendilerini çağırdığı toplumsal ve siyasal dönüşüme büyük katkı yapabilir.
Ayrıca, HDP kendisinde derinleşerek halkçı-demokratik mayasının toplumsal açılımını başarabilirse, sistem güçlerini de baskı altına alır. Bu güçler, HDP’nin solda hegemonya kurmasını engelleyebilmek için sola doğru yönelmek zorunda kalır ve dolayısıyla sistem içi siyasal alanın sürekli daha sağa doğru gidişine de fren yapılmış olur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.