Hayatında hiç sokağa çıkıp eylem yapmadığı için şu anda bir yerlerde yazı yazıyor olmayı çok önemli bir muhalefet olarak gördüğü kesin
Hayatında hiç sokağa çıkıp eylem yapmadığı için şu anda bir yerlerde yazı yazıyor olmayı çok önemli bir muhalefet olarak gördüğü kesin. Yazı yazmaktan ve akıl vermekten başka bir muhalefet yöntemi tahayyül edemediği için kendi dönemlerinde ana akımda yazı yazanları mahkemeye vermeyen Özal’a, Keçeciler’e, İsmet Sezgin’e hatta Demirel’e siyasi olgunluk ve demokratiklik atfediyor
İki yıldır genç bir üniversiteli kadınla aynı evi paylaşıyorum. Sık sık öğrenci gençlik hareketine ilişkin muhabbetler yapıyoruz. İster istemez kendi öğrencilik yıllarımı anımsıyorum. Arkadaşımın ailesi de sosyalist olduğu için öyle gizli saklı bir gençlik hayatı yaşamak zorunda kalmıyor. Ben ise hep, çoğu evde telefon bile olmadığı yıllarda, ablamda kaldım, şu “kız” arkadaşımda kaldım türü yalanları kolayca söylediğimi hatırlayıp, görüntülü cep telefonları çağında mecbur kalan gençlerin ailelerine ne yalan söylediğini merak ediyorum. Gençliğin özel eylem günleri ayrıca ilgimi çekiyor ve tabii ki birinci sırayı 6 Kasım YÖK’e hayır eylemleri alıyor. Kaç yıl oldu YÖK kurulalı emin olamadım 1981 miydi 1982 miydi acaba? Neyse 50. yılı geldiğinde tam tarihini de hatırlarız, neticede kaç nesil öğrenci hareketi geçti YÖK yerli yerinde duruyor ve belli ki 50. yılı da görecek.
1988’de üniversiteye girdim, öğrenci dernekleri dönemiydi. Dönemin [Türkiyeli] sosyalist gençlik hareketinin ritüelleri Ahmet Kaya ve Grup Yorum dinlemek ama tabii ki eylemlerde Grup Yorum şarkıları söylemek ve onların şarkılarıyla halaya durmaktı. Şafakta Kazandık Zaferi ve Kızıl Kayalar niyeyse ortalarda en çok dolaşan kitaplardı. İkincisini okumak kısmet olmadı diyeyim… Ama dönemin en popüler romanları kuşkusuz İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken üçlemesiydi. Lisede Duygu Asena’yı ve Pınar Kür’ü de çokça okumuştum ama gençlik hareketi içinde onlar yılgınlığın yazarları olarak görülüyordu. Diyemiyordum ki ilk aşkı Pınar Kür gibi ya da bekaret zarı korkusunu Duygu Asena gibi güzel anlatan var mı… Feminizm çıkmıştı ama daha bizim oralara ulaşmamıştı. Kürt gençliğinin eylem ritüelleri bizden farklıydı, bu farkın en net göründüğü eylemler ise Newrozlar ve dağa giden arkadaşlarının ölüm haberi geldiğinde yaptıkları anmalardı. O anmaların sonunda halay çekerdi “Kürt arkadaşlar”, öyle hareketli halaylardan değildi, böyle el çırparak ağır bir ritimle çekilirdi halay.
6 Kasım eylemleri sadece okulda yapılırdı da diğer özel günler için hem okulda “forum örgütlenir” hem de şehrin ana merkezlerinden birinde “korsan koyulurdu”. Basın açıklaması diye bir eylem türünü galiba 90’ların ortasında İHD’lilerle öğrendim. Aynı gün karar verilen korsanlar iyiydi de bir iki gün önceden kararlaştırılanlar zordu, akşamları uyumadan önce ertesi gün için korkmaktan gözüme uyku biraz zor girerdi diyeyim. Oysa güvenlik tamdı! Yol önden ve arkadan yanıverirdi çevik aracı yetişemesin diye. Sloganlar atıldıktan sonra özellikle yeni yeni katılmaya başlayan genç kadınlar yanlarındaki deneyimli erkekler tarafından ellerinden tutulup güvenli bir yere ulaşıncaya kadar az biraz sürüklenerek koşturulurdu. Biz birkaç kadın arkadaş bir süre sonra “kız kıza” gitmeye başladık korsanlara. Az uzaklaşınca taksiye biniyor sonra da eylem sonrası güvende olduğumuzu teyit etme randevusuna gitmeden önce Konyalı’da tatlı yiyorduk. Ama biz de kaçarken el ele tutuşup kaçıyorduk arbedede birbirimizi kaybetmemek için. (Artık nasıl tutuşmuşsak ele ele hâlâ bırakmadık birbirimizin elini!)
O yıllarda en büyük korkum yakalanıp gözaltına alınınca ailemin yaptıklarımı öğrenmesi ve beni tabir yerindeyse eve hapsetmesiydi. Tabii polis, gözaltı, işkence korkusunu saymıyorum. Bir de kadın olunca cinsel taciz korkusu ekleniyordu buna. Özallı yıllardı, Cemil Çiçek, Mehmet Keçeciler hiç gündemden düşmüyordu. Suratlarındaki korkunç ifadelerle tek kanal televizyonda izlediğimiz tehditlerini de unutmak mümkün değil. Mesela o dönemde 12 Eylül’ün kimi yetkili konumdaki MİT ve asker yöneticilerine sosyalist kimi grupların yaptığı infaz eylemlerinden sonra, Mehmet Keçeciler’di sanırım, söylenen “Bu öldürmeler devam ederse bu eylemi yapan gruplardan kişilerin bekleyen idam dosyalarını meclise getireceğiz” lafı hiç aklımdan çıkmadı. Tabii almıştı ağzının payını içerdeki devrimcilerden.
Dün Murat Sevinç’in “Turgut Özal’a, birlikte intihar teklifi”[i] başlıklı yazısını okuyunca irkildim. Ara ara okurum yazılarını ama açıkçası “Mor erkek ayakkabısı”[ii] başlıklı cinsiyetçilik ve ırkçılık şahikası yazısından beri pek okumuyorum. Turgut Özal filan ilgimi çekti. Kendisi böyle pek bir olgun havalı entelektüel birikimini hep gözümüze sokan yazılar yazar. Allah için akıcı yazıyor ve okutuyor. Sık sık Eyüp’te yetiştiğini ama işte üniversite ve sonrasında nasıl Eyüp’ün dışına çıktığını anlatır. Okuyunca hep hayatının hedefi olarak Eyüp’ten kurtulmayı seçtiğini hissedersiniz. O anayasa doçenti olmuş ve kültürel olarak sınıf atlayıp Eyüp’ten kurtulmuş. Yazıların altındaki kısa biyografisinde görüyoruz ki 1988’de üniversiteye Ankara Siyasal’a başlamış. Yazılarında sık sık ilk gençlik dönemimden bahsediyor ama hiç gençlik hareketi hatırası anlatmıyor. Belli ki annesinin babasının “Çocuğum sakın olaylara karışma, okulunu oku ekmeğini eline al, ondan sonra ne yapıyorsan yap” sözünü dinlemiş, derslerine çalışmış. Okulda “solcu gençlerin” sigara dumanı altında kendi gruplarının fikirlerini diğerlerine anlattığı kantinler yerine kütüphanede vakit geçirmiş. Koltuğunun altına sıkıştırdığı kitaplarla hep andığı “hocalarının” kapısında beklemiş ve ne çok okuyan bir çocuk olduğunu her fırsatta göstermiş. Okul bitince gitmiş İngilterelere orada Pakistanlı lokanta sahibinin yanında çalışmış ama işte belli ki hep içinden büyüyüp de mühim hoca olunca o Pakistanlıdan daha önemli biri olacağını düşünmüş. Öyle sınıf, işçi-işveren ilişkisi filan olmamış Pakistanlı patronla meselesi, o hep garsonluk yapsa da Türkiye’nin “Batı”ya Pakistan’dan daha yakın olması ve kendisinin ilerde üniversitede “hoca” olacak olmasıyla avutmuş kendini.
Zaten üniversite yıllarında da siyasetle ilgilenmekten anladığı belli ki arada akşam haberlerine kulak kabartmakmış. Hakkını yemeyelim muhtemelen kendini solcu hissetmiş ve bunun gereği olarak film festivallerine ve kitap günlerine hep gitmiştir. Okuduğu şiir kitaplarından alıntılarla siyasi olgunluk dersleri veren yazılar yazıyor şimdi. Hocalarının imza günlerini ise hiç kaçırmamıştır. Akademisyen olunca, o zaman yüzüne bakmayan solcu genç kadınların derin birikimi sayesinde ona nasıl ilgi göstereceğini hayal etmiştir. Kendisini hiç tanımadığım için “Hımbıl ama okuyan bir genç vardı ya o benim işte” diye film replikleri düşünmüş müdür bilemiyorum. Ama işte kendini yetiştirmiş sadece ders kitabı okumamış edebiyatla sanatla ilgilenmiş ki şimdi döktürüyor web sitelerinde mühim bir akademisyen olarak.
Hayatında hiç sokağa çıkıp eylem yapmadığı için şu anda bir yerlerde yazı yazıyor olmayı çok önemli bir muhalefet olarak gördüğü kesin. Yazı yazmaktan ve akıl vermekten başka bir muhalefet yöntemi tahayyül edemediği için kendi dönemlerinde ana akımda yazı yazanları mahkemeye vermeyen Özal’a, Keçeciler’e İsmet Sezgin’e hatta Demirel’e siyasi olgunluk ve demokratiklik atfediyor. İşi sosyal medya tartışmalarına çevirip bu saydığı isimlerin döneminde gerçekleştirilen yargısız infazları ve katliamları filan saymayacağım. Yine de “Eleştirilecek pek çok nitelikleri vardı ve tabii Türkiye’nin bu hale gelmesinde büyük payları oldu” gibi naif bir cümleden çok daha fazlasını hak ettiklerini düşünüyorum. Ama zaten mevzu onların neler yaptığı değil Murat Sevinç(ler)’e bu siyasal okumayı yaptıran akademik ve siyasi koşullar.
Murat Sevinçlere sorsanız hayatları boyunca YÖK’e karşı çıkmışlardır. Ah bu YÖK değil midir Burhan Kuzular gibi düzgün Türkçesi olmayan, Eyüplülüğünü aşamayanları anayasa profesörü yapan… Zaten Tayyip’in de esas sorunu Kasımpaşalılığını aşamamak değil mi… Oysa Burhan Kuzular bu ülkede YÖK’ten önce de vardı, dünyanın YÖK olmayan yerlerinde de varlar. YÖK’ün esas başarısı ise bizlere sol, demokrat vs. bilim insanı diye Murat Sevinçleri kakalayabilmesidir. Murat Sevinçler üniversitede öğrenciyken azcık Lenin, devlet devrim filan gibi kavramlarla tanışsalardı devlet denilen şeyin baskıcılığını belirleyenin işçi sınıfının gücü olduğunu da bir şekilde duyarlardı. Şimdiki gençler bilmezler diye nostaljik bir üslupla siyasi olgunluğundan dem vurduğu isimleri, 1989’da işçi sınıfının bahar eylemlerinin tir tir titrettiğini bilirdi. 1989 1 Mayıs’ında binlerce insanın Taksim Meydanı’na nasıl aktığını da bilirdi. 3 Ocak genel grevinin ve madenci eylemlerinin Özal iktidarını nasıl götürdüğünü de bilirdi. Ama işte kapandığı kütüphanelerden dünyayı öğrenmeye çalışanlar, siyasi olgunluğun merkez sağın [ve hatta 2000 yılında Ecevit döneminde gerçekleştirilen 19 Aralık katliamında görüldüğü üzere] merkez solun uzağından yakınından geçmediğini, o olgunluk sandıkları şeyin sınıf mücadelesinin ve toplumsal mücadelenin gücü olduğunu bilemezler. Çünkü YÖK tam da sınıf mücadelesinin etkilerini akademiden silmek için kurulmuştur ve liberalizmin üniversitelerini inşa etmiştir: Murat Sevinç gibi kendini demokrat sanan anayasa doçentlerinin aslında süzme liberal oldukları gözlerden bilinçlerden ırak kalsın, sınıf mücadelesin toplumsal-siyasal alandaki belirleyiciliği ilelebet görünmez kalsın diye.
Murat Sevinçler sanırlar ki onların mühim yazılarıyla bir gün demokrasi geldiğinde bu memlekete yeni demokratik anayasayı Burhan Kuzu yerine şiir okumayı seven kendileri yazacak. Akıllarının köşesinden bile geçmez kendilerinin sadece kalem tutan bir elden ibaret olup demokrasiyi kazanan toplumsal mücadelenin aslında onlara anayasayı yazdıracak olan gerçek akıl olduğu. Ama zaten hayatında bir gün bile solculuk yapmayan bu tür muhtemelen Sovyet Anayasası’nı da Petrograd’ın Eyüp mahallesinden Moskova’ya üniversite okumaya gidip sonra da İngiltere’de yüksek lisans yapan işçi sovyeti temsilcilerinin yazdığını sanıyordur.
Hayatlarında hiç özerk demokratik üniversite lafı duymadıkları için üniversitede öğretim görevlisi- üniversite çalışanları (öğrenci işlerinde çalışanlar, sekreterler, temizlik görevlileri, bahçıvanlar vd.)- öğrencilerin eşit söz ve karar hakkına sahip bileşenler olduklarını tahayyül bile edemezler. Bu eşitsizlikle “öğrencilerim” gibi kast sistemine işaret eden kavramları marifetmiş gibi köşe yazılarında döktürürler. Çünkü öğrencilik hayatları boyunca hiç “hocalarıyla” eşit olabilecekleri bir dünya tahayyül etmemişlerdir. Bu nedenle KHK’larla işten atıldıklarında kendileriyle birlikte işten atılan araştırma görevlileri ve okutmanlarla birlikte, Flormar işçisi kadınlar gibi, çadır açıp okul önünde direnişe geçmeyi hiç düşünmediler. Araştırma görevlilerinin, okutmanların, doçentlerin profesörlerin eşitleneceği bir direniş çadırı kurmak yerine yerde ezilen cübbeye gözyaşı dökmeyi tercih ettiler. Mavi yakalı işçilerden hiçbir farkları olmadığını kabullenemediler gitti.
Olsun gün gelip öğrenirler, öğrenmenin yaşı yok. Günü geldiğinde özerk demokratik üniversitelerde öğretim görevlileri, öğrenciler ve üniversite çalışanları fakülte yerleşkelerinin adlarını belirleyecekler. Murat Sevinç’in siyasi olgunluk ve demokrasi terbiyesi atfettiği Özal’lı yıllarda, 1 Mayıs 89’da, Tarlabaşı’nda öldürülen genç işçi Mehmet Akif Dalcı’nın adı sınıf hareketi tarihi kürsüsüne yine 1 Mayıs 90’da polis kurşunuyla sakatlanan öğrenci Gülay Beceren tarafından asılacak. Bu sırada yine aynı üçlü bileşim arasında 1990’da İktisat Fakültesi Öğrenci Derneği’nin “babo”su olan Metin Göktepe’nin isminin gazetecilik bölümüne mi yoksa iktisat bölümüne mi verileceği tartışılacak. Hukuk fakültesi yerleşkesine ise yine Murat Sevinç’in siyasi olgunluk sahibi bulduğu Özallı yıllarda öğrenci gençlik hareketindeyken polis tarafından işkencede öldürülen Behzat Baykal’ın isimi asılacak.
Kuşkusuz Murat Sevinçlerin isimleri de tarihten silinmeyecek, onlar da sol liberalizmin siyasal perspektifi konulu tezlerin dipnotlarında anayasa tartışmaları bölümünde kendilerine yer bulacaklar.
Dipnotlar:
[i] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/05/24/turgut-ozala-birlikte-intihar-teklifi/
[ii] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/04/17/mor-erkek-ayakkabisi/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.