Önemli olan cumhurbaşkanlığı değil meclis seçimleridir… Görünüşte her şeye kadir ama aslında meclis tarafından kuşatılmış bir Cumhurbaşkanı arasındaki krizin nerelere varabileceğini görmek için geçtiğimiz sene Venezüella’da patlak veren ve hala çözülmemiş siyasi krizin gelişimine bakmak yeterlidir Seçimlere iki ay kala gerçekleşen 1 Mayıs’ta KöZ’ün dışındaki sol akımlar seçim konusunda derin bir suskunluk içindeydi. Halbuki Türkiye […]
Önemli olan cumhurbaşkanlığı değil meclis seçimleridir… Görünüşte her şeye kadir ama aslında meclis tarafından kuşatılmış bir Cumhurbaşkanı arasındaki krizin nerelere varabileceğini görmek için geçtiğimiz sene Venezüella’da patlak veren ve hala çözülmemiş siyasi krizin gelişimine bakmak yeterlidir
Seçimlere iki ay kala gerçekleşen 1 Mayıs’ta KöZ’ün dışındaki sol akımlar seçim konusunda derin bir suskunluk içindeydi. Halbuki Türkiye hem çok uzun zamandır bir seçim ikliminde hem de baskın seçimler solun önüne tarihi fırsatlar sunuyor.
Aslına bakılırsa referandumdan beri siyasete seçimler damgasını vuruyor. Belediye başkanlarının görevden alınmasından Afrin operasyonuna, Erdoğan tüm adımlarını yaklaşan seçimlere hazırlık için atıyordu. Bahçeli’nin erken seçim hamlesi ise süreci hızlandırdı. Erdoğan’ın bu hamleye olumlu yanıtı erken seçimi muhalefeti sıkıştırma amaçlı baskın seçime dönüştürdü.
16 Nisan’da şaibeli referandumu kazanmak Erdoğan’ı rahatlatmadı. O günden beri hükümet kurmak için gerekli yüzde elli artı biri nasıl bulacağını kara kara düşünüyor. Anayasa değişiklikleri ve başarısız referandum sonucu Erdoğan’ın manevra kabiliyetini yitirip tümüyle MHP’nin politik çizgisine teslim olmasına yol açtı. Afrin macerası Erdoğan’ın oylarını bir gram arttırmadı.
Erdoğan, bindiği dalı kesmeyecek bir HDP’yi meclisin dışına atamayacağını biliyor. Kendi partisi içindeki hizipler dalaşını sonlandıracak bir seçim zaferi kazanamayacağının da farkında. Yaklaşan seçimlerde meclisteki çoğunluğu yitirmekten korkuyor. Hâl böyle olunca seçimleri öne almaya değil ertelemeye ihtiyaç duyuyor.
Tıpkı referandum kararında olduğu gibi erken seçim kararı alınmasında da inisiyatif Bahçeli’deydi. Bu yüzden “ekonomi kötü gittiği için Erdoğan seçim kararı aldı” gibi, süreçte inisiyatifin Erdoğan’da olduğu yanılsamasını uyandıran yorumlardan kaçınmak gerekir. Erdoğan’ın aksine Bahçeli’nin seçim kaybetmekten korkusu yok. Bahçeli devlette kadrolaşma derdinde. Erdoğan’ı ne kadar zora sokarsa onu kendisine daha da bağlayacağını biliyor. Sıfır çekeceği bir yerel seçimden sonraki bir seçim ittifakının, kendisinin pazarlık payını düşüreceğinin de farkında. Bu yüzden Erdoğan’ı uçurumun dibine sürükleyecek erken seçim hamlesini yaptı. MHP ile ittifakına son veremeyen Erdoğan’ın elinden gelen tek şey seçim tarihini muhalefeti sıkıştıracak şekilde öne almak oldu.
Erdoğan’ın asıl amacı Akşener’i devre dışı bırakmak olsa da, asıl hasar başka yerde gerçekleşti. Seçimlere giderken, Amerikancı muhalefetin ana aktörü olan CHP bir ucunda Saadet Partisi ile İyi Parti’nin, diğer ucunda da HDP’nin bulunduğu bir koalisyonu kurmak için ittifak görüşmeleri yapıyordu. Beri yandan da kendi partisinin ulusalcıları ile sol-liberal kanadı arasındaki dengeyi bulmaya çalışıyordu. Baskın seçim kararı, bu ittifak ve ikna görüşmelerini sekteye uğratacak; aynı zamanda CHP içindeki merkezkaç eğilimleri artıran bir etki yaratacaktır. Zira Erdoğan’ın MHP ile ittifakı onun geleneksel seçmen tabanının da altını oymakta ve bu kesimlerin İyi Parti ve Saadet’e kaymasını hızlandırmaktadır. Aynı zamanda Erdoğan’ın baskılarının hedefinde Akşener’in olması İYİ Parti’ye seçmen desteği taşıdığı gibi İyi Parti-Saadet yakınlaşmasını da kolaylaştırıyor.
HDP geride bıraktığımız üç yılı siyasetsiz, felç olmuş bir parti olarak geçirdi. Gelgelelim Erdoğan’ın HDP’yi ezme yönündeki girişimleri HDP oylarının erimesini engelledi. Üstelik bu sefer, bombalama ve katliamlar kendisinin zaafı olarak görüleceği için Erdoğan’ın iç savaşı büyütme gibi bir şansı da yoktur. Akşener’in varlığı ve CHP’nin sağa kayması HDP üzerindeki ittifak basıncını da azalttığı için HDP yaklaşan seçimlerde bağımsız bir çizgi izlemek için elverişli koşullara sahiptir.
Erdoğan erken seçimlerden korkmakta haksız değil. Zira HDP’nin milletvekili sayısını arttırması, İP-Saadet ittifakının barajı aşması Erdoğan’ın parlamentodaki denetimini yitirme ihtimalini arttırıyor. Meclisteki muhalefete dayanamadığı için OHAL’le ülkeyi yöneten Erdoğan’ın, kendisine OHAL yetkisi vermeyen, bütçesini onaylamayan, kararnamelerini iptal eden bir meclis ile karşılaşması, 7 Haziran sonrasından çok daha büyük bir siyasi krizin zeminini döşeyecektir.
Seçimler, Erdoğan’ın attığı her adımla daha da gerilediği, Amerikancı muhalefetin de hareket kabiliyetinin zayıfladığı koşullarda yaklaşıyor. Doğru bir seçim taktiği izlendiğinde sol güçlerin AKP’den desteğini çeken Kürtler kadar, CHP’den hoşnutsuz seçmenler için de bir çekim merkezi olması mümkündür. Bu 7 Haziran’ın ötesinde bir seçim başarısı anlamına gelecektir. Aynı zamanda solun Cumhurbaşkanlığı seçimlerine damga vurması, mecliste anamuhalefet pozisyonuna gelmesinin ve kitle seferberliğinin önünü açacaktır.
Kuşkusuz Erdoğan’ın sahiden parlamenter rejimi bir başkanlık sistemiyle değiştirdiğine inananlar ve reformist gözbağlarına sahip olanlar solun karşısında duran imkanları göremeyeceklerdir. Erdoğan’ın kendisinin dahi inanmadığı propagandasına kanan bu kesimler rejim değiştiği için parlamentonun tümüyle önemsizleştiğini düşündüklerinden dikkatlerini Erdoğan’ın dikkatleri çekmek istediği yere, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dikmişlerdir. Reformist gözbağlarına sahip oldukları için de Erdoğan’ın seçimle devrilebileceğini, bu nedenle de öncelikli görevin Erdoğan’ın karşısına yüzde 51’in oyunu alabilecek bir adayın çıkarılmasını savunmaktadırlar. En geniş cepheyi savunmak kılıfı altında yürütülen bu oportünist manevra elbette sol açısından bir çaresizlik üretmekte ve solun önüne ikinci turda CHP’nin adayını desteklemek dışında bir seçenek bırakmamaktadır.
Halbuki Erdoğan’ın tahtından seçimlerle indirilemeyeceğini savunanların gözlerini esas olarak dikmeleri gereken yer meclistir. Sosyalizmin demokratik halk iktidarının parlamenter yolla kurulabileceğini düşünenler elbette yeni anayasa değişiklikleriyle meclisin zayıfladığını, meclisin hiçbir işlevinin kalmadığını savunacaklar, böylelikle geçmişte meclise şimdi de cumhurbaşkanlığı makamına bel bağladıklarını itiraf edeceklerdir. Halbuki Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresindeki parlamentarizm üzerinde tezlerde de ifade edildiği üzere, siyasi gericilik çağında meclisin işlevi halk lehine düzenlemeler yapması değil düzenin yolsuzluğunun ve çıkışsızlığının teşhir edildiği bir kürsü olmasıdır. Devrimcilere düşen de bu kürsüyü işçileri seferber etmek ve burjuva devlet aygıtını işgöremez hale getirmek için kullanmak olmalıdır.
Görünüşte her şeye kadir ama aslında meclis tarafından kuşatılmış bir Cumhurbaşkanı arasındaki krizin nerelere varabileceğini görmek için geçtiğimiz sene Venezüella’da patlak veren ve hala çözülmemiş siyasi krizin gelişimine bakmak yeterlidir. Chavez’in takipçisi Mauduro 2014 seçimlerinde hüsrana uğrayarak meclisteki çoğunluğunu yitirmişti. Meclisteki Amerikan işbirlikçisi muhalefet ve Cumhurbaşkanı arasındaki gerilimin boyutu 2017 Nisanı’nda Mauduro’nun Anayasa Mahkemesi kararıyla meclisi kapatma girişiminde bulunmasına varmıştı. Sokakları alevlenen Venezüella’da Mauduro geri adım atmaya zorlandı ama sular hâlâ durulmadı. Benzer bir rejim krizinde mecliste anamuhalefet rolünde Amerikancı bir muhalefetin bulunmasıyla emekçiler ve ezilenler adına hareket eden tüm akımların desteğini almış bir sol bloğun olması arasındaki farklar ayrıntı değildir. Türkiye koşullarında birincisi en iyi ihtimalle 16 Nisan sonrasındaki seçim hilesini protesto eylemleri gibi sönümlenecekken ikincisi Erdoğan’ı süpürecek bir kitlesel seferberliğin yolunu döşeyecektir.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri elbette önemsiz değildir. Solun görevi de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine reformist yanılsamayı kıracak şekilde müdahale etmek, bu seçimlerin birinci turuna damga vuracak, meclise daha güçlü katılmanın yolunu döşeyecek ve saray sultasını etkili bir şekilde teşhir ederek kitlesel bir seferberlik için gerekli iklimi yaratacak bir şekilde katılmak olmalıdır.
Seçimlere doğru atılması gereken ilk adım bir sol bloğu oluşturmaktır. Sol blok işçiler ve ezilenler adına hareket ettiğini iddia eden, burjuva partilerinin dışında kalan parti, hareket ve örgütlerin dahil olduğu/olması gereken bir blok olmalıdır. Bu bloğu oluşturmak için elbette HDP’nin Kürt hareketinin temsilcisi olduğuna dair Bundçu tespit ve safsataları terk etmek gereklidir. HDP, iddialarını ne denli gerçekleştirip gerçekleştirmediğinden bağımsız olarak gerek politik etki, gerek milletvekili sayısı, gerek militan gerekse de maddi güç olarak on yıllardır nostaljisi yapılan Türkiye İşçi Partisi’ni kat bet kat aşan sol bir partidir. Geride bıraktığımız son beş sene içinde üstlendiği reformist, devrim karşıtı ve tasfiyeci rol HDP’nin bu niteliğini değiştirmez. Türkiye’de bir sol blok olacaksa bunun içinde HDP de yer almalıdır. Aksini savunan herkes Türkiye’nin en büyük emekçi partisini CHP’ye yedeklemek istemektedir ya da HDP’ye rakip ama onun karikatürü olmayı aşamayacak bir tasfiyeci proje girişiminin bayraktarı olarak görülmelidir.
HDP’nin sol bloğun içinde yer alması gerektiğini söylemek HDP’nin seçime girmesinin bu sol blok için yeterli olduğunu söylemek yahut sol bloğu savunanların HDP’ye katılması gerektiği anlamına gelmez. Bilakis sol blok Haziran’dan KP’ye, SMF’den Kaldıraç’a HDP’den farklı tüm sol güçleri kapsayan geniş bir blok olmalıdır. Sendikaların, kooperatiflerin ve diğer kitle örgütlerinin temsilcileri de bu sol blokta yerini almalıdır. Böyle bir blok tümüyle seçim amaçlı kurulmalı ve asla program, talep tartışmalarına girmemelidir. Erdoğan’a karşı olmak, diğer burjuva partilerinin kuyruğuna takılmayı reddetmek ve ezilenlerin eylemli seferberliğini esas almak dışında hiçbir şart aranmamalıdır.
Aslına bakılırsa 2011 Genel Seçimleri sırasında oluşturulmuş Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku (EDÖB) tam da bu noktada hatırlanması gerekli bir deneyimdir. Kapsaması gereken tüm bileşenleri kapsamasa da EDÖB Türkiye tarihinde oluşturulmuş en geniş seçim ittifaklarından biriydi. Bağımsız adaylar göstererek seçime katılmış olsa da AKP’yi gerileten tarihi bir başarı elde etmişti. Gelgelelim EDÖB bileşenleri mecliste bir EDÖB grubu kurup EDÖB’ü bloğun dışında kalanları da kapsayacak şekilde genişletmeyi tercih etmediler. Tam aksi yönde hareket ederek bir seçim ittifakını bir parti girişimine çevirerek daralttılar. Böylelikle önce EDÖB’ün bileşenlerinin bir kısmını dışarıda bırakarak Halkların Demokratik Kongresi (HDK) sonra da HDK’nın bir dizi bileşenini dışlayarak Halkların Demokratik Partisi kuruldu. Bugünse yapılması gereken HDK-HDP girişiminin tam aksi yönünde hareket ederek EDÖB’ü aşan, partilerin katılımına açık ancak kendini herhangi bir partiye bağlamayan bir seçim ittifakı, bir sol blok kurmaktır. Böyle bir blok kurulduğu takdirde baskın seçimlerde 7 Haziran’ı aşan bir sol rüzgar estirmek mümkün olacaktır. Hangi gerekçe ile olursa olsun böyle bir bloktan uzak durmak ise HDP’nin baraj altında kalma riskini arttırdığı için Erdoğan’a 50 küsur milletvekili hediye etmek anlamına gelecektir.
Çatırdayan Cumhur ittifakının yasal kılıfı olan yeni seçim kanunu ise sanıldığının aksine Erdoğan’dan çok ortak bir sol blok oluşturulmasına hizmet edebilirdi. HDP, ÖDP, EMEP yahut TKP gibi seçimlere katılma iddiasını taşıyan partilerle tıpkı AKP-MHP ya da İP-Saadet Partisi gibi bir seçim ittifakı kurabilir, YSK’nin çıkardığı engelleri CHP örneğinde olduğu gibi aşabilirdi. HDP’nin en geniş ittifak deyince aklına solla değil de Abdullah Gül ismi altında bir ittifak geldiği, solun diğer kesimleri ise parlamentarizm karşıtlığı adı altında ekonomizme saplandığı için kimsenin böyle bir ittifakı gündemine almadığı görünüyor. HDP’nin kendisiyle sınırlı olmayan bir milletvekili listesiyle seçimlere katılması içinse henüz vakit olsa da buna dair kamuya açık bir çağrı yapılmış değil.
Derin siyasi kökenleri olan bu basiretsiz tutumlar elbette milletvekili seçimlerinde HDP’yi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunda Demirtaş’ı açıkça desteklemekten kaçınmanın bahanesi olamaz. Zira emekçiler ve ezilenler açısından yanlış bir çizginin temsilcisi olsa da HDP’nin meclisteki varlığı rejimin krizini derinleştiren başlı başına bir faktördür.
Dolayısı ile KöZ’ün arkasında duran komünistler hem HDP bileşenlerini hem de solun geri kalan kesimlerini HDP’li milletvekillerinin ve Demirtaş’ın seçim kampanyasını ortak bir platform olarak yürütme çağrısında bulunmayı sürdürecek. Bu çağrıya verilen yanıt ne olursa olsun, siyasi tabloya ve sol akımlara dair tespitlerinin propagandasını yapmaktan geri durmadan, HDP listesinden aday gösterilecek vekilleri meclise sokmak ve Demirtaş’ın birinci turda azami oyu almasını sağlamak için yürütülecek seçim kampanyasının tüm pratik boyutlarına da elbette daha önceki seçimlere katıldığımız gibi katılacağız.
* Şükrü Demir: Köz Gazetesi Sorumlu Yazıişleri Müdürü
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.