‘68’in halen ayağımızı serin ve başımızı ateşli tutan dip akıntılarından gıdıklanmaya devam ederken ‘68’in bittiğini iddia etmek de kimsenin haddi değil
“‘68 olmasaydı, yirminci yüzyılın ikinci yarısı çok hüzünlü olurdu. ‘68 her şeyi değiştirdi, bizi değiştirdi ve bu nedenle bizim onu ‘hatırlamaya’ ihtiyacımız yok, ‘68 bizim DNA’mızda, bedenlerimizde…”
Antonio Negri
İçinde bulunduğumuz yıl, ‘68 diye bilinen küresel isyan dalgasının 50. yılı. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası kurulan iki kutuplu dünya sisteminin iki kutbunda da dipten gelen güçlü bir dalga olarak etki yaratan, bugün halen daha siyasi hayatımızın en güçlü toplumsal akımlarının sahneye güçlü biçimde çıkmasını sağlayan ve sokak siyasetinin en yaratıcı ve yıkıcı biçimlerinin sergilendiği ‘68, bugün gönlü yıkıcı siyasette olanlar açısından bir laboratuvar niteliğinde. ‘68 yazmakla bitmez, bu yüzden: 1968’in 50. yılında biraz çalakalem bir bilanço denemesi…
Öncelikle “‘68” olarak anılan ve hatırı sayılır birçok kişi tarafından bir dünya devrimi sayılan “küresel dalga”yı anlamak için 1968 yılında dünyada nasıl bir düzen olduğuna kısaca göz atmak gerekiyor. Hele bu dalganın sadece merkezi Avrupa ve ABD’nin değil de Meksika’dan Çek Cumhuriyeti’ne, Japonya’dan Türkiye’ye, Çin Halk Cumhuriyeti’nden Afrika ülkelerine, dünyanın neredeyse bütün sahillerine vurduğunu düşündüğümüzde, olayı anlamak oldukça meşakkatli bir iş haline geliyor.
Sorumuz şu: Ne oldu da dünyanın farklı bölgelerinde, farklı ekonomik ve siyasi sistemlerinde, farklı şartlar içinde, farklı kültürel geleneksel algılara, farklı mücadele deneyimlerine sahip yüz milyonlarca insan aynı on yıl içinde başkaldırdı?
Sorun kapitalizm ve onun kurumsal işleyişiyse eğer, o dönem sosyalist olan Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ndeki ayaklanmaları nereye koyacağız? Sorun sosyalizmin bürokratik bir yapıya dönüşmeye başlamasıysa, ABD’de öğrenciler neden ayaklandı? Sorun ABD’nin Vietnam’ı işgaliyse eğer, Afrika halklarının sömürgecilere karşı toplu isyanını hangi bağlamda açıklayabiliriz? Ve çemberi tamamlamak adına, sorun dünyadan sömürgeciliğin tasfiye edilmesi gerekliliğiyse Fransa ve İtalya’da insanların derdi neydi?
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: “Sorun”, insanların kendilerine dayatılan dünya düzeninden, yaşam tarzından ve kalıplardan kurtulmak ve yeni, kendilerinin istediği gibi bir dünya kurma düşünün peşinden gitmeleriydi. Bu anlamda ‘68 dediğimizde, anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve anti-bürokratik bir karmaşık kimlik tarif etmek zorunda kalıyoruz. Öte yandan burada, birbiriyle ilişkisi olmadan meydana gelmiş farklı dalgalardan değil, bir dev dalganın farklı yerlerinden bahsettiğimiz de aşikâr. Bugün hâla ‘68’i konuşmamızın temel nedeni de bu.
İkinci neden ise, ‘68 öncesinde, sırasında ve sonrasında ortaya çıkan yeni siyaset tarzları, yeni siyasi akımlar ve özgün eylem modelleridir. Tarihsel bağları saklı kalmakla birlikte, bugün artık hepimizin ne olduğunu az çok bildiği anarşizm, feminizm, çevrecilik/yeşilcilik, savaş karşıtlığı, etnisite/kimlik siyaseti, üniversite/fabrika işgalleri, doğrudan eylem gibi siyaset tarzları yine ‘68 ile birlikte yeni toplumsal hareketler olarak ete kemiğe bürünmüştür.
Bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: ‘68 olarak kodladığımız şeyin, eş zamanlı biçimde ve birdenbire patladığı yanılgısına da düşmemek çok önemli. ‘68’i yaratan bütün hareketler, siyasetler, eğilimler, dönüşümler ve tabii ki çelişkiler bir şekilde olgunlaşmaya ve toplumsal alanda yankılarını bulmaya başlamıştı. Bunu zamanımız olursa birkaç ülke özelinde gösterebilmeyi umuyorum.
Cevap verilmesi gereken son soru ise şu: Bugünden ‘68’e baktığımızda görülen aynı büyüklükte bir yenilgi değilse nedir? Fransa ve ABD’de ‘68 isyancılarının talepleri büyük oranda düzen tarafında massedildi ve düzene eklemlendiler, Çin Halk Cumhuriyeti’nde kültür devriminden bugüne bir slogan bile kalmış değil, Çek Cumhuriyeti’nde sosyalizmi dönüştürme girişimleri Sovyet tanklarının paletleri altında ezildi gitti, ABD’yi ülkesinden sokak sokak savaşarak defeden Vietnam şimdi sıradan bir kapitalist ülke, İtalya’da fabrika işgallerinden sokak direnişlerinden sonra bugün dünyanın en kaskafa sağcıları iktidarda, Latin Amerika’da ‘68’i en sert anti-Amerikancılıkla yaşayan Meksika bugün ABD pazarı haline gelmiş durumda ve yanki askerlerinin denize döküldüğü, üniversite öğrencilerinin dünyadaki en cüretkâr ve yiğit temsilcilerinin çıktığı ülkemizde gelinen nokta ortada. Peki, bizimkisi bir tür mazoşizm mi? Neden bu kadar büyük bir yenilgiyi bugün hâlâ konuşuyoruz?
Fransa’da 1968 yılının mayıs ayında bütün üniversitelerin boykot edilmesi ve bütün işçilerin süresiz genel greve gitmesiyle doruk noktasına ulaşması nedeniyle “‘68” olarak anılan bu küresel dalga, her ülkede kendi özgünlükleriyle birlikte ve farklı uzunluklarda yaşandı ama benzer sonuçlara yol açarak, benzer mücadele deneyimleri icat ederek ve benzer örgütler doğurarak sonuçlandı.
1968, ancak 1848 devrimleriyle kıyaslanabilecek denli evrensel ve özgün bir dalga sayılabilir. 1848 neydi? 1789 Fransız Devrimi’yle ilk defa belleklerde yerini alan halk egemenliği, demokrasi, anayasal hukuk ve “özgürlük” kavramlarına ulaşma mücadelesinin 1815’te kesintiye uğramasının ardından biriken öfkenin dışavurumuydu. 1848, 1789’un hedeflerine ulaşmak kadar onu aşmak anlamına da geliyordu. Nitekim Avrupa’daki tüm krallıklar birbiri ardına aynı yıl içinde yerle bir olmuştur. En önemli sonucu ise, daha önce düzenin dışına atılmış, bastırılmış muhalif dinamiklerin kendilerine düzen içinde -tabii ki yeni düzenin içinde- yer bulmasıyla sonuçlandı. İşçiler ve yoksullar sokaklarda barikatlar kurdular, savaştılar ve kısa sürede bastırıldılar ancak arkaya bakıldığında hiçbir şey artık bırakıldığı gibi değildi. 1848’in arkasında bıraktığı miras üçlüydü: Toplumsal hareketler, ulusal hareketler ve sınıf hareketleri. 1871 Paris Komünü, 1905 İran ve Rusya burjuva devrimleri, 1908 Meksika ve Türkiye burjuva devrimleri, 1917 Ekim Devrimi, Çin’de 1911 burjuva ve 1949 sosyalist devrimleri, Latin Amerika’da silahla bastırılan Guatemala ve Kolombiya barışçıl devrimleri ve daha bir sürü tarihsel olay, 1848’de ortaya çıkan yeni politik stratejilerin mirasıdır. Sonuç olarak 1848’de toprağa gömülmüş gibi görünen bütün “yeni” ideolojiler, ardından gelen yüzyıla damgasını vurmuştur. 1848’den “bizim” çıkardığımız ders, düzenin örgütlü bir mücadele yürütülmediği sürece tam olarak yıkılmayacağıdır, “onların” çıkardıkları ders ise, toplumsal talepler dikkate alınmadığı takdirde bu tür patlamaların kaçınılmaz olacağı ve dolayısıyla çelişkilerin yumuşatılması gerektiğidir.
Peki, 1968 bize nasıl bir miras bıraktı? Bunu tartışabilmek için önce “1968’den önce ne vardı?” sorusunu sormak gerekiyor: 1945 yılında İkinci Paylaşım Savaşı sona erdiğinde, merkezi Avrupa, Fransa, İtalya, İngiltere, İspanya ve Japonya tamamen yıkılmıştı, sanayi altyapıları yok olmuş, milyonlarca insan kaybetmişlerdi; Sovyetler Birliği aynı şekilde 25 milyondan fazla insanını faşizme karşı savaşta yitirmiş, elindekini avucundakini kaybetmişti; Afrika ülkeleri sömürge yönetimleri altındaydı, Çin’de iç savaş başlamıştı; sanayisini koruyan ve savaştan çok az insan kaybederek çıkan ABD, yeni düzende kartları dağıtma gücüne sahip olarak masanın başına oturmuştu.
Tabi buradaki halet-i ruhiyeyi iki taraflı resmetmek gerekiyor. Bu kadar büyük bir yıkımın yanında, faşizm gibi “önünde durulamayacağını düşündükleri” bir ideoloji, dünyanın her tarafından ağır biçimde püskürtülmüştü, daha ilginci bu başarı, o zamana kadar birbirine düşman olan komünistler ile omuz omuza savaşarak kazanılmıştı. Doğu Avrupa ve Yugoslavya sosyalist kampa katılmıştı. ABD basınında Sovyetler Birliği’ni öven makaleler yayımlanıyor, Sovyet basınında “kapitalizmle barış içinde bir arada yaşamak mümkün” sloganları atılıyordu. Dolayısıyla “umut” belki de her düşünceyi bastıracak denli güçlü şekilde hissediliyordu. Bu bir.
Bunun ardından ABD’nin yeni dünya düzenini kendi çıkarına yeniden yapılandırmaya başlaması geliyor. Soğuk Savaş bunun en önemli aracıdır. Ancak daha dün faşizme karşı savaşan komünistlerin prestiji de doruklardadır. Dolayısıyla Avrupa ve ABD merkezli oluşan yeni düzende artık komünistler de ciddi bir güçtür ve Avrupa’daki hemen her ülkede sosyal demokrat hükümetin ortağı haline gelmişlerdir. Muhafazakârlığın ve emperyalizmin beşiği İngiltere’de 1945 seçimlerinden o zaman radikal sayılabilecek solcu İşçi Partisi iktidara gelmiştir. Hindistan ve Endonezya bağımsızlığını ilan etmiş, Çin’de komünistler silahlı mücadeleyle iktidarı sallamaya başlamışlardır. Sovyetler Birliği’nde de faşizme karşı mücadelenin birleştirici etkisi, rejimin meşruiyetini yinelemiş durumdadır. Dolayısıyla, sağ ideoloji bütün mevzilerini kaybetmiş ve sol ideoloji büyük bir meşruiyet kazanmıştır. Bu iki.
Peki, neden dünyayla birlikte Türkiye’de de bir ‘68 yaşandı? Bir kere dünya ekonomisinin yaşadığı durgunluğu Türkiye’de yansımasını bulması gibi bir durum illa ki söz konusuydu. 1960’ların sonunda ABD ekonomisi ödemeler dengesinde açık vermeye başladı ve bu açık dolar üzerindeki baskıyı arttırıp altının ABD dışına kaçmasına neden olunca da 1970’lerin başında doların altına bağımlılığı resmen kaldırıldı. Bunun anlamı “kontrollü ekonomi”nin sona ermesi ve para değerlerini dalgalanmaya bırakılmasıydı. Bu hamlenin ABD’ye doğrudan ya da dolaylı olarak bağımlı olan çevre ekonomiler için yıkım anlamına geliyordu, petrolün fiyatının yükselmesi de bu bunalımı derinleştirdi. Bunun bir diğer anlamı ise refah devleti modelinin eskisi gibi sürdürülemeyeceğiydi.
Öte yandan bu tarihlerde Türkiye’deki egemen bloğun parçalanması söz konusuydu. 1971 sonrasında artık iyice belirginleşen burjuvazinin bunalımı, sağın kendi içinde ayrışmasını ve radikal unsurların merkezden kopmasını de buraya dahil edebiliriz, düzenin kurucu unsuru CHP’nin kendini solda tanımlamaya ve buna yönelik politik açılımlara gitmeye zorlanması, hatta merkez sağ Demirel’in AP’sinin ekonomik sıkışmaya paralel ABD’den nispeten bağımsız bir dış politika ve dış ticaret politikası gütmeye başlaması da bu parçalanmanın ve “yönetememe” halinin en karakteristik örneklerindendir. Yani ‘68 dediğimizde, sadece herkesin canına tak edip de harekete geçtiği bir tarihi kastederken, burada egemen sisteme, düzene karşı politika yapmak için karşı örgütlenmenin gerçekleşmesi durumunu, Türkiye’de düzenin artık eski kurumlar ve yöntemlerle yönetememeye başlamasıyla beraber düşünmek de gerekiyor.
Dolayısıyla, burada devrimci siyasetin yapılabileceği bir nesnel durum da söz konusu. Artı, gençlerin silahlı mücadeleye yönelmesinin sebeplerinin de iyi kavranması lazım. Türkiye’de düzen, 12 Mart’la birlikte, devrimci siyasetin yapıldığı bu boşluğu şiddet yoluyla doldurmaya başlıyordu. Dünya ölçeğindeki ‘68 mücadelelerinde olan şey, Türkiye’de de oldu ve düzen içinde verilen mücadelenin düzeni yıkmaya yetmediğinden hareketle gençler, silahlı mücadeleye yöneldiler. Burada TİP’in düzen içi muhalefeti kapsayamadığını bir kez daha not edelim. Tabii emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği rol, bu sıkışmanın ana nedenlerinden biriydi diğer yandan. Gençliği asıl radikalleştiren etkenlerden birinin anti-emperyalist düşünce olduğu söylemek gerek.
1-Anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-sömürgeci, anti-bürokratik, özgürleşmeci bir dalga.
2-Küresel ölçekte ekonomik, toplumsal ve kültürel bir krize ve başta sömürgeler olmak üzere merkezi kapitalist ülkelere kadar uzanan zincirde çelişkilerin birikmesine karşılık geliyor.
3-Merkezi kapitalist ülkelerde refah devletine, kapitalizme, muhafazakâr aile yaşamına, başka ülkelerin işgal edilmesine karşı.
4-Sovyetler Birliği ve Çin’de (Kültür Devrimi) bürokratik yapıya, katılımcı ve özgürlükçü olmayan sosyalist düzene, aşırı çalışmaya, kapitalizm tarzı üretime karşı.
5-Üçüncü dünya ülkelerinde, anti-emperyalist bir retoriği kurucu doktrinlerine işlemiş olan kurtuluş savaşı veren ülkelerde, askeri/siyasi boyunduruğundan çıkılmış olan devletlerin ekonomik boyunduruğuna girmeye karşı. (Türkiye de burada)
6-Sömürge altında yaşayan ülkelerde bağımsızlık ve ulusal kurtuluş mücadelesi şeklinde. Sömürgeciliğe, baskıya, kapitalizme daha doğrusu Batı’ya karşı.
ABD’nin yeni düzende kendini hegemonik bir güç olarak yapılandırmaya başladığı noktada, ki bu Avrupa ekonomisini kendi pazarı olarak düzenlemesiyle eş zamanlı gerçekleşiyor, yeni düzenin çelişkileri de hızla artmaya başlıyor. Bilindiği üzere, ABD’nin Vietnam’da yenilmesinden neredeyse 20 yıl önce, 50’lerin ortasında Fransa, Vietnam’ı yine çok ağır bir yenilgiyle kaybediyor. Ardından bu sefer bir başka sömürgesi Cezayir başkaldırıyor ve Fransa dünyanın en kirli savaşlarından birini veriyor burada, yıl 1956. Kaldı ki not edelim, en altüst edici ‘68’leri yaşayan iki ülke, Fransa ve İtalya, 1945 itibariyle de kendi içlerinde bir düzen sağlayabilmiş değillerdi ve ikisinde de açık açık devrimci durum sürüyordu. Fransa’da 1945’te iktidarı almak yerine burjuva bir hükümette başbakan yardımcılığını almayı ve düzene eklemlenmeyi seçen Fransız Komünist Partisi’nin kitleler nezdindeki itibar kaybını da buraya not etmek gerekiyor, artık partili sol düzen içindedir. Buna bir de 1945’te dış yardımlarla şişen ekonominin 1960’larda dünya ölçeğindeki bir ekonomik dalgalanma ve sömürge savaşının bütçeye yarattığı gedik nedeniyle durgunluğa girmesini ekleyelim. Kitlelerin, sömürgelerden kaynak aktarımı sayesinde içeride kurulan refah devletinin, yani ücretsiz sağlık, eğitim, kreş, yakacak hakkının, işsizlik maaşının vb. ortadan kalkma ihtimalini hissetmesi. İşte Fransa’da dört yıl süren ‘68 bunlara karşıydı: Düzenin sağına ve soluna, hayat standartlarını yitirme ihtimaline, sömürgeci savaşların yarattığı ahlaksız politikalara ve tabii ki kapitalizme.
1967 yılında eğitim sisteminin tamamen sanayiye yedek işgücü yetiştirmek için yeniden yapılandırılması amacıyla Milli Eğitim Bakanı Fouchet’in açıkladığı eğitim reformuna anarşist öğrencilerin verdiği sert yanıt, ardından American Express bankasına taş atan bir üniversite öğrencisinin tutuklanması, Vietnam savaşına yönelik tepkilerin ABD başta olmak üzere birçok ülkede yoğunlaşması sonucunda Fransız öğrenci hareketi de radikalleşmeye başlıyor. Nanterre üniversitesinde solcu öğrenciler, Vietnam işgalini protesto eden 6 arkadaşlarının tutuklanmasının ardından rektörlüğü basarak arkadaşları bırakılana kadar üniversiteyi işgal edeceklerini söylüyorlar. Bu Fransa’nın ilk üniversite işgali anı zamanda. 1968 yılının ilk aylarında sokaklarda faşistlerle sol öğrenciler ufak çaplı çatışmalara başlıyorlar. Nisan ayında çatışmalar yoğunlaşıyor, Nanterre Üniversitesi kapatılıyor. 3 Mayıs’ta solcuların Sorbonne’da düzenleyeceği bir gösteriyi faşistlerin basacağı haberi geliyor ve bunun üzerine Fransa tarihinde ilk defa polis bir üniversiteyi, Sorbonne’u işgal ediyor ve film kopuyor. 10 Mayıs’ta öğrenciler barikatlar kurup polisle çatışmaya başlıyorlar.
Fransız öğrenci hareketin en önemli özelliği mücadelenin daha en başında işçi sınıfına dönük çağrılarda bulunmaya başlamasıdır. 13 Mayıs’ta “işçi, öğrenci, öğretmen beraberdir” pankartıyla 1 milyon kişi yürüyor ve aynı gün grevler başlıyor. 22 Mayıs’ta 8 milyon işçi greve çıkmış durumda.
Fransa ‘68’de yükselen dalganın çekilmesi konusunda da özgün bir örnek oluşturuyor. İtalya’da, ABD’de, Çek Cumhuriyeti’nde ve sömürge ülkelerde şiddetle bastırılabilen dalga, Fransa rejiminin ‘68’in tehlikesini görerek, ‘68’in taleplerinin büyük çoğunluğu kabul etmesiyle radikalliğini yitiriyor. Gerçekten de Fransa, isyanların ardından çalışma yaşamını ve üniversite sistemini baştan ayağa yeniden ve isyancıların talepleri doğrultusunda yapılandırıyor. Öte yandan öğrenci isyanlarıyla başlayan ve işçi sınıfının genel grevle destek verdiği isyanın, Fransız kapitalizmini devirme gibi bir hedefinin olduğu da tartışmalı.
İtalyan ‘68’i 10 yıl sürmüştür ve sınıf vurgusu daha belirgindir. İkinci Paylaşım Savaşı’na faşist kampta giren İtalya’da savaş sonrası yıkımın telafisi on yıllık bir sanayi planıyla tamamen işçi sınıfının sırtına yıkılıyor. Bir örnek olarak İtalyan ekonomisi 1951-61 arasından %200 büyürken, reel ücretler ancak %18 artıyor. Öte yandan İtalyan Sosyalist Partisi iktidar ortağı ve burjuvaziyle yapılan ittifaka sadık kalarak, etkisi altında bulunan sendikalarla birlikte işçileri kontrol altında tutmaya çalışıyor. Yani düzenin sol kanadını oluşturuyorlar. İşçiler önce 1961-63 arasında grev ve işgallerle dolu bir iki yıllık mücadele biriktiriyorlar. Güvendikleri solun artık düzenin bir parçası olduğunu anladıklarında yavaş yavaş önce kendi öz talepleri etrafında özerk hareketler geliştirdiler, 1968’e gelene kadar düzenin solu işçilerin tabandan yaptığı baskıyı tutmaya çalışıyordu. Mayıs ‘68’de Fransa’da isyan patlak verdiğinde ilk tepki yine İtalya’dan geliyor. İtalya’da grevde olan fabrikalara Fransa’yla dayanışma afişleri asılıyor. Öte yandan üniversite öğrencilerinin 1967 sonunda demokratik üniversite talebiyle üniversitelerin üçte biri işgal altına giriyor. 1968’de hükümet, ulusal bir liderlik kuramamış öğrenci hareketini şiddet kullanarak çözüyor, işgalleri kaldırıyor. 1968 baharında polis, öğrencilere son darbeyi vurabilmek için çatışmalarda aşırı güç kullanmaya başlayınca öğrenciler de iyice radikalleşmeye başlıyorlar.
Öte yandan İtalyan hükümetinin dünya otomobil pazarında rekabet edebilmek amacıyla işçileri daha fazla çalışıp daha az ücret almaya zorlamasıyla otomobil fabrikalarında grevler patlak veriyor: Pirelli ve Fiat grevleri. Fiat’ın o sırada işçi sayısı 171 bin, aileleriyle birlikte yarım milyon ediyor. Grevler sendikayla birlikte yapılıyor. Ekim ayına gelindiğinde işçiler, sendika ve düzen soluyla taleplerinin radikalliği yüzünden çatışmaya başlamış durumdalar ve fabrika denetimi istiyorlar, açıkça “fabrikaları biz yöneteceğiz” diyorlar. 1969’a gelindiğinde sendikalarla sermayedarlar uzlaşma yoluna girmeye başlayınca ok yaydan çıkıyor ve başta Fiat işçileri ardından yüzlerce fabrika “fabrika komiteleri” oluşturmaya başlıyorlar. Temmuz-Ağustos 1969’da komiteler “konseyler”e dönüşüyor. 27 Temmuz’da İşçi Komiteleri I. Ulusal Kongresi toplanıyor. Bu sırada grevlerde öyle halay falan çekilmiyor, her grevde polisle ve hatta askerle çatışılıyor, yaralananlar oluyor. İşçi konseyleri, işçilerin aileleri, komşuları ve öğrencilerin katılmasıyla “halk konseyleri”nin kurulmasını tetikliyor. Halk konseyleri, “bulunduğumuz mahalleyi, ilçeyi biz yöneteceğiz” diyorlar. Polis ve asker mahallelere giremiyor, tam bir ikili iktidar durumu var. 1969 Aralık ayında polisler ve faşistler ortak saldırılarla grevleri kırmaya başlıyorlar. Bunlardan 12 Aralık günü gerçekleşen bombalı saldırıda 12 işçi katlediliyor ve 88 işçi yaralanıyor.
1970’e gelindiğinde hayatını devam ettirme güdüsü ağır basmaya başlıyor ve işçiler sendikalar vasıtasıyla pazarlığa yanaşmaya başlıyorlar. Metal gibi temel işkollarında toplu sözleşmelerin işçilerin haklarını tanıyarak imzalanması mücadeleyi bölüyor. Bir yandan da yeni hükümet sokakta faşistleri açık açık kullanmaya başlıyor. 1970’de yılın yarısı grevde geçiyor ancak kurulan işçi konseyleri, halk konseyleri ve öğrenci konseylerinin bürokratik yapılar haline gelmesiyle dalga geri çekilmeye başlıyor ve 1971 sonunda artık düzen tesis edilmiş oluyor. İtalya’da ‘68: başta kapitalizme, despotik devlet kurumlarına ve düzen soluyla sendikalara karşı gerçekleşiyor. 1970’lerin ortasında ise düzene karşı silahlı hareketler örgütlenmeye başlayacak (Kızıl Tugaylar vs.).
ABD’nin siyasi hayatının 1945 sonrası görünümünün temel bileşenleri, savaşın ardından gelen refah döneminin uyuşturucu ve McCarthy’cilik adıyla anılan ve her tür siyasi muhalefeti “komünizmle mücadele” adı altında susturan bastırıcı etkilerdir. Hatta bu kuşağı bazı yazarlar, “suskun kuşak, yitik kuşak, yenik kuşak” olarak adlandırırlar. 1960’a gelindiğinde yeni başkan John F. Kennedy’yle birlikte iç siyasetteki anti-komünist politikada bir yumuşama oldu (dışarıda komünizme karşı savaş sürüyordu, 1962 Küba bunalımı vs.) ve onun öldürülmesinden sonra gelen Johnson da bu politikayı sürdürdü. Ancak ABD’nin henüz el atılmamış ciddi çelişkileri vardı, bunların en önemlileri siyah yurttaşların sivil hakları konusuydu.
Bugün sıklıkla unutulmaktadır fakat “özgür dünya”nın merkezi ABD’nin Güney eyaletlerinde 1960’a gelindiğinde siyahların, beyazların kullandığı kamusal alanların büyük kısmına girmesi, ki buna üniversiteler de dâhil, yasaktı. Yani basbayağı kafelerin, lokantaların, berberlerin, okulların kapısında “siyahlar giremez” yazıyordu. Bu eyaletlerde siyahların seçme ve seçilme hakkı da yoktu. Ayrımcılığın bu kadar doğrudan ve aleni olanı, muhalefetini yaratmaktaydı bir yandan. Burada örneğin, çok özgün mücadele pratikleri geliştirildi. Kuzey’den gelen beyaz ve siyahlar, siyahların girmesinin yasak olduğu kapalı mekânlara girerek oturuyorlardı, çıkmamakta direniyorlardı, oradaki insanlarla tartışıyorlardı, gerekirse kafa göz yarıp kavga ediyorlardı (sit-in, go-in eylemleri).
ABD’de ‘68, öğrencilerin ve siyahların sisteme muhalefetleri üzerinden şekillendi. Her iki grup da kendi ılımlı ve şiddet yanlısı akımlarını yarattı. Siyahların yurttaşlık hareketi Martin Luther King’in başını çektiği, mücadele yöntemi olarak sivil itaatsizliği benimseyen Güneyli Hıristiyan Önderler Komitesi (SCLC), ki bu örgütün 1963 yılında başkent Washington’da yaptığı ve siyah hak mücadelesinin bütün eyaletlerde kitlesel mitinglerle kendini ifade etmesini tetikleyecek 300 bin kişilik yürüyüşü, 1965’te başkan Johnson’ın bütün eyaletlerde beyaz-siyah eşitliğini getiren yasayı imzalamasına neden olacaktı.
8 Mart 1965’te Vietnam’a ilk ABD askerini ayak basmasına ilk tepki 1960’ta kurulmuş Demokratik Toplum için Öğrenci Birliği’nden (SDS) geldi. Öğrenciler Vietnam sit-in, teach-in’leri yapmaya başladılar. Yani bir yere dalıyorsunuz ve Vietnam savaşıyla ilgili tartışma başlatıyorsunuz. Birkaç kitlesel eylemin ardından SDS, “öğrenciler askere gitmiyor” kampanyası açtı. Öte yandan Luther King’in hareketinin öğrenci kanadı da Güney’de siyahlara dönük artan şiddet olayları sonrasında radikalleşmeye başlamıştı, ki bu hareket de 1966’da şiddet yanlısı bir program benimseyerek Kara Güç adını alacaktır. Ancak Kara Güç, beyaz ırkçılığına karşı siyah ırkçılığını savunmaya başlayarak giderek öğrenci muhalefetiyle de ayrışmaya başladı. 1967’de öğrencileri askere almaya izin veren yasanın çıkması, bütün toplumsal muhalefeti çileden çıkardı. Toplu celp yakma eylemleri yapıldı.
Güney bölgesinde gettolarda yaşayan siyahlar arasında ise Kara Güç, toplumsal dışlanmışlığın yakıcı etkisiyle etkisini arttırıyordu. 1967 sonbaharında Kuzey’deki gettolar ayaklandı, polisle yaşanan çatışmalarda ölenler ve yaralananlar oldu. Ordudan destek alan polis, binlerce kişiyi tutukladı ve evleri kullanılmaz hale getirdi. Öğrenci hareketi radikalleşiyordu. 17 Ekim’de Vietnam’da kullanılan napalm bombalarını üreten kimya şirketine ve askerlik şubelerine eş zamanlı saldırı gerçekleştiren öğrenciler polisle gece boyunca çatıştılar. Savaş karşıtı mücadeleye silah altına alınmış erlerin ve ailelerin de katılmaya başlamasıyla savaş karşıtı muhalefet kitleselleşmeye başladı. Dört gün sonra 21 Ekim’de 50 bin genç protestocu ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’u kuşattı. Barışçıl başlayan ve kendilerine uzatılmış tüfeklerin namlularına çiçek sokarak başlayan gösteriler, bir grup militan öğrencinin Komünist Vietkong bayrağıyla Pentagon’a girmeye çalışmasıyla çatışmaya dönüştü. Çatışmalar bir buçuk gün sürdü, kalabalık dağılmadı, 700 öğrenci tutuklandı.
1968’in ilk ayları, ABD ordusunun ardı ardına kayıp vermesiyle içerideki muhalefeti daha da büyüttü. 5 Haziran 1968’de Vietnam savaşını derhal bitirmeyi vadeden Demokrat Parti adayı Robert Kennedy’nin öldürülmesiyle muhalefetin sistem içinde sonuca varılmasına dönük umutları yerle bir oldu. Öte yandan 1968 seçimlerinde başkan seçilen Nixon, muhalefete aşırı şiddet uygulamaya başladı. Buna tepki olarak siyah hareket radikalleşirken, Kara Güç’ten etkilenen Kahverengi Bereliler gibi örgütler çeşitli bombalama ve suikast eylemleri gerçekleştirmeye başlamışlardı. Meksika kökenli Amerikalılar Chicano adlı bir örgüt kurarak bir ulusal kurtuluş programı açıkladılar.
1969’a gelindiğinde üniversite işgalleri başlamıştı ancak muhalefetin çok parçalı yapısı (silahlı hareketler ve barışçı hareketler) işgalleri başarısız kılıyordu. Yeni başkan Nixon, bir yandan polise silah kullanma yetkisi verir ve CIA yoluyla örgütleri çözmeye çalışırken, diğer yandan da ABD birliklerinin bir kısmını geri çekiyor, seçilme yaşını 21’den 18’e düşürüyor ve siyahların haklarına yönelik düzenlemeler yapıyordu. Böylece muhalefet yarılmıştı.
Ancak öğrencilerin düzen karşıtlığı sürüyordu tabii. Ağustos 1969’ta “Woodstock” rock konserinde on binlerce genç savaş karşıtı sloganlar ve şarkılar söylüyorlar. 15 Ekim 1969 tarihinde ABD’nin bütün kentlerinde katılımcı sayıları toplamda birkaç milyonu bulan barışçı gösteriler yapıldı. Kasım 1969’da 750 bin kişinin katıldığı savaş karşıtı gösteri bir rekordu. Bu sıralarda, Vietnam’da ABD kaybı 50 bini geçmişti, geriye dönenler de büyük oranda aklını yitirmişlerdi. Aklı başında dönenler ise savaş karşıtı harekete katılıyorlardı. Nisan 1970’te ABD başkanı Nixon’un Kamboçya’ya girme kararı gelince, ivmesini yitirmiş olan savaş karşıtı hareket son kez toparlandı, üniversiteler başkaldırdı ve öğrenciler New York’un ortasında en iyi korunan binalardan biri olan Wall Street Borsası’nı basarak üç gün binayı işgal ettiler. Öte yandan ABD askerleri kademeli olarak geri çekiliyorlardı ve sonunda Nisan 1971’de ABD Vietnam’dan tamamen çekildi.
Kısaca “hippiler”e değinelim. ‘68 deyince aklımıza ilk gelen figürlerden biridir hippi figürü. Ondan önce Beatnik kuşağı var. Hani dedik ya, “yitik kuşak vs” deniyor 1950 kuşağına diye, beatnik de (kelime olarak beatific=kutsanmış ve beaten=yenik, birleşimi) buna karşılık gelen bir gençlik akımı. Hippiler kökenini buradan alıyor. Hippilerin pasifliği, “ahlaksızlığı” (yeni bir ahlak mı denmeli?), uyuşturucu kullanması vs oldukça eleştirilmiştir aslında. Ancak burada hippilik denen şeyin, ABD’deki muhafazakâr ve militarist özlü aile yapısına cepheden bir saldırı olduğu genelde gözlerden kaçar. Hippiler, askere gitmenin, başka dünyaları “demokratikleştirmenin, hürleştirmenin” kutsandığı bir ortamda askerliği ve her türden şiddeti; bize her şeyi veren çekirdek aile imajının ve ona yönelik tüketim kalıplarının pompalandığı bir ortamda da düzenin tutucu, her yanıyla kodlanmış aile kurumunu reddediyorlar. Düzenin ahlakı ne diyorsa tersini yapıyorlar. Uyuşturucu kullanmak da bu anlamda bir kaçış aslında. Sağlıklı ve ciddiye alınabilecek bir çizgi değil belki ama, o “mahalle baskısı”nı göbeğinden delen bir şey, böyle bakmak lazım.
Hippiler neye karşı peki? Daha yüksek alım gücü, daha güzel mobilyalar, daha yüksek mevki, daha çok saygınlık, daha iyi giyinmek vs. için rekabet etmeyi pompalayan, televizyon ve radyodan her saniye bunların güzelliğini ve tüketim fetişizmini yayan, ancak diğer yandan hiçbir muhalif kültürü de yaşatmayan kapitalist refah devletine karşı. Bu kadar açık. Amerikan yaşam tarzının otomatiğe bağlamış tüketim kalıplarına, kariyer zincirine, hayat tarzına karşı… Daha en başından yenikler çünkü yenmeyi hedeflemiyorlar; yenmeniz ya da yenilmezinle sonuçlanan bir kavganın içindeyseniz, yenmeyi hedeflemelisiniz.
Bu arada ABD’de ‘68’i sürükleyen güç olan öğrenci hareketinin ana mecralarından SDS yarıldı: Devrimci Gençlik Hareketi çıktı. Daha sonra Dev-Genç de ikiye ayrıldı: 1-Weatherman 2-Genç Yurtseverler.
Son olarak çok önemli olan bu iki pratikten bahsedelim, metropolde silahlı mücadele şiarıyla hareket eden ve sloganı “savaşı eve getirin” olan, 1969’da illegale geçen ve çok az bilinen bir örgüt olan “Weatherman”. Weatherman’in mücadele yöntemi basitti: silahlı doğrudan eylem, düzenin terörüne karşı devrimci terör. Temel çelişkinin metropolde değil emperyalizm-ulusal kurtuluşlar ekseninde biriktiğini söylüyor ve başta Vietnam olmak üzere ABD’yle savaşan bütün ülkelere destek amacıyla düzeni içerden kemirmeye yöneliyor. Bu örgüt aynı zamanda, 1970’li yıllarda oldukça ses getiren Kızıl Tugaylar (İtalya) ve Kızılordu Fraksiyonu’na (Almanya) da ilham veriyor. Genç Yurtseverler ise, işçi ve işsiz mahalle gençliğini, çeteciliğe yönelmiş gençleri devrimcileştirmeye çalışıyor, öte yandan azınlık işçilerini örgütlemeye çalışıyor. Başarılı olamıyor ama Batı siyasetinde oldukça verimli kanallar açıyorlar.
ABD ‘68’i neye karşı? Irkçılığa, ayrımcılığa, refah devletinin fetişik değerlerine, emperyalizme, dolaylı yoldan da kapitalizme.
Yine sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, sonra ayrıntısına gireriz: Bir: Sovyetler Birliği’nde ‘68, 56’da başlamış ve 1989’da SSCB’nin yıkılmasıyla bitmiştir. ‘68 sadece kapitalizme karşı olsaydı Sovyetler Birliği’nde yankısını bulmazdı. ‘68, kapitalizmle birlikte karşısına artık düzenin bir parçası haline gelmiş geleneksel solu da almıştı. Fransa’da Fransız Komünist Partisi, İtalya’da İtalya Sosyalist Partisi ve sendikalar, ABD’de (ne kadar sol kabul edilir ama) Demokratlar… Dolayısıyla eleştiriler Sovyetler Birliği’ni, dünya komünist hareketinin liderini de bağlıyordu. Özellikle, Fransa’da komünist partinin yükselen dalgayı önce reddetmesi ardından katıldığında ise kontrol altına almaya çalışması, bunun dışında neredeyse bütün Avrupa’da komünist partilerin burjuvaziyle gizli bir antlaşmaya uyuyor gibi davranmaları, ki savaş sonrası dünya düzeninin yeniden yapılanmasında ABD ve SSCB arasında böyle bir örtülü anlaşmanın yapılıp yapılmadığı hala tartışılır, sisteme karşı çıkarken aradıkları cephaneyi ve gücü geleneksel solda arayan gençleri hayal kırklığına uğratmaya başlamıştı.
Peki Çek Cumhuriyeti’nde ne oldu? Tarihsel arka planı vermeden genel geçelim. Sosyalizmin mevcut kurumsallığı, toplumsal yapının gelişmesi ve eğitim seviyesinin yükselmesiyle birlikte toplumsal taleplerle çatışmaya başladı. Bunun en bilinen örneği, Çek Cumhuriyeti’nde devlet başkanı Dubçek’in “güler yüzlü sosyalizm” açılımıydı (yoksa daha 1953 yılında Doğu Almanya’da işçi isyanları yaşanmıştı). Halk katılımını arttırma ağırlıklı olan programın genel derdi, mevcut toplumsal taleplere yanıt veremeyen kurumların reforme edilmesiydi. Ancak oradaki sosyalist ekonominin yapısal sorunlarından kaynaklanan bir durum da vardı: vasıflı emek, daha fazla ücret, daha iyi ürünler tüketebilmek istiyordu, bu tüketim merkezli ahlak, Sovyetler’de kurulan sosyalist ekonominin, kapitalist para ekonomisinden topyekûn farklı olmadığını gösteriyor. Kısaca şöyle: sosyalist ekonomi dahilinde bir insanın daha çok çalışması gerekiyorsa onu iki şekilde güdülersiniz, ya toplumsal çıkarı ön plana çıkarıp, daha fazla çalışmasının buna yönelik bir sorumluluk olduğuna ikna edersiniz, ya da “sana daha fazla para vereceğim, sen de daha çok tüketeceksin” dersiniz. Sovyetler’deki ekonomik yapıda ücret ve tüketim, özendirici bir etken olarak kullanılıyordu.
Öte yandan Sovyetler’de ‘68’in en önemli bileşenlerinden biri, sosyalist doktrinin katı bir dini risale haline getirilmesiydi. Yazdığımız şiirin bile resmi bir doktrine göre yasadışı/yasal kabul edildiğini düşünelim. Tabii bu kadar katı değildi ancak ortada çatışıldığı takdirde esnemeyen, dolayısıyla sosyalizmin yaratıcı kapasitesini kucaklayamayan bir “sosyalizm” vardı. Bunun sonucunda da insanlar kendilerini sosyalizm dışında tarif etmeye başladılar.
Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nde merkezi yönetime karşı isyan bayrağı açan insanların kafasında çok net ve saf bir sosyalizm tanımı yoktu. Birçoğunun vardı tabii, daha özgürlükçü, daha katılımcı, daha az bürokratik bir düzen istiyorlardı ama daha çok tüketmek isteyenler, Batı gibi tüketmek isteyenler de vardı. Hatta Polonya’da -ki yavaş ‘68 denir, 89’a kadar sürmüştür- açık açık kapitalizmi savunan ve piyasayı bayrak yapan güçlü bir toplumsal hareket de ortaya çıktı. Macaristan’da daha 1968 yılında yarı-kapitalist bir ekonomi paketi yürürlüğe kondu.
Sovyetler Birliği’nde çok karmaşık bir talepler listesiyle karşı karşıyayız. Çek Cumhuriyeti’nde halkın baskısıyla önce geri adım atan sonra tekrar aynı programı yürürlüğe koyan Dubçek yönetimini düşürmek için, Sovyet tankları Prag’a girdi. Prag halkı tankların üstüne çıktı, askere soruyordu: “Neden geldin? Ne işin var burada?” Asker kem küm yapıyor. Yani Çek Cumhuriyeti’nde Sovyetler, yeni toplumsal talepler karşısında gereken esnekliği gösteremedi ve kısaca rejimini reforme edemedi, artık yıkılışa giden yolda geri sayım başlamıştır.
Öte yandan Sovyet ‘68’inde de savaş sonrası çok hızlı büyüyen ekonominin durgunluğa girmesinin büyük payı var. Öyle ki mesela 1962’ye gelindiğinde Çek ekonomisi durmuştu, büyümüyordu. Çıkış yolları arandı, merkezi planlama yerine dolaylı kurumlarla planlama, devlet mülkiyeti yerine emekçi mülkiyeti (kısmen özel mülkiyet de denilebilir), pazarın canlandırılması.
Sovyetler’de ‘68’i tartışmak epey uzun bir iş aslında ama burada temel hatlarını çizmeye çalışalım:
1-Savaş sonrası ekonomik durgunluğun halkın tüketim düzeyinde bir gerilemeye karşılık gelmeye başlaması;
2-Vasıflı ve vasıfsız emeğin toplumsal ekonomi içinde yeterince sağlıklı konumlandırılamaması; vasıflı emeğin daha iyi bir yaşam talebi;
3-Kurumsal yapının katı bir sosyalizm tanımlaması ve otoriter bir yapıya sahip olması;
4-Kapitalist sistemle yarışırken, üretimde Taylorist yöntem (yani seri çalıştırma) kullanma, işçileri aynı tür bir hayata dâhil etme.
Polonya’da olan neydi? Bir kere 1945’te Nazi zulmü altında inleyen halkı kurtaran komünistlerdi ve komünizmin prestiji gerçekten tavandaydı. Aslında Polonya Sosyalist Cumhuriyeti de diğer Doğu Avrupa Sosyalist Cumhuriyetleri gibi kurulduğunda büyük bir meşruiyet ve umut kaynağıydı. Ancak yıkılmış bir ülkeyi yapılandırmak için hızlı sanayileşme ve işçi seferberliği programını başlatıldı, mesela 1950’de işe gelmeyenlerin cezalandırılacağı bir “sosyalist iş disiplini” yasası çıkarıldı. Bu yasa işçilerin Taylorist çalışma yöntemlerine direnerek fabrikalara sokmaması sonrasında çıkarıldı. Mesela 1952 yılında bir yasa daha var. İşe 20 dakika geç gelirsen maaşının %20’si kesiliyor, 30 dakikada %30’u. Öte yandan bir de prim sistemi var tabii, mesaiye kalırsan, çok üretirsen prim var.
Diğer yandan ABD’de olanın aynısı Polonya’da oluyordu. ABD’de nasıldı? “Sen muhalif misin? O zaman komünist ajansın!” Polonya’da da “Sen muhalif misin? O zaman ABD ajanısın!” Karikatür gibi gelebilir ama genel olarak böyle. Öte yandan 1953’te Stalin ölüyor ve 1956 SBKP 20. Kongresi’nde Hruşov çıkıp “Stalin şöyleydi, böyleydi” demeye başlıyor. Doğu Avrupa’da Stalin yönetimine dayanan rejimler açısından büyük bir meşruiyet bunalımı ortaya çıkıyor. Ama Hruşov şunu da söylüyordu: “Bir yerde reform yapılacaksa biz yaparız, Polonya’dakiler Batı gibi yaşamak istiyorlar.” Bu şu anlama geliyordu: “Kendi başınıza iş yaparsanız müdahale ederiz”.
1956 aynı zamanda Polonya ekonomisinin de sallanmaya başladığı dönem. 27 Haziran 1956’da genel grev oluyor. Bir gün sonra yüzbinlerce kişi yürüyor sokaklarda; işçiler, aileleri, öğrenciler. Yer yer çatışmalı geçen yürüyüşte polisin biri bir çocuğu vuruyor, öldürüyor silahla. İpler kopuyor, isyan başlıyor. İşçiler askeriyenin silah depolarını basıp silahlanıyorlar, askerler işçileri durdurmayı reddediyorlar. Özel timler devreye giriyor, basbayağı işçilerle özel timler savaşıyor, sonuçta isyan bastırılıyor: 53 ölü, 323 yaralı (Ponzan Katliamı). Hükümet yaşanan olaylardan ders almıyor, hala Amerikan ajanları nakaratını döndürüyor. Eylül 1956’ya gelindiğinde fabrikalar ele geçirilmeye ve öz-yönetim uygulanmaya başlanıyor.
Burada rüzgâr dönüyor. SBKP lideri Hruşov aniden Polonya’yı ziyaret ediyor, halk sokaklarda protesto ediyor. Hükümet, olası Sovyet işgaline karşı halkı silahlanmaya çağırıyor. Hükümet daha önce “sağ sapma” diye hapse attığı Gomulka diye bir yöneticiyi affediyor, başa getiriyor. Tarımda kolektifleştirmeyi durduruyor, hapse atılan herkesi serbest bırakıyor. Gomulka başarısız oluyor, halk düşürüyor. Bu arada Polonya durulmuyor ama mücadelenin şiddeti yavaşlıyor. Sovyetler’e güvenini kaybetmiş Polonya halkı ve işçileri yeni bir düzen arıyorlar. Alternatif örgütlenmeler kurup, gazeteler çıkarıyorlar. 1978 yılına gelindiğinde üretimin arttırılması için mesai süreleri uzatılıyor, cumartesi resmen iş günü kabul ediliyor. Cevap: İkinci genel grev. Ağustos 1980’e kadar süren grevler ve işçilerin talepleri kabul ediliyor. Bu arada çeşitli gerekçelerle işten çıkarılan işçilerle dayanışma eylemleri var. 14 Ağustos tarihi gün: İşçiler Lenin tersanesini 18 gün boyunca işgal ediyorlar. Bu işgalin talepleri ilginçtir: siyasi tutukluların serbest bırakılması, işten atılan arkadaşlarının işe geri alınması, katledilen işçiler anısına bir anıt dikilmesi ve özel mağazaların kapatılması. Mücadelenin ekseni hâlâ piyasa uygulamalarına karşı işçi sınıfı talepleridir aslında. Bu arada “Solidarnosc” (Dayanışma) hareketi doğuyor ve 1981’e gelindiğinde hükümeti deviriyor bu hareket. Hedefi bağımsız sendikalar kurmak ve işyerlerinde öz-yönetim. Bağlıyorum, grevler durmuyor, devlet şiddete başvurmaya başlıyor, Solidarnosc güçleniyor, talepleri kılık değiştirmeye başlıyor bir yandan da. Yani “sosyalizm buysa biz kapitalizmi istiyoruz”a geliyor iş. 1989, Sovyet ‘68’inin sonudur, yıkılmıştır.
Nihayet, ‘68’den başlayan hat İtalyan ‘68’i sapağından ikiye ayrılıyor ve temsil krizine İtalyan radikalizminin verdiği otonomist/komünalist/konseyci yanıtlardan geçerek ‘94 Zapatista ayaklanmasına ve sosyal forumların hız verdiği bir tür kozmopolit ve pasaklı enternasyonalizme varıyor. Köstebeğimizin burada durmayarak Latin Amerika’daki barikatçı, toprak ve fabrika işgalcisi, öz yönetimci kanallara girdiğini de belirtelim.
‘68’in en temel özelliği her tür temsil mekanizmasının zembereğini dağıtmasıyken, İtalyan radikalizmiyle başlayarak Latin Amerika’ya uzanan patikayı karakterize eden başlıca şey ise politikanın “üreticilik” ve “potansiyel güç” üzerinden kurulması oluyor. Bu patikanın ‘68’in ana hattından daha radikal ve yürek gıdıklayan yanıtlar verebilmesinin temelinde ise emeğin sermayeyle girdiği ilişkinin diyalektik değil antagonistik biçimde yeniden kurulması, bütün sermayeyi işçi sınıfının içinden analiz etmeye dönük yeni tür bir teorik müdahale algısı ve nihayet işçi sınıfının sermayeye değil, sermayenin işçi sınıfına bağımlı olduğu tezinden hareketle, sermayeyi işçi sınıfının bir işlevi olarak gören bakış açısı yatıyor.
Bu patikanın sermaye ile emek arasındaki ilişkiyi bu türlü bir yeniden kurma işleminden geçirmesi, ‘68’in dünyaya armağan ettiği “temsil mekanizmalarının şenlikli parçalanışı” durumunun da (Sovyetler ve 1919-1920 İtalyan fabrika konseyleri deneyimine de referansla) işçi sınıfının öz örgütlenmesinin özgün biçimleriyle eklemlenmesine (ve hatta iliklenmesine) neden oldu, hayırlı da oldu. Sınıfın temsilinin ancak sınıfın kendisi tarafından gerçekleştirilebileceği bu hata yapmak ve hatasından öğrenmek konularında elini korkak alıştırmayan praksis algısı bir yanıyla “hayatın her türlü teoriden daha yaratıcı” olduğuna inanan Latin Amerika’daki hareketlere, başta da ‘94 isyanını örgütleyen Zapatistalara ilham verdi. İşin ruhunda kendiliğinden örgütlülüğün değil örgütlü kendiliğindenliğin bulunduğunu da not düşerek…
Nihayet ‘68, İtalyan patikası vasıtasıyla devrimci siyasetin hiyerarşik kurumsal temsil mekanizmaları dolayımıyla değil doğrudan gündelik hayattan öğrenme yoluyla kurulmasının gerekliliğine ve sistemi yıkmanın bu çokluğun, ezilenlerin “kılcal” damarlarındaki asil olmayan kanda mevcut olduğuna dönük inancı tazelemesi ve komünist siyaset dahilinde Lenin ve Luxemburg’u yeniden okuması açısından özellikle önemliydi.
İtalyan sapağına girmeden düz devam eden hat ise kurumsal komünist siyasetin eleştirisine gömülerek alternatif radikal komünist siyaset biçimleri konusunda eşitlikçilik damarının özgürlükçülük damarının gölgesinde kalmasıyla önce Prag Sonbaharı ve devamında Doğu Avrupa’daki muhalif hareketlere, özellikle de Polonya’daki Solidarnosc hareketine ve nihayet ‘89’a bağlanmaktadır. ‘68’de özgürlükçü siyasal söylemin vurduğu balyozlar ‘89’da Berlin Duvarı’nı yıkabilmiştir. Ancak duvarın altında komünist siyasetin ikinci temel ayağı eşitlikçiliğin kalması pahasına…
‘68’in İtalyan sapağından sonraki patikasının en cevval çocuklarından ikisini, 2003-2005 Bolivya gaz ve su savaşları ile 2001 Arjantin isyanını es geçmemek gerekiyor. Bu bol rakamlı soy ağacının üvey evladını ise 2008 yılında Nepal’de monarşiyi deviren Maocu ayaklanma karakterize ediyor. Peki, ‘68 “ruhu” ekseninde düşünüldüğünde, Bolivya, Arjantin ve Nepal neyi temsil ediyor? Bir: Bu üç ayaklanma da büyük oranda ‘68’in İtalyan patikasının çocukları oluyorlar. İki: ‘68’in ana hattı ‘99 ile birlikte artık emekliye ayrılmaya zorlanıyor. Üç: İtalyan radikalizmine şükranlarımızla, özgürlüğün yanında eşitlik bir kez daha ön plana çıkıyor.
‘68’in halen ayağımızı serin ve başımızı ateşli tutan dip akıntılarından gıdıklanmaya devam ederken ‘68’in bittiğini iddia etmek de kimsenin haddi değil.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.