Shakespeare aslında en aşırı Kötümserlerden biridir. “ilerlemeye” hiçbir güveni, “ebedi değerlere” hiçbir inancı, hiçbir doğaüstü “sezgisi”, reforma dönük en ufak hevesi yoktur
Hiç kimse Shakespeare’i, oyunlarındaki hayata dair oldukça kesin ve kişisel tutumunu keşfetmeksizin doğrudan ve basit bir zevkle okuyamaz. Shakespeare, bütün karşıtlıkları uzlaştıran ve bütün sınırlamaları aşan bir Mutlak Tanrısallık değildir. O, Matthew Arnold’ın Sonnet’inin incelenemeyecek kadar yüce “başı dumanlı dağı” da değildir. O, acı tecrübelerini kendi irfanını pekiştirmek üzere kullanan ve maskesini düşürmeye mahkûm ettiği şu duygusuz hayatın acısını hafifletmek için mizahı ve hayalleriyle oynayan mutsuz ve tutkulu bir sanatçıdır
İnsanlığın meşhur isimlerine karşı gözü kör bağlılığında acıklı olan bir şeyler var. Öte yandan bu bağlılık ne kadar gelişigüzelse o kadar anlayıştan yoksundur!
Her şeyin ötesinde bu, hususi ve oldukça kişisel dehası popüler tapınmaların ağırlığı altında neredeyse gömülmüş olan Shakespeare açısından da geçerlidir. Voltaire, Tolstoy ve Bay Bernard Shaw gibi eleştirmenlerin buna müdahale etme sorumluluğunu aldıklarına şüphe yoktur. Hatta Frenchman’ın itirazı estetik olanlardandır. Daha sonraki itirazcılar ise ahlaki ve felsefi zeminleri tercih etmişlerdir. Ancak her iki saldırıya ön ayak olan, kalabalıkların nedensiz tapınmasıdır.
Bu Shakespeare-tanrısının yaratılmasını sağlayan bileşenlere dair tahminde bulunmak o kadar da zor değildir. İdol’ün arkasındaki papazların sesleri açık seçik idrak edilebilir durumdadır. Bizler akademik sesi, şovmenin sesini ve etik vaizin sesini duyarız. Bunları hepsi saçmadır ancak bunların birbirinden farklı saçmalıkları hepimizi tek bir güçlü ve birleşik uzlaşmanın içine akıtmayı başarmıştır. Bizim şiirimizin zavallı Sezar’ı görünmezliğe batıp bütün hepsinin arasında çaresiz kalırken popüler hatiplerimiz el kol hareketleri yaparlar ve yaygara koparırlar; profesörlerimiz Yunanca konuşur; etik Brütüslerimiz “açıklar”; ve kalabalıklar “ter kokan kasketlerini havalara fırlatırlar”.
Onu herkesten daha iyi anlayan –ve Oyunlarını seven– Charles Lamb, Sahne Sanatçılarımızı tahrifatların en berbatını yapmakla suçlamakta bir an bile tereddüt etmez. Garrick’in bile oynadığı rollerin inceliklerini anlayıp anlamadığı konusunda kuşkuludur ve kendi döneminde izin verdiği pek az istisna, bizi, onun bizimkiler hakkında neler söyleyebileceği konusunda hayrete düşürür.
Nihayet Alman değerlendirmesinin bir “Felsefi Shakespeare’i” vardır ve bizim içgüdüsel biçimde orijinaline hepsinden daha az benzer biçimde hissetmemize neden olur!
Hamlet ve Fırtına’nın yazarının sadece bu her türden örnekten daha farklı bir dünyada yaşamaması ironinin ta kendisidir. O aynı zamanda uzlaşmaz olanında yaşamaktadır. Shakespeare, püriten aşırı hassaslığın olduğu kadar skolastik bilgiçliğin de tam anlamıyla bir düşmanıydı. O neredeyse kabaca bayağı kalabalığın nefesinden haz etmeyen bir konumdaydı. Ve onun geleneksel sofuluklarına dönük yarı-mizahi rızasıyla birlikte melankolik şüpheciliği metafizik aklın “doğrularına” karşı en aşırı karşıt kutbu oluşturmaktadır. Popüler Canlanışların Shakespeare’i fantastik bir karikatürden başka bir şey değildir. Lise ders kitaplarının Shakespeare’i zayıf bir bostan korkuluğudur. Ama felsefi ahlakçıların Shakespeare’i ise umutsuzluktan kaçanların Gulyabanisidir.
Yorumcuların dediklerini unutarak oyunların kendisinden keyif alan zeki bir okuyucu normal olarak oradaki Kişiliğe, kayıtsızlık ve hoşnutsuzluklarla malûl, önyargıları ve tercihleri olan Kişiliğe karşılık vermekte başarısız olamaz. Bu kocaman İdol’ün, bu her yerde hazır ve nazır Hegelyen Tanrının saçma gerçek-dışılığını oldukça hızlı biçimde fark edecektir. Hemen sonrasında da şairlerini her şey kılmaya çalışmanın onu hiçbir şey haline getirdiğinin farkına varacaktır.
Hiç kimse Shakespeare’i, oyunlarındaki hayata dair oldukça kesin ve kişisel tutumunu keşfetmeksizin doğrudan ve basit bir zevkle okuyamaz. Shakespeare, bütün karşıtlıkları uzlaştıran ve bütün sınırlamaları aşan bir Mutlak Tanrısallık değildir. O, Matthew Arnold’ın Sonnet’inin incelenemeyecek kadar yüce “başı dumanlı dağı” da değildir. O, acı tecrübelerini kendi irfanını pekiştirmek üzere kullanan ve maskesini düşürmeye mahkûm ettiği şu duygusuz hayatın acısını hafifletmek için mizahı ve hayalleriyle oynayan mutsuz ve tutkulu bir sanatçıdır. Shakespeare’in nihai tutumu olarak beliren kişisel ruh halini açıklamanın en iyi yolu, onu evrene karşı duran kusursuz doğal bir adam olarak tanımlamaktır. Kuşkusuz böyle bir “kusursuz doğal adam” mevcut değil, bir tür meşru modeldir ve biz hepimiz ara sıra ona yaklaşırız. Hakiki zamanları dâhilinde bu doğal adam, evreni göründüğü biçimiyle ele almakta, ne nazik karşılıkları reddetmekte ne de grotesk orta oyununun zulmünü yumuşatmaktadır. Doğal adam “verili olanı” kabul etmektedir. Kaotik sürprizleri, müsrif kazaları, bütün o fantastik “allak bulaklığı” sineye çekmektedir. O, aynı zamanda onların soyunun geleneksel sofuluğunu, onların “umuda karşı umudunu”, onların kibar merasimlerini, onların doğum ve ölüme kendilerini adamalarını da kabul etmektedir. Bunları onların “doğrusuna” inanmış olduğundan değil, aksine “onlar orada oldukları için”, orada uzun süredir bulundukları için ve onları bütün dramatik görünüşlerinin olanakları ve değişimleriyle birbirine karıştırdığı için kabul etmektedir.
Onları kendiliğinden, mizahi ve sıcakkanlı bir biçimde kabul eder, onları geliştirme kaygısında –bunu hangi amaçla yapacaktır ki?– ve kesinlikle onlara itiraz etme arayışında değildir. Soyunun Dinine sadece onun kendi mutsuz, hazin güzelliği nedeniyle değil kendi de bu yaygın fikre katıldığı için saygı gösterir; böylesi bir fikri burada aydınlatmak, ona orada biraz daha ağır ama daha zengin, daha zarif bir ton ve daha anlamlı bir hale getirecektir. Dinin “İmkansız”la baş etmesinin gerekmesi, doğal adamın canını sıkmaz. “O”, böylesi bir dünyada, nereden başlar? Shakespeare’in onu akılla uzlaştırmaya dönük herhangi bir kışkırtıcı arzusu yoktur.
O, ruhunun derinliğinde gökten düşmektense dünyadan yükselmeye dönük ancak onu endişelendirmeyen kurnaz bir şüpheye sahiptir. Bu hiçbir ebedi hakikate dayanmıyor olabilir. Bu hiçbir mutlak sonuç doğurmuyor da olabilir. Bu ne çok “kullanışlı” ne de çok “ahlaki” olmayabilir. Ama bu, her halükârda, yaratıcı sanatın güzel bir çalışmasıdır ve hayata hiçbir şeyin bütünüyle yerini alamayacağı belirli bir itibar kazandırır. Nitekim doğal adam’ın bu şeylere karşı tavrı büyük sanatçılarınkinden pek de farklı değildir. Onunki sadece, pasif bir teslimiyetin ötesindekileri cezalandıran, yaratmaya dönük mutlak bir tutku ve mutlak bir şeytani meraktır.
Bir Da Vinci ya da bir Goethe dini kabul eder ve onu kullanır ancak din ile onun kendi zihninin derinlikleri arasında daima kuşkucu “beyaz ışığın[1]” dokunulmaz bir filmi sürmektedir. Tolstoy ve Bernard Shaw gibi bireyselci düşünürlerin öfkesini tam olarak kışkırtan da işte bu “uzman onay”dır. Bu düşünürlerin “mizahıyla” Shakespeare’in “mizahı” arasındaki farkı not etmek de eğlenceli olacaktır. Shaw’ın mizahı insan Geleneklerinin saçmalığını filozofun sağduyusuyla karşılaştırarak vurgulamaktan ibarettir. Shakespeare’in mizahı ise filozofların saçmalığını Geleneklerin sağduyusuyla karşılaştırarak vurgulamaktan ibarettir. Birisi Evren namına sıradan insana karşı yönelmiş Bağnaz’ın mizahıdır. Diğeri ise sıradan insan namına Evren’e karşı yönelmiş Sanatçı’nın mizahı.
Shakespeare aslında en aşırı Kötümserlerden biridir. “ilerlemeye” hiçbir güveni, “ebedi değerlere” hiçbir inancı, hiçbir doğaüstü “sezgisi”, reforma dönük en ufak hevesi yoktur. Evren onun için, bütün sevimliliğiyle birlikte “insafsız” bir jesttir. Kozmik olan komik olandır. Şu “asılı duran dünya”dan umulabilecek olan bir şey varsa, o da umduğumuzu ummaktır ve “yeniden düşmeye” ilişkin bir sorun varsa, bizler ancak insan-icadı geleneklere başvurabiliriz. Hayallerle geçiniriz ve son hayal de bizi bıraktığında, ölürüz. Shakespeare’i okuduktan sonra zihinde kalan son intiba dünyanın sadece estetik bir görünüşle haklılaştırılabileceğidir. Bir Gösteriyi hemen değerlendirmek oldukça hayret verici ve oldukça komiktir, kişinin çok cesur, çok nazik ve çok mizahi olması gerekir. Başka bir şeye gerek yoktur. “insan kendi buradan gidişine bu nedenle, aynen buraya gelişine olduğu gibi uymalıdır. Olgunluk her şeydir”. Cesaret bizi bozguna uğrattığında, onun “ahlaksız oğlanlara sarılması gibi bizler de tanrılara sarılmalıyız. Bizi kendi keyifleri için öldürürler”. Naziklikleri bizi bozguna uğrattığında, bu, “Yarın ve yarın ve yarın bu ufacık adımlarla günden güne kaydedilen zamanın nihai hecesine dek sürünür”. Mizah bizi bozguna uğrattığında, bu, “bu dünyanın bütün kullanımları bana ne kadar sıkıcı, çürük, ruhsuz ve fuzuli görünür!”
İşte Hayat! Ve Ölüme vardığımızda, Charles Lamb’in de söylediği gibi, kimse Ölüm hakkında Shakespeare gibi konuşamaz, ne kadar da doğru! Ve o, ölüm hakkındaki fani hissiyatımızın böylesi mutlak bir idraki üzerine de konuşmaktadır, çünkü onun ruh halinin doğal adam’ın, yanlış umutlar tarafından hakikileştirilen ve gururlu bir inanç tarafından tarihsizleştirilen doğal adam’ın ruh hali olması göz önünde tutulmalıdır. Onun ölüme karşı tutumu ne “ölümlülüğün tatsız içimini” tatlılaştırmakta ne de bizim onun “ebedi barışının” sıvısını akışına bırakmamıza razı olmaktadır. “Soğuk bir tümseğin içinde yatmak ve çürümek; bu sıcak devinimin yoğrulmuş bir soğuğa dönüşmesi” ne kadar da korkutucudur ve nihayet, “hayatın sıhhat dolu ateşinin ardından”, “nur içinde yatmak” nasıl olur da kutsanır!
Bu ruh hâli –Shakespeare ve doğal adam’ın ruh hali– üzerine söyleyebileceğimiz, onun felsefi imgeler ya da mistik görüşlerle bir an bile olsa asla oyalanmıyor oluşudur. O “ziyadesiyle ruhani” düşünür ancak metafizik anlamda değil doğal anlamda. Bu Rabelais ve Montaigne’in de tutumudur, asla Wordsworth ya da Browning’in değil. Bu, Homeros’un şiirlerinden iyi bildiğimizi bir tondur. Bu Davut’un İlahisi’nin tonudur. Onun sesini “Rahipler”de duyarız ve “Kral Süleyman”ın bilgeliği de onunla doludur. Daha yakın zamanlarda o, soyumuzun geleneksel umudu ve ebedi sessizliğin karanlık koyu arasındaki gelip gidenlerin hissettiği şeydir. O, metafizik “vasıtasıyla” içinde metafiziğin de kaybolduğu bir çukur kazanların “Aut Christus aut Nihil”idir.
Shakespeare Komedileri’nin neşeli ve çocuksu canlılığı bizi kandırma ihtiyacı duymaz. Neden “tıpkı altın çağda yaptıkları gibi” bir anlığına kamçıları ve hor görmeleri unutarak dikkatsizce zamanın içinde akıp gitmeyelim? Böylesi basit bir aldanış, ahlakçı komedyenlerin daha keskin esprilerindense yazgımızın sorumsuzluğuna daha iyi ayak uydurur. Hayatın karmaşık meselelerinin daha ince ruhlarda kışkırttığı trajik kahkaha yok değildir ama dürüst palyaçoların tatlı yamuklukları bizi yine aynı uzaklığa sürüklemeyi becerir. Shakespeare aptalları en az onların kendini sevdiği kadar az sever ve onların dillerine nihai bilgeliği yapıştırması, sıklıkla onun nüktedanlığındandır.
Bu oyunların “Bir Yaz Gecesi Rüyası”yla başlayıp bir “Fırtına”yla bitmesinin gerekliliği dikkate değerdir. Titania ile başlatarak Ariel ile bitirdiği bu aralıkta soyumuzun büyük kasvetli tutkuları ilan edilmekte ve bertaraf edilmektedir. Periler ormanından tılsımlı adaya, bir rüyadan bir rüyaya. Shakespeare’de Wagnerci, Euripidci bir “özür”den söz edilemez. “Parsifal” ya da “Bacchanals” da yoktur. O, fani tutkuların anlamsız kargaşasından belirli bir ironik bıkkınlıkla Doğanın sihrine ve gençliğin mucizesine dönüş yapar. Ruhları “havada yok olup giden” Prospero, son sözün sahibidir ve son söz de ilk söz gibidir: “Bizler rüyaların birleştiği böylesi şeyleriz ve bizim küçük hayatımız bir uykuyla sarmalanmış”. Kötümser bir Shakespeare fikrine karşı çıkan kalender kişiler Troilus ve Cressida’nın, Kısasa Kısas’ın ve Atinalı Timon’un sayfalarını çevirmeliler. Bizim Hamlet ve Kral Lear’ı okuduğumuzda keşfettiklerimiz, bu oyunları okuduğumuzda kesinliğe kavuşur.
“Asil Shakespeare” burada en affedilmez olan üç şeyi yapmaktadır. Faziletin maskesini düşürür; Kadın’a ihanet eder ve tanrılara lanet okur. Modern devrimcilerin en uzlaşmazları bu mübarek şairden bir ya da iki numara öğrenebilirler. Kral Lear’da Anarşi’nin hakiki sesini Kral’ın dilinin ucuna koymaktadır: “Zina için ölmek mi? Hayır!”, “Soytarı, hangisi Yargıçlık ve hangisi Hırsızlıktır?” “Makama itaat eden bir köpek.”
Shakespearevari tutum hakkında hissettiklerimi açıklamakta başarılı oldum mu? Aslında bu kesinlikle kuşkuludur. Derinlik derinliği çağırır ve eğer “duvardaki yazıyı” okuyamıyorsak, bu, orada bir şey yazmıyor olması nedeniyle olabilir. Veil of Isis’in bir köşesi kaldırıldığında, adı Korku olan Dişbudak Ağacı’nın köklerinin arandığı şu Ölüm Krallığı’na bir kez göz atıldığında, yeryüzüne, Nadir’den Zirve’ye döneriz ve –“derinliksiz”– “yüzeysel” haline geliriz
Sonsuz boşluklar, Pascal’ın da söylediği üzere, “korkutucu”dur. Bu durumda delilik bile yalan söyler. Ve dünyaya aklı başında bakabilecek olanlar kendilerini insani tutkunun deneyimiyle ya da deneyiminin görünümüyle uyuşturmalıdır. Onlara, bu büyülü hale dâhilinde ve yalnızca burada Dışarıdaki Terör’ü unutma izni verilebilmektedir.
Asil ruh, saf psikolojik mutluluktan kaynaklanan, bizi güneşli bir yol boyunca böylesi taşkın bir inançla sıçramaya ve seğirtmeye yönelten yanlış iyimser umudun şişirilmiş ruh hallerini kendi içinde şımartmaya tenezzül eden ruh değildir. Bu tür pragmatik bir kendini kandırma böylesi bir dünyanın varlığı dahilinde bir küstahlıktır.
Bu, felsefeye referansla terbiyesiz bir huy olarak adlandırılabilecek şeyin bir işaretidir. Bu onun en dip noktada tıkanışının edepsiz “minnettarlığı”dır. O, “bizlerin” çok ayrıcalıklı olması halinde “Onun Cennetinde olması ‘gereken’” kutsanmış mutluluğun Tanrı’ya bakan küçük sarı gözüdür. Bu “katiyen tartışılamaz olan iyi niyetin zaferi” gerçekten, biri ona dikkatle baktığında, tamamen sarhoş olmasına izin verilmesinden memnun olan serf-kölenin takatsizliğinin tersine çevrilmesinden başka bir şey değildir! O kabadayılık eder ve övünür ama içinden soysuz ve cahildir. O, Evren’in tek bir eziyete uğramış mahlûkun feryadına ilişkin bile “affedilmezliğini” ve “karşı geleceğimiz bütün dünyaların” tek bir insan evladının umutsuzluğunu bile telafi edemez oluşunu hissetmek üzere yeterince hassas değildir.
Bu insanların görenekleri dâhilinde Evren hakkında neşeli olmak demek, Ölmüş olan İsa’ya hakaret etmek demektir. Bedenlerinin üzerinden koca bir Tekerlek geçmiş bu “küçük insanlara” sövüp saymaktır. Kendi merhametinin maktulünün şehidi olan Nietzche bizi “aşkın tecellisi”ne davet ederken pek de güçlü biçimde bağırmıyordu. Onun kahkahası, kendi sevgilisini striptiz yaparken izleyen birinin kahkahasıdır. “Doğayla uyum içinde” olması gereken o, kendi kör cehennemlerinde Şans ile zar atan “katil bakanlar”la birlikte, Valhalla lordlarının yanı sıra Jotunheim’in devleriyle de uyum içinde olmak zorundadır. Asgard sendelerken, onu acımasızca seyretmeyi becermek, “Tanrıların Alacakaranlığı”nı buyur etmek zorundadır. Bu tür düşünceleri kanıksayan bir akla, böylesi bir eşikte kalmaya muktedir bir akla sahip olmak sadece bizim “aristokratik” olarak adlandırdığımız entelektüel konuşan biri olmaktır. Oyundaki zavallı Gloucester’inki gibi gözlerle bile, “şu dünyanın nasıl da döndüğünü” görebildiğimizde, bunun tamamen ölesiye ve hoş olduğu üzerine yemin etmek bir taklittir ve “bayağı”dır. Bu aynı zamanda palavra sıkmaktır.
Shakespeare’in bu Şifasız Ev’in sakinlerine teklif edilen “bütün “batıl inançlara”, uyuşturuculara ve benzeri acıyı yok eden ilaçlara saygılı biçimde yaklaştığına şüphe yoktur. Böylesi bir “kutsal suyla yıkama”, böylesi bir “kendimizi aptal yerine koyma” tek alternatiftir. Bundan başkası kahramanın basireti ya da vaizin ikiyüzlülüğüdür!
Shakespeare’in yorumcularının temel şeyi nasıl da garip biçimde ihmal ettiğinin farkına varılmış mıdır? Onun Dilbilgisi, Tarihi, Biyolojisi, Botaniği, Coğrafyası, Psikolojisi ve Etiğiyle alay etmektedirler. Onun şiirinden asla bahsetmezler. Şiir adına o, tekrar tekrar, bizim Bağnazların da iyi bildiği üzere Gerçeği, Ahlakı, İhtimali ve hatta Sanatın kendisinin temel ilkelerini kurban etmiştir.
Dramlarında olduğu gibi, oyunlarının çoğu skandal derecesinde kötüdür; karakterlerinin çoğu fantastiktir. Onun ilgili olduğu ve olmadığı kişilikler ve durumlar üzerine neredeyse her örnekte bu noktaya parmak basılabilir. Ve onun bu ikincileri “ele alması” nasıl da baştan savmadır! Onu “Sanatın Nesnel Tanrısı” haline getirmeyi istemelerinden bugüne kadar, o, bütün gezgin ruhların en kararsızı ve en öznelidir.
Hiçbir doğal insan onu, yazdığı her şeyin arkasındaki aşırı kişisel tutkunun nabzını hissetmeksizin okuyamaz.
Ve onun bu kişisel tutkusunun nabzı her zaman kendisini Şiirde ifade etmektedir. O, bir defa bir karakter onun amacına garip nağmelerini öttürecek bir araç olarak hizmet edecek olduğunda, o karakterin havada kaybolması ihtimaline ya da zayıflamış alışkanlıkların dalgınlığı içinde küçülmesine izin verecektir. O, bir defa ağzına kendi hayat üzerine kara kara düşünen melankolisini –kendi yaratıcı tepkisini– doladığında, artık en önemli şahsiyeti kaderine bırakmanın, çıkar ve kimliği kaybetmenin ıslığını çalacaktır.
Ve bu nedenle bütün akademik düşünceye rağmen, Shakespeare’i anlayanların onun dramatik yanılgıları nedeniyle kendilerine en iyi eziyet edenler olması söz konusudur. O halde onun yeni tereddütler olmaksızın bir an önce fısıldamasına izin verelim. “Dram sanatı” ne kadar endişeli olursa Shakespeare “utanmaz” olacaktır. Bizim “en büyük oyun yazarımız”daki şiirsel içgüdü –burada “epik” ya da “lirik” veya her ikisi birden denebilir– herhangi bir dramatik duygudan çok daha baskındır. Aramızda “şiir” seven ama “dramı”, özellikle de “Ibsen’den bu yana olan dramı” katlanılmaz derecede sıkıcı bulanların tekrar ve tekrar Shakespeare’e dönmelerinin nedeni de tamamen budur. Yalnızca saçma Kültür-Cahili gruplar, bu “güçlü modern yapıtları” birden fazla kez okuyabilir! Bunların münasebetsiz vaizliğinin mi yoksa mıymıntı teknik becerilerinin mi daha sinir bozucu olduğu bilinemez.
Bunlar kendilerini Shakespeare’den farklı olmakla takdir ediyor olabilirler. Doğrusu ise bunlar, zavallı Bottom’unki benzeri “çevrilmiş” olanlar ve kendi ahmak alınlarında “sanat aşkına sanat” saçmalığını taşıyanlar onun eski düşmanlarından, Bağnazlardan başka bir şey değildirler.
Sanat aşkına sanat! Bu şey artık en az “On Emir” kadar mahvedici yasaklayıcı emirlerin yeni bir “On Emiri”ne dönüşmüştür. Bu, bizim biricik Alsatian tapınağımızın çevresine kategorik cüreti taşıyan “ahlaki anlamın” yeni Avatarıdır!
Korkarım ki Shakespeare oldukça “ahlaksız” bir sanatçıydı. Korkarım ki bir kâfir olarak yazıyordu.
Ama bundan Yunanlılara ne? Yunanlılar asla kendilerini koy vermezler! Hayır! Ve uygun bir gerekçeleri vardır. Yunan Tiyatrosu Din’di. Ritüel’di. Ve bizler ritüelin nasıl da “sorumlu” olduğunu biliriz. Tanrılar tütsülerini buhurdanın doğru türünden edinmek zorundadırlar.
Ancak Din’i “in vacuo”ya davet edemezsiniz. Ona, basitçe, kendi kişisel “üslubunuz” hakkında ve hatta yaşınızın “üslubu” hakkında ağır bir tavrı varsayarak bu “takdisi” sağlayamazsınız.
Güzellik mi? Güzelliğin ne olduğunu Tanrı bilir. Ama ben size ne olmadığını anlatabilirim. O, herhangi bir şatafatlı küçük hizbin sanatsal bir “patikada” kurtarılmasına dönük bir hizipsel bir kuruntu değildir. O, Stendhal’ın onu adlandırdığından da fazlasıdır. Ama o, onu alıntılamaya cesaret edemeyeceğim kadar saçma konuşmaktadır.
Bu Yeni Sanatsal Hareket’in nasıl da Protestan olduğunu göstermek aklınızın ucundan geçti mi, nazik okuyucu? Shakespeare, kendi estetik yöntemi dâhilinde, sofuluğunun yanı sıra Katolik bir ruha da sahiptir. Gerçekte Tiyatroda Şiirin özgür ruhunun “Rönesansı”na ihtiyaç duyulduğunda, artık vakit gelmiştir.
Hyperborean Ibsen’in bu canavarca gölgesi neden içimizdeki oyun-içgüdüsünü, aynen hayli çirkin ve mütehakkim John Knox gibi karartmaya devam etmek zorundadır? Şu fani ağırlığımızı okyanuslar kadar engin bir neşeyle kaldırabilen ve sadece Yeni Hareket’in korkutabildiği birçok cömert Rabelaisci ruhun olduğundan kuşkulanıyorum. Bunlar yeterince “Yunanlı” ya da “İskandinavyalı” olamayacaklarından korkmaktadırlar. Aynı esnada sefil kalabalıklar ise, bir tür gareze, sağlıklı bir “milli günışığı” alanına gitmeye zorlanmıyorlarsa eğer, Babilli Pantomimler ile İskoç Mitolojisi arasında bir seçim yapmak zorundadırlar.
Kalplerimizde biz doğal insanların arzuladığı, (zavallı Titania’dan çok farklı biçimde!) garip isimli ve üçbin “Birlik!”li masalların saldırısına teslim edilmektir. Bize düşen “şiir” ise bizi dışarı çıkmaya ve birilerine “elbiseler almaya” iten oldukça muğlâk ve soluk ve dalgın ve umutsuz bir şiirdir. Kent reformunun nefretinden Ultima Thule’un yalnızlığına doğru yön değiştiririz.
Ancak Shakespeare hâlâ Shakespeare’dir. O eski dokunaklılıkla dolu, o eski büyülenmeyle dolu parçalanmış ve inleyen insan çığlıkları! Shakespeare’in şiiri herhangi bir “kült”ün koyu muhalifidir. O, kalbin durmasını sağlayan, içimizdeki bütün Jack ve Jillleri dünyanın başlangıcından bu yana harekete geçiren duyguların müziği dâhilindeki tarif edilemez ifadedir! O, her ne kadar rüzgâr veya yağmur ya da yol kenarındaki çimler tarafından yakılmışlarsa da, onlara bir şey anlatmamıza gerek kalmayacak denli çok bilmeleri nedeniyle bizi ta yüreğimizden oldukça kurnaz biçimde vuran o eski köy “türkülerinin” etkisine sahiptir! O “doğanın bir Dokunuşudur”. Ve içinde onun her türlü beraberlik duygusunun kendisini serbest bıraktığı bu fevkalade gerçekler kuralları nasıl da çiğnemektedirler!
Bunlar, soylu oldukları ölçüde büyük konuşmalarda, onun yanına yaklaşılmaz mutluluğunun bulunduğu kısa, trajik ağıtlarda ve kırık dökük kekelemelerdeki ölçüde bulunmamaktadır. “Böylesi fedaların üstünde, benim Cordeliam, tanrılar kendilerini tütsületirler”. Bu küçük cümleler, bu ağrılı ritimler, kesif ve hızlı bir biçimde hafızamıza doluşurlar! Bu, onun acayip Cismini seyreden bizim alışıldık tahammülümüzün gündelik Fedası’nın eti ve kanıyla birliktedir. “ölümlülük kokan” eller, “ağzından bal akarak yalancı şahitlik yapan” dudaklar, sevdikleri her şeye “son kez bakan” gözler, bütün bunlar nihai berbat çözülüşten önce bizim eğilmemizi sağlayan dokunuşlardır. Ve bu Doğa’yla aynı şeydir. Bizim diğerlerinde bulduğumuz o sahte-bilimsel, sahte-etik açıklamalara başvurmamız, onların belagatli yazılarındaki şeytanlık, akılcı analizlerindeki kurnazlık, Shakespeare’in yaptığı bir şey değildir. Bir çapkının tutkusunun hiddetle savrulmuş birkaç kelimesi ve öğle vaktinin için için yanan büyüsü nefesimizi keser. Terk edilmiş bir çocuğun sinesinden kopan hüngür hüngür bir ölüm ağıdı ve dünyadaki bütün çitlenmiş bahçelerin kokusu damarlarınızın içinde dolaşıp tüylerinizi ürpertir.
Peki, Yeryüzünün ezeli muhalifine ne oldu? Büyük Derinliğe ne oldu? Herhangi biri, herhangi bir yerde, günde bir kez onun espri selinin kıyıya kadar çekilmiş eşiğine yuvarlanan bizler süslü gevezeliğinin şiddetli dalgasının üstündeyken, bizi evrensel biçimde heyecanlı olan insani ürperme ve insani irkilmeye dair sözleri bir araya getirdi mi? John Keats, Kral Lear’daki küçük bir nakaratı gece gündüz aklından çıkaramıyordu: “Deniz’i duyamıyor musun?”
Pastoral şairleri, nehir kıyılarındaki el değmemiş yılanyastığı çiçeğinin tomurcukları etkiler, buna saygı duyarız. Ama yaşlı Falstaff’ın ölüm döşeğinde sarf ettiği “yeşil alanlara dair boşboğazlıklarına” ve gençliğin bizden bir yaz rüzgârı gibi çaldığı bütün uzun düşüncelerine izin verelim.
Felsefi eğilimiyle modern eleştirmen, Shakespeare’in ifadelerinin aşikâr insani uygunluğuyla çekişmeye meyillidir. Doğduğumuzda bu büyük aptallar sahnesine gelmekte olduğumuz için ağlarken”, bu apaçık doğrucu davutluğun sürekli yinelenmesi “kaç para eder”?
Beş para etmez, dostlarım! Hiçbir faydası yoktur! Ve nihayet bu “sanat aşkına” ortaya konan kasıtlı bir görüş değildir. Bu, bir tutam Yazgı’nın şiiridir, bu, bize düşenin ironisini hor görülmesine karşı göze aldığımız insani bir intikamdır.
Ancak Shakespeare tanrılardan öcünü her zaman acı darbelerle almaz. “Ne genç ne yaşlı, bunun yerine olduğu gibi, yemek sonrası kestirirken her ikisi üzerine de rüyalar görülen” şu acayip dünyada, ruhun isyan içinde yükselmek yerine ileri derecede yaralı olduğu anlar gelmektedir.
Şu halde, bir çeşit “neşeli umutsuzluk” içinde sadece sonucu bekleyebiliriz. Ve Shakespeare’in bunun için de söyleyecek sözü vardır.
Muhtemelen en kötüsü, “sapan ve okların” ruhumuzun sevgililerinden katlanılmaz biçimde ayırmalarına teslim olmamızın gerekliliğidir. Ve burada, o bize yanlış bir umudu önerirken, ses tonu acılığını yitirir ve nazik ve ağırbaşlı bir hale gelir.
“Sonsuza ve sonsuza kadar elveda, Cassius. Olur da tekrar buluşursak, bu neden iyi olmasın; ve eğer buluşamazsak bu ayrılma iyi bir ayrılma olsun”.
Ve gelecek için de:
“Ah bildiğimiz
Bugünün işlerinin sonunun gelmekte olduğudur!
Ancak günün sona ereceğini söylemek yeterlidir
Ve ardından son bilinir hale gelir”
Notlar:
[1] Burada tiyatroların yoğunlaştığı “Beyaz Işık” adlı semt kastediliyor – ç.n.
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının üçüncü bölümüdür.
[Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.