Latin Amerika ve Ortadoğu’nun kendi özgünlükleri mutlaka saklı kalmak koşuluyla kesinlikle siyasal, ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimlerinde kayda değer benzerliklere giderek daha fazla sahip olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır
Latin Amerika ve Ortadoğu’nun kendi özgünlükleri mutlaka saklı kalmak koşuluyla kesinlikle siyasal, ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimlerinde kayda değer benzerliklere giderek daha fazla sahip olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır
Küresel kapitalist sistem oldukça uzun ve çatışmalı geçeceğe benzeyen kapsamlı bir krizi yaşamaya başladığının sinyallerini fazlasıyla verirken, dünyanın istisnasız her coğrafyasında küresel kapitalist sisteme karşı birbirinden oldukça farklı, özgün ve fakat önemli ortak noktalara da sahip direniş hareketleri ortaya çıktı. Bu coğrafyalar içinde ise iki coğrafi direniş odağı billurlaşmış durumda: Latin Amerika ve Ortadoğu. İkisi de emperyalist/kapitalist sistemin diliyle adlandırılmakla malûl olan bu iki coğrafyanın temel noktası ise ABD ve müttefiklerinin mütecaviz müdahalelerine karşı sınırları az çok belli olan birer direniş odağı haline gelebilmiş olmaları.
Her ikisi de tarihte neredeyse en fazla dış müdahaleye, askeri darbeye, kaynak aktarımına ve “istikrarsızlığa” maruz kalmış Latin Amerika ve Ortadoğu, oldukça farklı tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal referanslara sahip olmakla birlikte bir arada ele alınmayı hak edecek ve önemli dersler çıkarmamızı sağlayacak belirli ortaklıklar da içeriyor.
Her şeyden önce Ortadoğu ve Latin Amerika’yı karşılaştırmalı biçimde ele almak önemli zorlukları da beraberinde getiriyor. Birinci zorluk, bu iki coğrafyanın kendi içlerinde de tamamıyla özdeş olmamalarından kaynaklanıyor. Latin Amerika veya Ortadoğu’da yer alan bütün ülkelerin benzer siyasal süreçleri, benzer dış müdahaleleri ve benzer direniş biçimlerini tecrübe ettiğini iddia etmek gerçeklikle pek fazla uyuşuyor gibi görünmüyor.
Örneğin İran ve Mısır’daki İslamcı dönüşümün oldukça farklı yollar izlediğini ve oldukça farklı öznelerin yine ciddi yöntemsel farklar içeren müdahaleleriyle şekillendiğini söylemek gerekiyor. İran’da Mısır’dakinden oldukça farklı biçimde sadece bir ticari merkez olarak değil, aynı zamanda ayırt edici bir kimliğe sahip siyasal, toplumsal ve coğrafi bir birim olarak Çarşı’dan söz edilebilirken ve Çarşı’nın 1979-1980 İslam Devrimi’nde oynadığı role her şeyden önce buradan bakmak gerekliyken, Mısır’da İran’daki Çarşı’ya karşılık gelen bir sosyoekonomik örgütlenmeden söz edilemez. İran’da kendilerini bir siyasal parti gibi örgütleyen Marksist ve İslamcı gerilla örgütleri ile Şii mollalar radikal bir kopuşu içeren bir devrimi hayata geçirebilmişlerken, Mısır’da İslamcı dönüşüm, bir toplumsal hareket olarak örgütlenmiş Müslüman Kardeşler’in kademeli ve bir tür karşı-hegemonya üreten siyasetiyle mümkün olabildi.
Benzer bir karşılaştırma Latin Amerika ülkelerinden, örneğin, Küba ve Bolivya arasında da yapılabilir. Marksist gerillalar tarafından örgütlenen kent ve kır ayaklarına sahip bir silahlı direniş hareketi tarafından gerçekleştirilen Küba Devrimi’nin özgünlükleri aşikar. Bolivya’da ise yerlilerin gündelik taleplerini neoliberalizm karşıtı bir üst politik hatta içerebilmiş ve seçilmiş hükümetleri halk isyanlarıyla arka arkaya devirerek yine son seçimde kendi adaylarını devlet başkanlığına taşımış yine oldukça özgün bir toplumsal hareketten söz edilebilir.
Sadece buradan bakıldığında İran ile Küba ve Mısır ile Bolivya daha fazla ortak noktaya sahip ve daha fazla karşılaştırılabilir durmaktadır.
Benzer biçimde, bir OPEC ülkesi olan Venezüella’nın Ortadoğu’daki OPEC üyesi, petrol ihracatçısı ülkelerle önemli benzerlikle içerdiği söylenebilir. Ortadoğu’da İran körfezindeki petrol ülkelerindeki siyasal istikrarsızlığı açıklamak üzere sıkça başvurulan bir kavram olan rantiyeci devlet kavramı Venezüella’nın dünyadaki ve hatta kıtasındaki genel eğilimin aksine çok partili ve düzenli seçimlerin yapıldığı bir liberal demokratik sistemi sürdürebilmesi bir istisna olarak kabul edilirse, bu tür bir karşılaştırma, bize, Venezüella ile Ortadoğu’daki OPEC üyesi devletlerde toplumsal sınıfların kurulma biçimlerine dair kayda değer ortaklıklar sunacaktır. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak önce Latin Amerika ve Ortadoğu’yu bir arada ele alabilecek bir yöntemin nasıl kurulabileceği üzerine bir tartışma yürütmek daha verimli görünmektedir.
Latin Amerika ve Ortadoğu’nun temel ortak noktasının, Batı merkezli sosyoloji ve siyaset biliminin bu iki coğrafyayı belirli bir istisnailikle ele alması ve buradaki siyasal/toplumsal süreçleri de yine bu tür bir istisnailikle malûl sayması olduğu söylenebilir. Hatta öyle ki, özellikle ABD merkezli üretilen sosyolojik/siyasal analiz metinleri incelendiğinde, aşikâr bir Şarkiyatçılığın yanı sıra (yeni bir kavram uydurmak gerekirse) bir tür Latiniyatçılığın varlığı da göze çarpar.
Ortadoğu’da tarih boyunca bastırılmış ve yeniden ortaya çıkmış isyanların tarihi, Batı merkezli kuramlarca ağırlıklı olarak “Arap Sokağı” kavramlaştırması içinde ele alınmaktadır. Arap Sokağı, Ortadoğu halklarının genellikle belirli bir tevekkül ve itaat ahlakıyla siyasal otoritelerin meşruiyetini kabullendiklerini ancak belirli bir noktada ve genellikle de “sudan bir sebep sonucunda” denetimsiz, ortak bir akla sahip olmayan ve saman alevi gibi parlayıp sönen isyanları tertiplediklerine işaret etmektedir. Bu bakış açısının yüzlerce örneğinden birkaç tanesini Filistin direnişinin nedenlerinin kavramsallaştırılmaya çalışıldığı analizlerde görmek mümkündür. Filistin’de İntifadaların örgütlenmesi genellikle İsrailli devlet adamlarının dikkatsiz ve münferit açıklamaları ya da eylemlerine dayandırılmaktadır.
Latin Amerika da benzer analizlerden nasibini fazlasıyla almaktadır. Latin Amerika’daki devrimci süreçleri, popülist cuadilloların (askeri şeflerin) peşinden körü körüne giden akılsız kalabalıklarla açıklamak, her ne kadar şu aralar pek revaçta olmasa da, halen Batı merkezli “düşünce kuruluşları”nın yayımladığı makalelerin temel önermesi durumundadır. Latin Amerika analizlerinde halkın büyük bir bölümünün sistematik biçimde siyasal ve ekonomik süreçlerden dışlanması, mülksüzleştirilmesi, yoksullaştırılması ve yoksunlaştırılması ancak bu ülkelerdeki sistemlerin halkı akılsız isyanlara kışkırtacak dikkatsizlikleri olarak kavramsallaştırılmaktadır.
Öte yandan Latin Amerika ve Ortadoğu’yu ele alırken bir başka ciddi yöntemsel hataya da kısaca değinmek yerinde olacaktır. Bu coğrafyaların istisnailiğini en uç noktasına kadar götüren “kendine özgücü” bakış açıları, bu iki coğrafyayı ele alan analizlerde önemli bir diğer yöntem hatasının yolunu açmaktadır. Ortadoğu’nun bir Müslüman coğrafyası olduğunu vurgulayan ve birçok toplumsal örgütlenme biçiminin “Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla eşdeğer” olduğuna işaret eden bu bakış açısı, toplumsal yapının ve bu yapıdaki değerler sisteminin oluşumunda ekonomik süreçlerin etkilerini tamamen göz ardı eden bu bakış açısı Şarkiyatçılığı bir başka biçimde yeniden kurmakta ve bu coğrafyadaki emeğin, piyasanın ve devletin örgütlenme biçimlerini küresel kapitalist sistemden tamamen bağımsızmış gibi ele almaktadır.
Yine Latin Amerika örneğinde, bu coğrafyayı bir tür “isyanlar diyarı” ve buradaki halkları da “her an isyan etmeye hazır, bağrında Latin ateşi yanan küçük kahramanlar” olarak görmek yönünde bir eğilim vardır. Latin Amerika’da gerçekleşen özgün direniş ve isyan pratiklerini bu halkların fıtratında bulunan bir tür Prometheus’un sönmeyen ateşiyle açıklamak, sadece Latin Amerika’daki bu pratiklerden dersler çıkarmamızı engellemekle kalmamakta, fıtratımızda bu ateşin olmaması nedeniyle bizlerin “burada” umutlu olmamıza dair en ufak bir açık kapı bile bırakmamaktadır.
Latin Amerika ve Ortadoğu’yu bir arada ele almaya cüret etmemize neden olan şeylerden ilki, küresel kapitalist sistemin türdeşleştirici etkisidir. Yerel kültürlerin ve tarihlerin melez tiplere ve farklılaşmalara yol açarak, küresel kapitalizmin bu yöndeki etkisinde önemli kırılmalar yarattığı ve her bir ülkede özgün sermaye birikim süreçlerine yol açtığı doğrudur. Ancak kapitalizmin etkilerini tarihsel bir dünya sistemi olmasına referansla ele aldığımızda, Latin Amerika ve Ortadoğu’nun kendi özgünlükleri mutlaka saklı kalmak koşuluyla kesinlikle siyasal, ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimlerinde kayda değer benzerliklere giderek daha fazla sahip olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Küresel kapitalizmin uluslararası örgütlenişi ve yeniden üretiminin merkez ülkelerden çevre ülkelere benzer baskılarda bulunduğu, çevre ülkelerin pazarlarının (ki bu mekanizmadan muaf bir ülke bulunmamaktadır) benzer biçimde inşa edildiği, merkeze doğru kaynak aktarımının yine benzer süreçlerle ve mekanizmalarla gerçekleştiği söylenebilir.
Buradan hareketle, bu benzerliklerin şekillendirdiği ortak zemin dahilinde, yine yerel özgünlükleri saklı kalmak kaydıyla oldukça benzer direniş hareketlerinin ve isyanların örgütlendiğini söylemek de doğru olacaktır. Üçüncü Dünya olarak adlandırılan çevre ülkelerdeki toplumsal dönüşüm süreçlerinin benzerliği, bizi, bu iki coğrafya hakkında karşılaştırmalı bir analize girişebilmek yönünde cesaretlendirmektedir.
Bu anlamda, örneğin İran Devrimi öncesi, sırası ve sonrasında gerçekleştirilen toprak, işyeri ve konut işgallerine oldukça benzer süreçlerin, Mısır ve Cezayir’de öne çıkan hak talebi eksenli halk hareketlerine ve Irak’taki uzun süreli silahlı ulusal kurtuluş hareketine benzer isyan pratiklerinin Latin Amerika’da da yaşandığına işaret etmek önemlidir.
**
Bu yöntemsel vurguların ardından, Latin Amerika ve Ortadoğu’yu bir arada ele alabilmeyi mümkün kılan pratik referanslara geçelim. Küresel kapitalist sistemin türdeşleştirici etkisi dahilinde az önce tartıştığımız süreçlerin, uluslararası bir pazara bağlı ulusal pazarların mevcut olduğu her ülkede benzer sonuçlara yol açtığı ortadadır. Sistemin, yapısal uyum programları, serbest ticaret antlaşmaları, petrol imtiyazları, yetmediği yerde uluslararası abluka ve yaptırımlar ve nihayet askeri işgallerle hayata geçirdiği müdahale biçimlerinin Üçüncü Dünya’da yarattığı sonuçlar, Latin Amerika ve Ortadoğu’yu bir arada ele alabilmenin temel gerekçesini oluşturmaktadır.
Özellikle 1970’lerle başlayan tarihsel süreç, Latin Amerika ve Ortadoğu’da kırsal nüfusun büyük kısmının kır ekonomisinden tasfiye edilerek kentlerin çevrelerinde enformel geçim ekonomileriyle yaşamaya zorlanmalarının tarihidir. Küresel kapitalizmin sermaye birikim sürecinin ihtiyaçlarıyla açıklanabilecek bu yeni eğilim, her iki coğrafyada da topraklarından ve üretim sürecinden koparılarak kentlerin kıyılarında asıl ya da yedek işgücü ordusu olarak yaşamaya zorlanan “kent yoksullarının” da doğmasına neden olmuştur. Bu eğilimin ülke ekonomilerine dayattığı şeyler ise devalüasyon, özelleştirme, ithalatta devlet denetiminin ortadan kaldırılması, eğitim ve sağlıkta zorunlu masrafların tahsili ve kamu sektörünün acımasızca tasfiyesidir.
Ülkelerin yöneten sınıflarının bu tür bir sistemli ve ağır kaynak aktarımına zorlanması ile yönetilen sınıfların bu türden travmatik yoksullaşma ve mülksüzleşme deneyimini tecrübe etmeleri, Üçüncü Dünya ülkelerinin hemen hepsinde ve tabii ki Latin Amerika ve Ortadoğu’da da oldukça benzer yeni tür çelişkilerin oluşmasını sağlamıştır.
Latin Amerika’da da Ortadoğu’da da farklı siyasal özneler tarafından yürütülen modernleşme ve sanayileşme süreçlerinin doğurduğu bu yeni sınıfsal tabakalaşma biçimi, yine her iki coğrafyada da kırdan kente göçle gecekondu mahallelerinin oluşması, üretim sürecinden dışlanma ve proleterleşme ile hayatta kalabilmek adına gayrı resmi toplumsal ağlar inşa etme biçiminde karakterize oldu.
Kentin çeperlerine yerleşen yeni yoksulların pazar’da kendi emek güçlerinden başka arz edecek bir şeylerinin olmayışı, onları pazar mekanizmasıyla birlikte siyasal temsil süreçlerinin de giderek dışına çıkarması açısından önemliydi. Kentte yaşamakla ve çalışmakla birlikte kentlerin organik bir parçası olmayan, kentsel hizmetlerden yararlanamayan ve nihayet kentin kamusal alanında kendini temsil edemeyen bu yeni yoksullar, Latin Amerika’da da Ortadoğu’da da oldukça benzer hak ve güvence talebi temelli doğrudan eylemlere giriştiler.
Kent toprağının işgali ve gecekondulaşma, her iki coğrafyada da benzer toplumsal dışlanma ve karşılığında da dayanışma ilişkilerinin gelişmesine yol açtı. Hemşerilik gibi geçmişe referans verenlerin yanı sıra işportacılık ya da geçici inşaat işçiliği yapmaktan kaynaklanan yeni “kentli” gayrı resmi dayanışma ağları da kurulmaya başladı. Bu yoksul kitleler, kendi gündelik hayatlarını devam ettirebilmek ve kamusal alan ve kaynaklardan hak ettiklerine inandıkları değerleri alabilmek adına yer yer patlamalı ama çoğu zaman da tedrici doğrudan eylemler gerçekleştirdiler. Bu kitleler, Latin Amerika’da da Ortadoğu’da da temel olarak gayrı resmi örgütlenmeler yoluyla belirli baskı grupları oluşturabilmişler, bu yolla, devletten ödünler talep etmenin yanı sıra, yaşamlarında istikrarlı ve kayda değer değişiklikler elde edebilmeyi ve göğüsledikleri çeşitli sömürü biçimlerinden asgari oranda etkilenmenin de ötesine geçmeye çalışmışlardır.
İranlı siyaset bilimci yazar Asef Bayat’ın “sokak siyaseti” olarak kavramsallaştırdığı bu direniş biçimleri, giderek kurumsallaşan toplumsal ağlar vasıtasıyla doğal olarak bir dizi siyasal etki yaratmayı da başarmıştır. İşte hem Latin Amerika’da hem de Ortadoğu’daki radikal muhalif partiler ve toplumsal hareketlerin, kısaca direniş odaklarının üzerinde yükseldiği taban bunlardır. İdeolojik referansı ister sosyalizm ister İslamcılık olsun, her iki coğrafyadaki direniş odaklarının sisteme karşı harekete geçirdiği kitleler, bu kent yoksullarıdır. Öte yandan geçmişte kurulmuş olan gayri resmi toplumsal ağların bu direniş odaklarının örgütlenmesi dahilinde oldukça temel bir işlev gördükleri de muhakkaktır.
Öte yandan Latin Amerika ve Ortadoğu’daki direniş odaklarının farklı ülkelere göre yöntemleri, stratejileri ve meşruiyetleri bakımından üç farklı biçimde örgütlenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal partilerin güçlü olduğu ve burjuva temsil mekanizmasının sorunlu da olsa işleyebildiği ve düzenli seçimlerin yapılabildiği Venezüella, Brezilya ve Lübnan gibi ülkelerde toplumsal muhalefet, siyasal yelpazedeki bir siyasi parti içinde örgütlenerek ya da ayrı bir siyasi parti örgütleyerek devlet iktidarı üzerinde baskı kurabilmiş ve hatta bazı örneklerde iktidara gelebilmiştir. Bununla birlikte yine benzer bir durumda ancak bu sefer mevcut siyasi partilerin hiçbir türlü katılıma izin vermediği Mısır, Cezayir, Bolivya, Kolombiya ve Peru gibi ülkelerde muhalefet toplumsal hareket biçiminde örgütlenerek hak talepleri üzerinden doğrudan eylemler gerçekleştiren ve siyasal sisteme bu şekilde katılan bir yol izlemiştir. Üçüncü örgütlenme biçimiyse, Latin Amerika ve Ortadoğu’nun yine temel ortak noktalarından biri sayılabilecek gerilla hareketleridir. Özellikle Irak, İran, Kolombiya gibi despotik rejimlerde ve askeri diktatörlükler döneminde Orta Amerika ülkelerinde ve İsrail işgali altındaki Lübnan’da gerilla hareketleri kendilerini birer ulusal kurtuluş hareketi olarak örgütleyebilmişler ve toplumsal muhalefeti silahlı bir direniş biçimi içinde meşrulaştırabilmişlerdir.
Her iki coğrafyada da toplumsal muhalefetin “halklaşma” biçimleri modern tarih boyunca çekirdek popülist liderlikler etrafında sınıfsal olarak heterojen ve temel referansları ulusal kalkınmacılık, bağımsızlık/anti-emperyalizm ve toplumsal adalet ama nihayet devlet kapitalizmi olan bir koalisyon biçiminde örgütlenme dolayımıyla gerçekleşmesi açısından karakteristiktir. İran’da Humeyni, Mısır’da Albay Nasır, Şili’de Allende, Venezüella’da Hugo Chavez, Arjantin’de 1970’lerde Peron ve sonradan da Kirchner çifti ve daha pek çok “halklaşma” deneyimi, ulusal/halksal bir hegemonik dil geliştiren popülist liderliklerle bir arada gerçekleşmiştir.
Emperyalist kapitalizmin doğrudan işgal yerine daha dolaylı sömürgeci mekanizmalarla müdahale ettiği Latin Amerika coğrafyasında şu anda Şili, Kolombiya, Meksika ve Peru hariç bütün ülkelerde gerçekleşen sol popülist hükümetlerin iktidar oluşu, bu tür bir kavramsallaştırma çerçevesinden okunduğunda özellikle anlamlıdır. Emperyalist kapitalizmin doğrudan askeri araçlarla müdahale ettiği Ortadoğu örneklerinde ise bu ulusal/halksal dili geliştirenler FKÖ ve devamında Hamas, Hizbullah, Irak KDP ve KYB’si ve PKK gibi silahlı direniş örgütleri olmaktadır.
Her iki örnekte de devletlerin popülist gelişmelerini sağlayan toplumsal sorumluluklarından kademeli olarak çekilmeye başlamasının, dolayısıyla toplumsal hizmetlerden çekilmesinin ve bu hizmetlerin paralı hale gelmesinin yoksulların hayatta kalmak adına toplumsal ağlar inşa etmesine yol açtığını ve bu toplumsal ağların direniş odaklarının beslendiği temel mekanizma olduğunu belirtmiştik. İşte bu toplumsal ağlar, Ortadoğu’da Lübnan ve Mısır gibi ve Latin Amerika’da Arjantin ve Kolombiya gibi örneklerde toplumsal muhalefetin yoksulların gündelik yaşamını örgütlemeyi ve nihayet halklaşmayı başarmalarını sağlamıştır.
Farklı ideolojik referanslara sahip olmakla birlikte İran’da devrim sırasında hayata geçirilen gıda kooperatifleri ve mahalle şuraları, Arjantin’de 2001 krizinde ortaya çıkan aş evleri ve mahalle meclisleri işte bu toplumsal ağların belirli bir iktidar boşluğu anında nasıl da kurumsallaşabildiklerini göstermeleri açısından önemlidir.
Toplumsal muhalefetin halklaşmasına dair gerilla hareketleri açısından oldukça özgün örneklere sahip iki coğrafya olan Latin Amerika ve Ortadoğu’da ortaya çıkan oldukça özgün “gerilla popülizmi” örnekleri de bu değerlendirmeye katılabilir. “Gerilla popülizmi” olarak kavramsallaştırdığımız fenomen, yasal siyaset yapmanın çeşitli nedenlerle (Kolombiya’da ve Meksika’da ağır devlet terörü, Türkiye’de Kürtlere dönük sistematik devlet terörü, Filistin’de on yıllara yayılan sistematik İsrail devlet terörü ve işgali, Lübnan’da yine İsrail’in baskısı ve sürekli siyasi istikrarsızlık gibi nedenlerle) mümkün olmadığı ülkelerde ortaya çıkmış özgün bir durumu işaret etmektedir.
Buna göre devlete karşı yasadışı silahlı mücadele vermekle birlikte kendilerini birer ulusal kurtuluş hareketi olarak örgütlemelerinin yanı sıra halkın gündelik ihtiyaçlarını karşılamaya dönük kapsamlı gayri resmi üretim, tüketim ve dolaşım mekanizmaları kurabilen örgütlerin aynı zamanda hegemonik bir siyasal söylemi inşa ederek halk nezdinde büyük ölçüde meşruiyetlerini sağladıkları örnekler, bu yazı dahilinde “gerilla popülizmi” olarak ifade edilmektedir.
Birkaç örnek üzerinden karşılaştırmaya girecek olursak, Kolombiya’da 1960’lardaki bağımsız köylü cumhuriyetlerinden doğmuş ve sonradan Kolombiya topraklarının üçte birini denetimi altında bulunduran ve son olarak bir barış anlaşması imzalayan Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP) ile İsrail işgali sırasında muazzam bir direniş örneği sergilemiş Hizbullah ve Filistin’de mevcut direnişin en güçlü öznelerinden olan Hamas ele alınabilir. Bu örgütlerin her üçü de silahlı hareketler olmalarının yanı sıra iktidara dönük radikal bir taleple hareket etmekte ve halkın gündelik yaşamını örgütlemek üzere çeşitli toplumsal ağlar kurmaktadırlar. Devlet denli karmaşık ve güçlü olmayan ancak üretim, tüketim, adli kolluk ve güvenliği örgütlemeye yeterli kurumsal işleyişlere sahip olan her üç örgüt de ulusal kalkınmacılık, bağımsızlık/anti-emperyalizm ve toplumsal adalet olarak saydığımız popülist liderliğin temel ideolojik hareket noktalarının dışında değildirler. Öte yandan Latin Amerika’da askeri diktatörlüklere karşı ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketi nitelikli gerilla örgütleri El Salvadorlu Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi, Nikagualı Sandinistler, Perulu Aydınlık Yol ve Uruguaylı Tupac Amaru da bu “gerilla popülizmi” kategorisi içinde ele alınabilir.
**
Latin Amerika ve Ortadoğu’yu bir arada değerlendirmeye dönük ortak referansları kurmak bir yanıyla önemliyken, bu iki coğrafyayı ayrıştıranın neler olduğuna da değinmek, titiz ve gerçeğe uygun bir kuramsal yaklaşım inşa edebilmek adına ayrıca gereklidir. Latin Amerika ve Ortadoğu’da toplumsal aktivizmin, isyanın ve direnişin toplumsal yapı dahilindeki benzer sınıflara dayandığını gösterdik. Ancak bu alt, alt-orta ve bazı örneklerde orta sınıfların siyasetle ve rejimle kurdukları ilişkiler bu iki coğrafyada ciddi farklılıklar da içermektedir.
Latin Amerika’da son on yıl içinde apaçık hale gelen, daha önce ezilen, sömürülen ve siyasette temsil edilmeyen kalabalıkların hayat verdiği radikal toplumsal dönüşümlerin tarihsel referanslarının, Ortadoğu’da bu türden bir toplumsal dönüşümün henüz gerçekleşmemiş olmasını kısmen açıklayabileceğini göstermek istiyorum. Latin Amerika’nın sömürgeci geçmişinin özgünlüğü, bu kıtanın beş yüzyıl önce gerçekleşen işgalinin özgünlüğüyle doğrudan ilişkilidir. “Dışarıdan” gelen yabancı sömürgecilerin ağır talan, eziyet ve hatta soykırımlarla darmadağın ettiği toplumsal yapı, yine sömürgeciler tarafından bir avuç oligarşik azınlığın bütün ekonomik değeri ve siyasal iktidarı elinde tuttuğu ve milyonlarca yerlinin ise ya üretim sürecine köle olarak katıldığı ya da hiç katılmadığı ve siyaseten de hiçbir biçimde temsil edilemediği bir rejimi yürürlüğe koydu. 1800’lerde gerçekleşen bağımsızlık savaşlarının ardından kurulan düzenler de yine bu sefer burjuva bir azınlığın diktatörlüğü olarak kalmaya devam etti. Bu durum, Latin Amerika’da yönetenler ve yönetilenler arasında tarihsel bir uzlaşmazlığın doğmasına sebebiyet verdi.
Oysa Ortadoğu’ya dönük sömürgeci müdahaleler, buradaki toplumsal örgütlenme biçimlerini yerle bir etmektense, bazen bunu işlevsel gördükleri için bazense o yapının güçlü olması nedeniyle bu bölgedeki verili iktidar ilişkilerini ve hiyerarşiyi büyük ölçüde yeniden üretti. Sömürgeciliğin bu tür yerli bir dolayımdan geçmesi, Ortadoğu halklarının sömürgecilerin ve emperyalistlerin yerli işbirlikçilerine bakışlarında önemli bir karmaşaya da yol açtı ve halen de açıyor. Yönetenin “buralı” ve “bizden” olması, Müslümanlık, Araplık, Türklük, Kürtlük gibi benzer değer sistemlerine sahip olması, Ortadoğu halklarının uzlaşmaz direniş örnekleri geliştirmesinin önünde halen ciddi bir engel olarak ortada durmaktadır.
Latin Amerika’daki toplumsal direniş ve muhalefet örneklerinin temel başarısı, sadece etnik aidiyetleri nedeniyle değil, kendi topraklarında açıkça insan yerine konmamanın, katledilmenin ve yok sayılmanın tarihsel hıncını taşıyan kendi devletleriyle uzlaşmaz bir karşıtlık içindeki yerli nüfusları da neo-liberalizm karşıtı mücadelesine dahil edebilmiş olmasıdır. Ortadoğu’da ise etnik ve dini aidiyetler tarihsel olarak ayrı biçimlerde örgütlenebilmesi ve bu bölgede muktedir olmak isteyen dış güçlerin de bu örgütlenme biçimlerini doğrudan ya da dolaylı biçimde tanıması söz konusudur. Nihayet, kimliksel taleplerin hızla siyasallaşmakta olduğu içinde bulunduğumuz dönem dahilinde Latin Amerika ve Ortadoğu’da “kimlik meselesinin” bu iki farklı biçimdeki tezahürünü ele alırken, bu tarihsel farklılıkları da göz önünde tutmak gerekmektedir.
Latin Amerika’da “Bizim Amerika’mız” sözlerinde somutlaşan ortak bir tarihsel geçmişe ve kimliğe ait olmaya ve sömürgecilerden ayrışmaya referans veren yaklaşıma benzer bir durumun, yine ortak tarihe ve hatta büyük ölçüde aynı kimliğe, Arap kimliğine sahip Ortadoğu coğrafyasında söz konusu olamaması da bir ölçüde burayla ilişkilendirilebilir. Kuşkusuz Latin Amerika ve Ortadoğu’daki siyasal ve toplumsal dönüşümleri ele alırken, sonuçları buna benzer tek bir faktörle açıklamak hatalı olacaktır. Ancak meselenin bir kısmı budur.
**
Bütün kuramsal analizler, gerçekliğe karşılık gelebildiği ve ona uygun kavramsal çerçeveyi oluşturabildiği ölçüde geçerlidir. Bu yazının temel amaçlarından birisi Latin Amerika ve Ortadoğu gibi her biri oldukça güçlü özgünlükler barındıran iki coğrafyanın siyasal, toplumsal, kültürel ve ideolojik hatlarındaki ortak noktaları ve farklılıkları ortaya çıkarırken, her dönemde ortaya çıkan direniş biçimlerinin içinde demlendikleri tarihsel/toplumsal/ekonomik yapıdan bağımsız olmadığını gösterebilmektir.
Nihayet, gözümüzün değdiği kadarıyla söylersek, Latin Amerika ve Ortadoğu’daki direniş biçimleri, şu üç şeyi hayata geçirebildikleri ölçüde “başarılı” olabilmektedirler: Halkın gündelik hayatını örgütlemek, mücadele ettikleri rejime karşı bir odak inşa etmek ve nihayet popülist, ulusal/halksal bir hegemonik dil kurmak. Bu üç şey, bir direniş hareketinin “halklaşmasını” mümkün kılmak ve “halklaşmak” da bir direniş hareketinin daha adil, eşitlikçi ve çoğulcu bir düzeni kurabilmesi açısından hayati önemdedir.
* Bu yazı, 2010 yılında Doğudan dergisinin Direnişin Güneyi ve Doğusu: Latin Amerika ve Ortadoğu başlıklı sayısının editör yazısı olarak kaleme alınmış olan yazının gözden geçirilmiş halidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.