Bu yazı, devrimi “gelenek” ile “modernite” arasındaki tarihsel gerilimin bir uzantısı olarak açıklayan hâkim yorumların ötesine geçmeye dönük bir girişimdir
Michel Foucault İran Devrimi’ni “zamanımızın ilk postmodern devrimi” ve “ruhsuz bir dünyanın ruhu” olarak tanımlamıştı. Anthony Giddens ise devrim için “modernitenin krizinin sinyallerinden biri” hükmünü veriyordu. 1978-1979 İran Devrimi’nin şaşırtıcı anlamlarını değerlendirmeye böylesi aşina olmayan açıklamaları keşfederek başlayabiliriz. Bu yazı, devrimi “gelenek” ile “modernite” arasındaki tarihsel gerilimin bir uzantısı olarak açıklayan hâkim yorumların ötesine geçmeye dönük bir girişimdir
Biz is burada İslamcı siyasetin yükselişini, İran’daki modernitenin reddiyle uzlaşmaya dönük yeni bir girişim olarak ele alacağız. İran Devrimi ülkedeki modern seküler siyasetin krizinde tarihi bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Pehlevi rejiminin yirmi yıldan fazla (1960’lar ve 1970’ler boyunca) süren otokratik yönetiminin sekteye uğrattığı İran’daki seküler demokratik siyasete fiilen meydan okundu ve cephe alındı ve de herhangi başka bir yaşayabilir siyasal alternatifin yokluğundaki devrim sonrası İran’ında yeni bir teokratik devlet iktidarı yükseldi.
Müteakip değerlendirme çağdaş İran toplumsal/siyasal yaşamı dâhilindeki birbiriyle iç içe geçmiş üç sürecin üzerinde duracaktır. Bu süreçlerin devrim sonrası İran’ında siyasal İslam’ın siyasal ve tutarsız hegemonyasıyla sonuçlanan çelişkilerin birikimi dâhilindeki kritik etkenler olduğu tartışılacaktır. Bu süreçlerden ilki 1953 sonrası İran’ında, demokratik seküler siyasal kurumları (partileri, sendikaları ve Parlamentoyu) fiilen imha eden otokratik bir rejimin kurulmasıdır. İkinci süreç, İran halkının 1960’larda ve 1970’lerde uygulanan “modernizasyon” programından kaynaklı biçimde toplumsal ve psikolojik olarak yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşma İranlıların öznelliği açısından yeni fakat tanıdık bir amaç sağlamak için İslami sembolleri ve idealleri kullanan yeni tip bir ideolojinin ortaya çıkmasını tetiklemiştir. Bu yeni ideoloji, cemaat, hakikat, toplumsal adalet ve toplumsal/siyasal katılım benzeri düşüncelerine yönelttiği dikkat nedeniyle oldukça güçlü halkçı bir davaya da sahipti. Göz önünde tutulması gereken üçüncü süreç ise Şii hiyerarşisinin seküler siyasete karşı yaşayabilir bir alternatife evrilen ve İran toplumunun geniş kesimlerini etkileyen dönüşümüdür.
Bu süreçlerin devrimci konjonktür dahilinde birbirine eklemlenmeleri devrimin karakterini yoğurmuş ve devrim dahilindeki siyasal hegemonyanın nihai sonucunu belirlemiştir. Bu nedenle siyasal İslam’ın devrim sırasındaki hâkimiyetinin öncelikle İslam’a bir “dönüş”ten kaynaklı olduğuna dair iddialar kesinlikle reddedilmelidir. İslami söylemin hâkim olacağı atmosferin yaratılmasına diğer pek çok güç de dâhil olmuştur.
“İslami dirilişçilik en iyi modern seküler devletteki krize dönük bir tepki olarak anlaşılabilir. Bu kriz belki de devletin tükenişi olarak tanımlanabilir” olarak ifade edilen bir tartışma vardır. Başkaları ise İslami hareketin mevcut yükselişinin büyük oranda İslami toplumlarda “sekülerizmin kırılgan temeli”ne bağlı olduğunu iddia etmektedir. İran vakası dâhilinde yukarıdaki faktörlerin her ikisi de mevcuttur. Seküler-demokratik kurumlar asla sabit ve yaşayabilir bir temel kuramamışlardır. Ve düzenli biçimde otokratik bir rejim tarafından zayıflatılmaları nedeniyle, herhangi bir ciddi meydan okumayla güçlükle baş edebilmektedirler. İran’da seküler siyasetin kırılganlığıyla ilgili olarak, İranlı bir tarihçi olan Mangol Bayat ilginç bir gözlem yapmaktadır:
1978 Devrimi, İran siyasi hayatının modern zamanlardaki en temel zayıflığını, yani iki cephede –hem Pehlevilerin mutlakıyetçi rejimine hem de siyasetteki din adamlarının hâkim varlığına karşı– savaşmayı sürdürmek açısından yeterince güçlü bir seküler, milliyetçi ideolojinin yokluğunu göstermiştir.
Yazımın devamında İran’daki seküler demokratik kurumların yükselişi ve düşüşünün ana hatlarını kısaca ortaya koyacağım.
Rıza Şah (1941–1953) sonrası dönem İran’a, ülkenin uzun süredir ulaşmak için çabaladığı demokratik bir siyasi yapı ve seküler ve çoğulcu bir kültür inşa etmek için ender tarihsel imkânlarından birini sağladı. Bu ara dönem boyunca İran, kendi modern tarihinde eşi benzeri görülmemiş siyasal ve kültürel pratiklere ve entelektüel başarılara şahit oldu. Rıza Şah’ın düşüşünün (1940) hemen ardından işçi sendikaları kuruldu, yeni siyasi partiler örgütlendi ve (önceki yıllarda rejimin şakşakçısı olarak çalışan) Parlamento ülkenin durumunu etkileyen bir konuma geldi. İranlı entelektüeller yeni yaratıcı ve sanatsal deneyimlere giriştiler. Yazılı medya yeniden dirildi. Basılı yayın sayısı (daha önce sadece 98 tane yayın varken) 582’ye yükseldi. Bir karşılaştırma yapmak açısından söyleyelim, Rıza Şah dönemi boyunca sadece 41 gazete ve dergi yayınlanmıştı. Aile, aşiret, mezhep, etnik grup ve diğer geleneksel (yatay) toplumsal örgütlenme ve dayanışma biçimlerinden sınıf, meslek ve diğer seküler toplumsal katmanlaşmalara dayanan modern (dikey) biçimlere doğru ilerici bir kayma yaşandı. Halk siyasi partilere, sendikalara, derneklere ve diğer pek çok örgütlenmeye ve de gönüllü topluluğuna katılım sağladı. Kentli orta sınıflar, işçiler, kadınlar ve entelektüeller toplumsal gruplar ve örgütler dâhilinde kolektif katılımı deneyimlediler. Nihayet, kamusal yaşamın ve kültürün oldukça etkileyici bir dönüşümüne şahit olundu.
Sendikaların ve diğer mesleki birlik ve örgütlerin popülaritesi ve faaliyetleri de bu dönemde seküler kurumların şekillenmesinde ilave etkenler olarak yerini aldı. İşçiler, memurlar, uzmanlar ve kadınlar, etnik ve dinsel azınlıklar, sanatçılar, entelektüeller ve öğrenciler gibi diğer toplumsal gruplar da birtakım sendikalar ve toplumsal, siyasi ve kültürel birlikler dâhilinde örgütlendiler. Bu dönemdeki sendikalaşma hadisesi de İranlıların büyük kısmının kendi kaderlerine hükmetme ve özerk kurumlar vasıtasıyla ihtiyaç ve hedeflerini dillendirmesinin ilgi ve meramını açığa çıkardı.
Sendikal hareket Rıza Şah’ın düşüşünün hemen ardından görünür hale geldi. 1942 yazı itibariyle birtakım işçi sendikaları, 26 tane endüstriyel, zanaatkâr ve beyaz yakalı sendikasını temsil eden Birleşik İşçi Konseyi’ni oluşturmak üzere bir araya geldi. 1944 Mayısında İran İşçilerinin ve Emekçilerinin Federe Sendikalar Merkez Konseyi (CCFTU) kuruldu. Bu dönemde İran’da sayıca az endüstri kolu bulunuyordu, bunların sadece bir kısmı gelişkin sayılabilirdi. Nihayet CCFTU 346 modern endüstriyel tesisin tamamında sendikal şubelerini örgütlemeyi başardı. Bir İngiliz dış politika bürosu belgesi bu dönemdeki sendikalı sayısını 275 bin olarak kaydediyordu, bu rakam ülkedeki toplam endüstriyel iş gücünün yüzde 75’ine karşılık geliyordu. Bu nedenle, İran’daki bu geniş sendikal hareketin ülkenin ekonomik gelişmesi dâhilindeki kitlesel toplumsal değişime bağlı olmadığını not etmek ayrıca önemlidir. Bundan ziyade, bu hareket, zayıflamış olan otoriter devlete ve bunu takip eden demokratik bir siyasi kültürün yaratılması için ortaya çıkan fırsatlara bağlanabilir.
İran tarihinde ilk defa siyasi partiler ve örgütler, yurttaş katılımının hâkim biçimleri haline geldiler. Heyecan verici bir deneyim ortamı dâhilinde siyasal süreç dâhilindeki kitlesel katılımı tetikleyen fiilen makul –radikal, komünist, liberal, muhafazakâr, etnik, dini, bölgesel– her türlü siyasal ideoloji ve ifade biçimine açık çoğulcu bir kamusal alan yaratıldı. Güçlü etnik, aşiretsel, dini ve diğer geleneksel bağlar ve kurumlarca karakterize edilen bir toplumda siyasi yönelimler, mesleki bağlar ve diğer toplumsal nitelikler kimliğin önemli paydalarından biri haline geldi. Siyasi partilerin kurulması mantar gibi çoğaldı. Ulusal Cephe, İran Tudeh Partisi, İran Demokrat Partisi, Azerbaycan Demokrat Partisi ve Kürdistan Demokrat Partisi bunların en göze çarpan örnekleriydi. Tudeh Partisi bunların arasında en örgütlüsü ve dolayısıyla kendi saflarına kentli işçilerin önemli bir kesimini, modern küçük burjuvaları ve entelektüelleri çekme yetisine sahip olanıydı. Liberal partiler, Muhammed Musaddık liderliği altında, İran’ın petrol endüstrisini millileştirmek üzere halk hareketinin başını çeken bir şemsiye örgütü, Ulusal Cephe’yi oluşturdular.
Bu seküler ve demokratik kurumların varlığı, yeni öznellik biçimlerinin gelişimiyle katlandı ve siyasi sürecin yeni bir aşamasına geçmek üzere ender bulunan bir fırsat yarattı. Ve dini siyasetin belirli görece görünmezliği nedeniyle modern, seküler ve demokratik bir kamusal hayata sahip bir gelecek hakkında iyimser olmak için bütün sebepler mevcuttu. Ancak bu gerçekleşmedi ve süreç imha edildi. İlerici hareketin kendi içindeki pek çok sorun da kendi düşüşüne katkıda bulundu: Tudeh Partisi’nin karşı ajitasyonuna yol açan Musaddık’ın Amerikan-yanlısı hissiyatına ilişkin şüphesi; Tudeh Partisi’nin Sovyet dış politikasına kayıtsız şartsız desteği; Ulusal Cephe koalisyonunun kararsız doğası ve radikal milliyetçi güçlerle dini liderlerin arasındaki gerilimler. Seküler, radikal ve milliyetçi hareketlerin muhafazakâr ve gerici güçlerin (İngiltere ve ABD’nin desteklediği saray ve din adamlarının) gücü nedeniyle katlanan iç sorunları ve gerilimleri, olayların akışını değiştirdi ve Musaddık’ın milliyetçi hükümetini devirerek yerine otokratik bir devlet iktidarı kuran Ağustos 1953 darbesiyle sonuçlandı.
Bu dönemin olabildiğince yüklü ve ilginç olan kültürü ve siyaseti, kendi tarihsel devamlılığına dair sorunlar yaratan çeşitli ciddi zayıflıkların ceremesini çekti. Bu dönemin seküler siyasetini eleştirirken, bu yılların siyasal faaliyetleri üzerinde fiilen hâkim olan iki büyük güce odaklanmak zorundayız: Tudeh Partisi ve Ulusal Cephe.
Rıza Şah’ın tahttan feragat etmesinin ve despotik devlet iktidarının çöküşünün hemen ardından, farklı radikal entelektüel gruplar, milliyetçi figürler, kıdemli solcu aktivistler ve diğer radikal ve seküler İranlılar, ülkenin görece demokratik siyasal atmosferinden faydalandılar ve 1941 yılında İran Tudeh Partisi’ni kurdular. Tudeh’in erken dönemlerindeki liderliği ve üyeliğinin donanımındaki bakış açısı, partinin, ilerici İranlıların kendilerini sosyalist eğilimlerle örgütlediği ve ülke siyasetinde etkin olduğu bir şemsiye örgütü olarak ortaya çıkıyordu. Partinin Sovyetler Birliği’ne karşı tutumu methediciydi, onu anti-faşist mücadelenin en büyük destekçisi ve sömürge ülkelerin ve (daha sonra adlandırılacağı üzere) Üçüncü Dünya’nın bir müttefiki olarak yüceltiyordu.
Tudeh Partisi erken dönemlerinde radikal ve ilerici İranlıların bir koalisyonuydu ve kendisini de bu şekilde görüyordu. Ancak siyasal faaliyetlerinin gelişimi dâhilinde Moskova yanlısı bir grup örgütün kontrolünü eline aldı. Sonuç olarak, partinin baştaki eğilimi değişti ve kademe kademe İran’da sadece Sovyet politikalarının sözcülüğünü yapmak üzere var olan tipik bir Stalinist parti olma yönünde yozlaştı. Bu ve başka nedenlerle Tudeh Partisi, İran işçi hareketi açısından ağır sonuçlara yol açan bazı trajik hatalar yaptı. Örneğin parti, Sovyetler Birliği namına “reel-politik” ile meşgul olmaya başladı: Sovyetler’in Kuzey İran’da petrol imtiyazı elde etmesine yardım etmek üzere bir kampanya başlattı ve İran’ın Britanya denetimindeki petrol endüstrisini millileştirmek üzere ortaya çıkan halk seferberliğini desteklemek konusunda isteksiz davrandı. İlaveten, parti emek hareketi içindeki nüfuzunu siyasal ilerleme sağlamak adına kullandı. Bu etkenler hem işçileri hem de entelektüelleri partiye yabancılaştırdı.
Musaddık’ın ve onun seferber ettiği hareketin İran liberal burjuvazisinin tarihsel biçimde bağlanmış olduğu uzun ve çoğunlukla da zor bir projenin zirvesini temsil ettiği söylenebilir: yasal bir hükümet sistemine ve parlamenter demokrasiye dayanan bir sivil toplum inşa etmek. 1906-1911 Anayasal reformu böyle bir projesi hayata geçirebilirdi ancak bunun hemen ardından Rıza Şah’ın otokratik iktidarı bu hareketin bütün katkılarını imha edecekti. Musaddık’ın siyaseti mashruteh (anayasal hareket) döneminin liberal geleneği içinde şekilleniyordu ve Musaddık bu geleneğin en iyimser ve hünerli sözcülerinden biriydi. İdealleri ve hedefleri açısından sürekli biçimde net olan Musaddık devletin otokratik yönetiminin ve bireylerin içinde hukuk devleti dolayımıyla yer alacakları bağımsız ve bağlantısız bir siyasal sistem arayışındaydı.
Ancak Musaddık tarafından tasarlanan siyasal sistemin gerçekleşmesi samimiyetten fazlasını gerektiriyordu. Musaddık hem iç hem dış düşmanlarının gücünü küçümsedi ve İran’da demokratik bir siyasal sisteme geçişin gerektirdiği devasa sorunları kavramakta başarısız olduğuna ilişkin kanıt mevcuttur. Musaddık açısından özellikle iki alan baş belası durumundadır ve bu alanların her ikisi de onun görevinin karmaşıklığını anlamak konusunda eksikliği olduğunu gösterir niteliktedir. İlk olarak, Musaddık her ne kadar sekülerizmin ve parlamenter demokrasinin şampiyonluğunu yapıyorsa da, demokratik bir sistemin işlemesini ve varlığını sürdürmesini mümkün kılacak kurumları tam anlamıyla desteklememiştir. Sendikalar, siyasal partiler ve diğer resmi örgütler gibi seküler kurumlar, Musaddık’ın düşüncesinde ve siyasetinde hiçbir zaman temel bir rol oynamamıştır. Örneğin, Musaddık bir yandan başbakanlık dönemi dâhilinde sendikaların yarı-yasal faaliyetlerine müsamaha gösterirken, onlar üzerindeki yasağı da kaldırmamıştır. Dahası, Majles’in (Parlamentonun) önemli rolünün farkında olsa dahi onu feshetmek yönünde zorlamıştır. İkinci olarak, seçim kampanyaları, parlamenter tartışmalar, dış politika ve siyasetteki politik kişilerle uğraşmış ancak devletin yapısıyla uğraşmamıştır. Belirgin biçimde İran’daki devlet iktidarının otokratik yapısını değiştirmeyi planlasa da orduyu ve polisi yeniden yapılandırmamış ve taban örgütlerinin ya da diğer kurumların gelişmesini ordu ve polisin dengelemesi açısından özendirmemiştir.
Seküler siyasetin ve kültürel çoğulculuğun kuruluşu süreci Ağustos 1953 darbesi ile ölümcül bir yara almıştır. İleride gösterileceği üzere, darbeyi izleyen olaylar İran’da demokratik siyasete dönük herhangi bir ihtimali ortadan kaldırmıştır. Şah’ın dönüşünün en önemli siyasal “katkısı”, bütün demokratik ve seküler siyasal örgütlerin ve kurumların başarılı biçimde sınırlanması ya da imha edilmesi olmuştur. Yasadışı ilan edilen ya da yasal olarak tutulan ancak etkinliği güçsüz kılınan birçok seküler kurum arasında sendikalar, öğrenci örgütleri, siyasal partiler ve dernekler ile Parlamento da vardır. 1960’ların ortası itibariyle geriye hiçbir yasal muhalif siyasal parti kalmamıştır. Devletin idare ettiği sendikalar devlet denetimini işyerine kadar genişletirken, parlamento bir kez daha sallabaş bir kuruma konumuna indirgenmiştir. Rejim aynı zamanda yer altı muhalefet güçlerini (örn. Gerilla örgütlerini) ve siyasal muhalefetin diğer biçimlerini ezmekte de oldukça etkin davranmıştır.
Toplumun siyasal yapısında meydana gelen yukarıdaki değişimler, siyasal muhalefetin mekânını ve düzenini de dönüştürmüştür. Darbe öncesi dönemde muhalif gruplar ve sesler, sendikalar, partiler, medya benzeri seküler ve demokratik kurumlar içerisinde yer alırlarken, 1960’ların ve 1970’lerin yeni otokratik devletinin altında siyasal muhalefet alanı camilere, din okullarına, çarşılara, üniversitelere, yer altı örgülerine ve sürgün topluluklarına kaymıştır. Bu mekânsal dönüşüm İran’da siyasetin ve kamusal hayatın de-sekülerleşmesi sürecine de katkıda bulunmuştur. Üç önemli siyasal faaliyet biçiminin ve bunların kültürel etkilerinin İran’da bu dönem dâhilindeki siyasal kültürün oluşumuna kattıklarını inceleyelim.
Her şeyden önce, bu yirmi yıl boyunca geleneksel siyasal alanların, örneğin camilerin, Hosseiniyyeh, din okulları ve çarşının siyasal kültür üzerine uyguladığı dolaylı baskı, İran toplumundaki seküler ve modern siyasal eylem biçimlerini değiştirdi. Daha dinsel ve muhafazakâr bir siyasal kültür gelişti ve nihayet siyaset sahnesine egemen oldu. Bu dönüşüm, Şii ritüel sembolizminin (örneğin Kerbela anlatısının) siyasal söyleme dahil oluşuyla ve Şii ideolojisi ve siyasetinin seküler muhalif gruplarca benimsenmesiyle ortaya çıkarıldı. Toplumsal ve kültürel alanların denetimi önemli ölçüde Şii din adamları hiyerarşisinin ellerindeydi. İşte bu bağlamda muhalif siyasal aktivizmin yeni mekânları gelişti. Çarşı, Şii ulemasının kurumsal denetimi altında bulunmayan muhtemelen tek mekândı.
Siyasal muhalefetin ikinci mekânı üniversiteler ve diğer eğitim kurumlarıydı. Buralar dini alanlar değillerdi ve aslında 1960’ların ve 1970’lerin öğrenci hareketinin hâkimi sol siyasetti. Ancak diğer muhalif seküler siyasi kurumların ya da dışarıdaki siyasi gruplarla bağlantıların yokluğunda, öğrenci siyaseti, toplumun diğer kesimleriyle neredeyse hiçbir ilişkisi olmayan tecrit edilmiş bir siyasal güç olarak kaldı. Dolayısıyla öğrenci hareketine ve kaynağını oradan alan solcu gruplara bir bakıma tecrit edici ve naif bir siyasal kültür biçimi hâkim oldu.
İranlıların ülke dışındaki (ağırlıklı olarak batı Avrupa ve ABD’deki) siyasal faaliyetleri 1960’ların ve 1970’lerin muhalif siyasetinin üçüncü kaynağını oluşturdu. Siyaseten etkin olan sürgünler, genellikle üniversite öğrencilerinden oluşuyordu ancak bunların yanı sıra daha yaşlı kuşakların bazı aktivistlerini ve siyasi figürlerini de içeriyorlardı. Bunlar İran Öğrenciler Konfederasyonu’nun farklı birimlerinde örgütleniyorlardı. Gurbetçi İranlı siyasi aktivistler Şah rejiminin diktatörce politikalarına karşı bir kampanya başlatmak ve rejimin baskıcı karakterini Batı Avrupa ve ABD’deki kamuoyuna teşhir etmek konularında etkiliydiler. Bunlar aynı zamanda birçok genç İranlıyı Konfederasyon’a ve muhalif faaliyetlere katma konusunda da başarılıydılar.
Gurbetçi İranlıların muhalif siyaseti İran içinde seküler siyasetin yaşadığı aşınmadan da mustaripti. Gurbetçi hareketiyle İran’ın siyasal kültürü arasında hiçbir esaslı devamlılık ya da organik bağ bulunmuyordu. Dolayısıyla gurbetçi hareketi yavaşça ve sessizce Batı Avrupa ve ABD solunun siyaseti ve de 1960’lar ve 1970’lerin Üçüncü Dünya ideolojisi içinde eridi. Hatta Ulusal Cephe aktivistleri bile kendilerini solcu ve Üçüncü Dünyacı siyasetin içinde buldular. Sürgün deneyimi İranlılar açısından daha geniş bir ölçekteki siyasal eğilimler ve hareketleri tanımaya dönük bir fırsat yaratabilirdi. Bunun yerine gurbetçilerin siyasal faaliyetleri, yozlaşarak, iç gerilimler, dar grupçuluk ve bitmeyen iç kavgalarla malûl bir sekterliğe dönüştü. Bunlar İran toplumunun ve kültürünün özgüllükleriyle çok az ilgilendiler ve sol ya da Üçüncü Dünyacı dünya görüşlerinin şu ya da bu versiyonunun sürdürücüleri haline geldiler. Bu ve başka nedenlerle sürgün İranlıların siyaseti, İran dâhilindeki siyasal dönüşümün ilerlemesine pek bir şey katamayan bir siyasal kültür yarattı. Aslında sürgün siyaseti, bazı kusurlarını, 1980lerdeki sol hareketin katı ve sekter söylemiyle ve tecrit edici siyasetiyle açıkça örneklenebileceği üzere devrim sonrası İranına da ihraç etti.
Kısacası muhalif siyasetin temel alanları (dini kurumlar, üniversiteler ve diğer eğitim kurumları, yer altı gerilla hareketi ve gurbetçi topluluklar), darbe sonrası dönem dâhilinde seküler-demokratik bir siyasal söylem ya da pratik ne geliştirdiler ne de geliştirebilirlerdi. Şah’ın siyaseti de, rejim herhangi bir seküler siyasal faaliyeti canavarca bastırdıkça İslamcı siyasetin çıkarına işliyordu. Öte yandan Şii din adamları ise dini kurumlara ve uygulamalara erişmek konusunda görece bir özgürlükten faydalanıyordu. Muhtemelen bu, Şah’ın gizli polis örgütü SAVAK’ın din adamlarını hiçbir zaman ciddi bir tehdit olarak görmemesinin bir belirtisiydi. Bu, rejimin, tamamen din adamlarının konumunu güçlendirmeye dönük çalıştığı anlamına da gelmiyordu, durum böyle değildi. Bu sadece, hükümetin, İslamcı siyasetin faal olduğu kurumları imha edemez durumda olduğuna işaret ediyordu. İlaveten, İslamcı muhalefete göz yumulurken, seküler muhalefet, Şah rejimi tarafından her zaman gerçek bir tehdit olarak algılanıyordu.
Nihayet darbe-sonrası İran’ında etkili olan şartlar altında, hiçbir yaşayabilir seküler siyasal güç, zamanında otokratik devletin zayıflaması ve işlevsiz hale gelmesiyle sonuçlanacak olan siyasi boşluğu dolduracak biçimde var olamadı. Şah’ın yönetiminin son zamanlarında bazı liberal muhalif grupları hükümetine dâhil etme çabaları da, tam olarak seküler muhalefetin o dönem itibariyle siyasal olarak ilgisiz olması nedeniyle durumu düzeltmedi. Siyasal İslam’ın yükselişi ise, ayrıca, 1960’lar ve 1970’lerde Şah rejimi tarafından yaratılan seküler siyasetin kırılgan temeli ve siyasi boşlukla bağlantılıdır.
[Social Text’teki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.