Liberalizmin altını oyan yerküreyi saran bütünlüklü yapı Türkiye-benzeri örnekten daha çok yaratabilirdi. Dünya çapındaki keskin sağa dönüş, sadece hükümetler düzeyinde güvenlikleştirmeyi değil, sağcı seferberliği de kışkırttı
Liberalizmin altını oyan yerküreyi saran bütünlüklü yapı Türkiye-benzeri örnekten daha çok yaratabilirdi. En önemlisi, İslamcı çevreler arasındaki dünya çapındaki keskin sağa dönüş, sadece hükümetler düzeyinde güvenlikleştirmeyi değil, sağcı seferberliği de kışkırtarak, Batı’nın her yerine şok dalgaları göndermişti
Türkiye’nin keskin otoriter dönüşü, pek çok gözlemciyi şaşırttı: Çok da uzun olmayan bir zaman önce Türkiye, çalkalanmalar ile malul bir bölgede liberalizmin göze çarpan bir örneği olarak takdir ediliyordu. Analizciler, bugün, bu dönüşümün nedenlerini Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde ya da Türk kültürünün istisnai ayırt edici niteliklerinde arıyorlar.
Fakat liberal başarının bir analizi, bize daha fazla ipucu (ve demokratik Batı açısından daha fazla önsezi) sağlıyor. “Liberal demokrasi,” bir zamanlar insanlığın en büyük kazanımı olarak görülüyordu fakat şayet “liberalizm”, çağımızda (neo-)liberalleşme –mülkiyetin özelleştirilmesi, refah devletinin bireyleri kendine-yeterli hale getirmek üzere yeniden yapılandırılması, ve finansallaşma– ile el ele giden biçimde bireysel mülkiyetin ve özgürlüğün kutsallaştırılmasına işaret ediyorsa, Türk vakası, yurttaşlık ve siyasal kapasitesinin yanı sıra devletin baskıcı ve kapsayıcı gücü gibi etkenlere dayanarak, liberalleşmenin ve demokratikleşmenin sadece belirli bir zaman için bir arada ilerleyebileceğini göstermektedir.
Türkiye’nin yakın zamandaki deneyimleri, dünyanın geri kalanı açısından uyarılar da sağlayabilir. Entelektüeller, bir zamanlar, az gelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini en dinamik kapitalist ülkelerin deneyiminde görebileceğine inanıyorlardı. Gelgelelim, 1930’ların ani çöküşünün ardından, pek çok kişi tersinin de doğru olabileceğini ileri sürecekti: Avrupalılar, nihayet, yerlilerin sömürgecilik boyunca yaşamış olduğu şeyi deneyimlediler. Kitlesel yetki aktarımı ve bireysel mülkiyet/özgürlük, tarihin kritik bir dönüm noktasında (iki savaş arasındaki yıllarda) birbirinin altını oydu. Bu iki büyük hedef birbirini bir kez daha dinamitleyemez miydi?
Türkiye, Ortadoğu’daki en seküler ve demokratik ülke olagelmiştir. Türkiye’nin yanıltıcı istisnailiği, muhafazakâr partiler tarafından “Kemalist” paketin demokratikleştirildiği iddiasına dayanıyordu. 1950’li yıllardan bu yana, pek çok merkez-sağ parti, Mustafa Kemal’in yirminci yüzyılın ilk yarısında inşa ettiği milliyetçi, korporatist ve seküler rejimi kademeli olarak liberalleştirdiler. 2000’li yıllarda, yeni bir siyasi örgüt olan Adalet ve Kalkınma Partisi, ülkenin muhafazakâr ve İslamcı geleneklerini, 1970’lerde bölge boyunca ilgisizliğe ya da açıkça muhalefete yol açan neoliberal reformlar açısından halksal ve entelektüel bir coşkuyu harekete geçiren bir kayma olarak bir araya getirerek, merkez-sağcı gündemi daha da popülerleştirdi.
Gelgelelim, bu parlak başarı hikayesinin daha karanlık bir tarafı vardı. Türkiye’nin 2000’lerdeki liberalleşmesini bir “model” olarak sunan ana akım anlatı, hükümetin anlatısına meydan okuyan grupların bastırılmasını görmezden geliyordu: Aleviler, grev yapan işçiler, çevreciler, solcular ve bazen de Kürtler. Hem Batı dünyası hem de Türk liberalleri, bu baskıları partinin başardığı şeye –yüksek büyüme oranları ve bir zamanlar hakim olan Kemalist ordunun gücünün kırılması– karşılık ufak bir bedel olarak görerek, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sekter ve kültürel gündemini önemsiz gibi göstermeyi tercih etti. Bu başarıların (ya da en azından bu başarılara eşlik eden ve bunları güçlendiren şeylerin) sebep olduğu çevresel tahribat, işçi ölümleri, düşük ücretler, siyaset alanından tasfiyeler, sendikasızlaştırma, artan Sünni sekterliği, ataerkil şiddet ve kentlerdeki yerlerinden etmeler çok az dikkat çekti.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidardaki ilk iki dönemi süresince, siyasal ve ekonomik liberalleşme, pek çok haksızlığa yol açtı ve bu haksızlıklara karşı koyacak alanlar açtı. 2013 yılı yazında, yerin altında kaynamakta olan çevre ve kent hareketleri, kendi yerel sınırlarını kırdılar. Kadın hareketi, Alevi ve seküler kesimlerin seferberlikleri bu hareketlere katıldığında, Türkiye tarihindeki en kitlesel kent isyanı (Gezi İsyanı) patlak verdi. Ancak bu isyana milyonlarca yurttaş katıldıysa da, ortak bir siyasal zemin yaratamadılar. İşçi liderleri ve Kürt liderler gezi protestolarına sadece sınırlı bir destek verirken, temel solcu gruplar ise, biraz gönülsüzce, en iyi ihtimalle isyanı daha siyasal bir yöne çevirmeyi denediler. Bu üç gücün hepsi, gönülsüzlüklerinin, kafa karışıklıklarının ve yetersizliklerinin birleşiminin bedelini sonraki yıllarda ağır biçimde ödeyeceklerdi.
2013’te, hükümetin artan keskin İslamcı ve otoriter salvolarından dehşete düşen pek çok liberal, isyandan yana konum aldı ve herhangi bir başarıya ulaşmayan biçimde isyanı liberal bir yöne ittirmeye çabaladı: İsyan, kendi gündemini protestoların başlangıçtaki hedefinden, Türkiye’nin en merkezi kent parkı olan Gezi Parkı’nı yıkımdan kurtarma hedefinden daha ileriye gidemeyeceğini kanıtladı.
Hükümet, isyanın parçalı-çatlaklı karakterine karşın, ayaklanmayı şiddetle bastırarak kendi komplocu anlatısına sıkı sıkıya bağlı kaldı. Sonrasında, hükümet partisi sadece daha otoriter hale gelmekle kalmadı, aynı zamanda kendi tabanını muhalif seslere karşı seferber ederek daha totaliter hale de geldi.
Peki, bu dönüşüm neden oldu? Liberalizm –korporatizmin eğilimlerinin aksine– toplumsal gerilim noktalarını kontrol altında tutmaktan ziyade çoğaltır. Yapısal açıdan daha güçlü siyasal rejimler, liberalizmi aksatmaksızın gerilimleri kontrol altında tutabilir, emebilir ve bastırabilirler; fakat daha zayıf devletler, aksine, liberalizmin sınırları dahilindeki patlayıcı gerilimler ile baş etmek konusunda daha az donanıma sahiptirler. Özellikle de rejimler güçlü muhalefet ile karşı karşıya kaldıklarında, protesto hareketlerini kontrol etmek için yerleşik kurumlar ve baskı yeterli olmayabilir. Bu türden bağlamlarda, elitler, totaliterliğin yolunu –sadece elitlerin eylem çağrısıyla değil, aynı zamanda, bu çağrıya yanıt vermeye hazır siyasal ve yurttaş gruplarının varlığı ile şekillenen bir yolu– döşeyen biçimde, son çare olarak karşı-seferberliğe başvurabilirler.
Bu türden ağlar, partisinin köklerini 1960’lardan 1990’lara kadar İslamcı seferberlik üzerine kurmuş olan Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi açısından fazlasıyla elverişliydi. 2013’ten sonra Türk rejimi, kendisine yönelik artan tehditler olarak algıladığı şeye yanıt olarak, öncelikle Alevilere, grev yapan işçilere, çevrecilere ve sosyalistlere ve sonradan da liberallere karşı harekete geçerek, benim “yumuşak totaliterlik”ten “sert totaliterliğe” geçiş olarak adlandırdığım kaymayı gerçekleştirmiştir.
İronik bir biçimde, 2103 yılı sonrasındaki en güçlü tasfiye –bizzat yumuşak totaliterliğin önde gelen aktörü olan ve kurumlardaki eski rejimin figürlerini, Alevileri ve solcuları sessizce temizleyerek kurumlara tek tek sızan– bir liberal İslamcı grup olan Gülen Cemaati’ni hedefleyecekti. Bu grup, bugünün yaygın biçimde alenileşmiş ve törenselleşmiş görevden ihraçlarıyla keskin bir karşıtlık içinde, bu temizlikleri herhangi bir biçimde hücum borusu çalmaksızın gerçekleştirmişti. Gülen Cemaati ile eski İslamcı kadrolar arasında, iktidarın ganimetlerinin nasıl paylaşılacağı ile ilgili bazı mücadeleler yaşanmıştı fakat bunlar, Erdoğan’ın İsrail ile ilişkilerinin gerilmesine kadar kontrolden çıkmış değildi. Amerikan lobici grupları ve diğer Batılı güç merkezleri ile derin bağlara sahip bir vaiz olan Gülen, Erdoğan’ın İsrail-karşıtı ses tonunu zaten güvenilmez buluyordu. Fakat oyunu değiştiren şey, Erdoğan’ın desteklediği bir Türk hayır kuruluşunun Gazze ablukasını kırmaya yönelik girişimi oldu. Gülen Washington Post‘a bir röportaj vererek, otoriteye karşı durması nedeniyle eylemi İslam-dışı ilan etti. Bundan sonra, “ilk” Adalet ve Kalkınma Partisi rejiminin iki bileşeni, –kurumlara yerleştirecek yüksek nitelikli kadrolara sahip olmaması nedeniyle rejim açısından bedeli yüksek bir gelişme olarak– giderek yarılmaya başladı. Bu olay, rejimin kitle seferberliği ve fanatizme dönük isteğini ve bağımlılığını arttırdı.
Totaliterliğe doğru bu ulusal itilişe, daha bölgesel fakat yine de umulmadık bir dinamik daha eklendi: Arap isyanları, Türkiye’nin şimdiye dek uykudaki İslamcı çevreler arasında yeni umutların doğmasına yol açtı. Sağdaki küçük liberal çevrelerin ve soldaki radikallerin dışında, Türk İslamcılar her zaman Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmanın hayalini kurmuşlardır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin liderleri, siyasal pragmatizm ile yeni ekonomik ve siyasal ganimetler beklentisinin bir birleşimi olan geçmiş on yıl boyunca militanlıklarının tonunu yumuşatmışlardı; fakat 2011 ila 2013 arasında, partinin belli belirsiz sahip olduğu emperyal ihtirasları desteklendi ve sonunda da kontrolden çıktı.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin liberal ve batılı destekçileri, partinin eskiden beri süregelen emperyal eğilimlerinin, eski akademisyen, dışişleri bakanı ve sonrasında başbakan Ahmet Davutoğlu’nun iki doktrini (“Komşularla Sıfır Sorun” ve “Stratejik derinlik”) üzerinden vaat edilen bir sonuç olarak, bir “yumuşak güç” yaklaşımı yoluyla kurumsallaştırılabileceğini umuyorlardı. Başlangıçta, Arap isyanları Davutoğlu’nun girişimlerini pekiştiriyor gibi göründü fakat Davutoğlu 2016 yılında tasfiye edildi. Peki, neden? Erdoğan’ın kişiliği yüzünden mi? Pek değil. Eğer rejim Arap Baharı’ndan umduğu gibi çıkar sağlayabilseydi, yumuşak güç yaklaşımından vazgeçilmesi gerekmeyecekti. Diğer pek çok yayılmacı kapitalist güç gibi Türkiye’deki sermaye çevreleri ile hükümet arasındaki bağlantı da yabancı piyasalardaki payını arttırmanın peşindeydi. Fakat –Türk kapitalistleri açısından en muhtemel pazarlar olan– Mısır, Libya ve Suriye, emek alanındaki anlaşmazlıklar, siyasal parçalanma ve nihayet iç savaşlar ve askeri müdahaleler nedeniyle artık iş yapmaya uygun görünmüyorlardı. Daralan bir dünya piyasasıyla birlikte, bu jeopolitik sosyo-ekonomik darboğazlar, işlerin büyütülmesini engelledi. Rejimin artık kendi tabanını yeniden düzenlemek için kullanabileceği daha az nakit parası vardı – ki bu da, hem Türkiye’nin öncesinde genişleyen İslamcı sermaye sınıfı hem de ülkenin kent yoksullarının rızasını kazanmasını sağlayan refah programları açısından yeni sorunlar yaratıyordu. Ekonomik ganimetler için başvurulacak daha az yerin kalmasıyla, rejim kendi İslamcı eğilimlerini keskinleştirdi.
Suriye’de, Türkiye’nin Esad’ı yumuşak yoldan devirmeye ve daha fazla sermaye-dostu bir İslamcı hükümetin önünü açmaya yönelik ekonomik açıdan akılcı çabaların yerini, ne pahasına olursa olsun bir Sünni devleti inşa etmeye yönelik sekter bir girişim aldı. Türkiye’nin yanlış hesapları, başlangıçta Kürtlere karşı iyi bir karşı-denge unsuru olacak gibi görünen fakat sonrasında Türkiye’nin batısında ve güneyinde istikrarı, turizmi ve sermayenin beklentilerini baltalayan IŞİD’in doğuşuna katkıda bulundu. Dahası, Esad-karşıtı cihatçılar ile Ortadoğu’daki yegane İslami demokrasi arasındaki far edilen işbirliği, İslam’ın demokrasi ile uyuşmadığına dönük Batılı anlatıları güçlendirdi.
Bu dönüşlerin yarattığı sonucun küresel çıkarımları söz konusudur. Türkiye’nin maceracılığı Suriye’yi yok etti, Avrupa’ya tarihi bir göç dalgasına ve bu anlamda, Avrupa kıtasında dünya savaşından bu yana en güçlü sağcı seferberlik dalgasına yol açtı. Kısmen militan İslamcılığa dönük korkudan beslenen Avrupa sağının yükselişi, Türkiye’ye açık bir işaret gönderiyordu: Avrupa Birliği’ne tam üyelik artık mümkün değil. Bu durum 2006 yılından sonra açıklığa kavuşmuştu fakat bunun gerçekleşmesi, Avrupa’ya katılım umudunun kaybının liberalleşmenin altını oyan diğer dinamikler ile etkileşime girdiği 2010’lu yıllara kadar hükümet partisinin gündemini dikkat çekici bir ölçüde yeniden şekillendirmedi. Araplar (Türk elitlerinin kendi işleri ve emperyal ihtirasları için maniple edebilmeyi umdukları bir özlem olarak) özgürlük çığlıkları ile başkaldırdıklarında, Türk İslamcılar da Avrupa’ya kur yapmaya dönük uzun zamandır var olan ilgilerini kaybettiler.
Bu dinamiklerin bazıları her ne kadar Türkiye’ye özgü idiyse de, liberalizmin altını oyan yerküreyi saran bütünlüklü yapı –özellikle, bu dinamiklerin pek çoğunun bölgeler(in kendi içinde) ile uluslar arasındaki etkileşimlerin yanı sıra ulusal süreçler ile küresel süreçler arasındaki etkileşimleri içermesi nedeniyle–Türkiye-benzeri örnekten daha çok yaratabilirdi. En önemlisi, İslamcı çevreler arasındaki dünya çapındaki keskin sağa dönüş, sadece hükümetler düzeyinde güvenlikleştirmeyi değil, sağcı seferberliği de kışkırtarak, Batı’nın her yerine şok dalgaları göndermiştir. Dahası, bu süreçsel kısır döngü, daha küresel-yapısal desteklere de sahiptir.
Modern tarihin iki büyük liberalleştirme döngüsünün her ikisi de küresel bir düzeyde başlatıldı. Her iki dönemde de, parçalanma, yerel olduğu kadar küreseldi ve küreseldir. 1920’lerden sonra klasik liberalizmin çözülüşü, ABD ve Batı Avrupa’da iliştirilmiş liberalizme ve Doğu’da aşırı baskıcı devletlere ya da kitle-temelli totaliterliğe yol açtı. İliştirilmiş liberalizm, yerkürenin dört bir yanındaki iyice zayıflayan toplumsal kapasitelere ve artan güvenlikleştirmeye bağlı olarak, bugün eli kulağında olan çöküş ile giderek daha az ilgilenmektedir.
Entelektüeller, siyasetçiler ve aktivistler güçlü bir küresel alternatif inşa etmekte başarılı olmazlarsa, kitle seferberliği, gelecek yıllarda Batı’da bile daha kalıcı totaliter devletler üretebilecektir. Türkiye’nin deneyimleri hepimize bir uyarı içeriyor: başarısız devrimler genellikle daha zalim rejimlere yol açarlar. Özellikle bugünün bağlamında, şayet Gezi’nin, Occupy‘ın ve Indignados‘un yeni versiyonları sonrasında somut gündemler ve siyasal örgütler belirginleşmez ise, bunun bedelleri hepimiz açısından çok büyük olabilir.
Eylül 2016
[GlobalDialogue’daki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.