Tarihsel bir perspektiften bakacak olursak, akademisyenlerin radikal teoriye etkisinin sınırlı olduğunu görürüz. Radikal teori, gelişimini, militanlara, yani sahada mücadelenin içinde bulunan aktivistlere ve örgütçülere borçludur
Tarihsel bir perspektiften bakacak olursak, akademisyenlerin radikal teoriye etkisinin sınırlı olduğunu görürüz. Radikal teori, gelişimini, militanlara, yani sahada mücadelenin içinde bulunan aktivistlere ve örgütçülere borçludur. Tabii bunların arasında keskin bir ayrım olmadığını söylemeye gerek yok. Akademik geçmişi olan militanlar olduğu gibi, sokakta mücadeleye katılan akademisyenler de mevcut
Bu makale radikal teori, özellikle de radikal teori ile akademi arasındaki ilişki üzerinedir. Biz, bu makalenin yazarları, yıllar boyunca konuya ilişkin birçok tartışmaya dahil olduk. Akademik eğitimi olan ve bazı çalışmalarında akademik kaynak ve yöntemleri olan kişileriz. Fakat akademik bir kariyerimiz yok. Teorik sorgulamalarla ilgilenme nedenimiz, politik pratiği geliştirmek.
Tarihsel bir perspektiften bakacak olursak, akademisyenlerin radikal teoriye etkisinin sınırlı olduğunu görürüz. Radikal teori, gelişimini, militanlara, yani sahada mücadelenin içinde bulunan aktivistlere ve örgütçülere borçludur. Tabii bunların arasında keskin bir ayrım olmadığını söylemeye gerek yok. Akademik geçmişi olan militanlar olduğu gibi, sokakta mücadeleye katılan akademisyenler de mevcut. Yine de 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında radikal teorinin gelişiminde militan tecrübeler hakimken, bugün hakim olan ise akademik tasavvurdur.
Sokaktaki mücadele ile akademi arasındaki ilişki, bütün olarak bakıldığında, karmaşık bir ilişkidir. İki yönde de birtakım engeller mevcuttur. Akademik umursamazlıkla olduğu kadar kaba anti-entelektüelizmle de karşılaşıyoruz. Bazen de birbiriyle çok az temasta bulunan ve ortak politik hedefleri olmayan iki paralel dünya ile uğraşıyoruz gibi görünüyor. Esasen “teorisyenler” ve “pratisyenler” arasındaki işbirliği kesinlikle radikal hareketin faydasına olacaktır. Kişisel yatırım ve bir militanın birinci elden tecrübesi olmadan radikal teorinin olamayacağı açıktır. Aynı zamanda da, teorik yansıma ve bilimsel analiz, mücadelemizin koşullarını daha iyi kavramamızı sağlar.
Marx bir akademik bir kişilikti. Felsefe alanında doktora sahibiydi. Bu, politik teorisine yaklaşımına da yansıdı. Ekonomi teorisi akademik paradigmaların ve bilimsel soruşturmaların eleştirisi üzerine kuruluydu. Kapital herhangi bir doktora tezini utandıracak bir eserdir. Fakat Marx hayatını politikaya adadı, akademik unvanlara değil. Dünyayı değiştirmek istiyordu, unvan toplamak değil. Bunun sonucunda siyasi bir mülteci olarak önce Almanya’dan Fransa’ya, sonra da Fransa’dan İngiltere’ye göçmek zorunda kaldı. Hiçbir zaman akademik kariyerinin sağladığı finansal bir güvencesi de olmadı.
Lenin hukuk okuluna gitti. Zamanının çoğunu kütüphanelerde geçirdi ve yazılarının büyük kısmını akademik çalışmalara dayandırdı. Fakat Lenin hiçbir zaman akademik kariyer yapmakla ilgilenmedi. O bir profesyonel devrimciydi. Emperyalizm: Kapitalizmin En Üst Aşaması veya Devlet ve Devrim gibi en etkili metinleri açıkça politiktir. Lenin için en öncemli soru “Ne yapmalı?” idi.
20. yüzyılın başlarında, Marksist teori akademik arka planı olan politikacılar tarafından geliştirildi. Rosa Luxemburg’un doktorası vardı ve Karl Kautsky, Rudolf Hilferding ve Eduard Bernstein’in da öyle. Mao öğretmenlik eğitimi almıştı, kütüphaneci olarak çalıştı ve hatta yarı-zamanlı olarak üniversite çalışmalarını da takip etti. Sınıf analizi ve felsefi yazıları her zaman politik pratik ile yakından bağlantılı oldu.
Anti-kolonyal teori ise, Frantz Fanon, Kwame Nkrumah ve Amilcar Cabral gibi daha çok akademik eğitimi olan ulusal özgürlük mücadelesi liderlerince geliştirildi. Bu isimlerin hepsi ilk ve en önemli olarak önceliklerini politik hedefleri olarak gören devrimcilerdi.
Anarşizmin birçok tarihi kişiliği ise kendi kendilerini yetiştirmiş militanlardı. Peki azı akademik eğitim almıştı ve hiçbirisinin akademik bir kariyeri yoktu.
Başta Kuzey Amerika ve Avrupa’da olmak üzere, 1970’lerde büyük bir eksen kayması gerçekleşti. Öğrenci ve gençlik isyanlarının sonucu olarak, radikal teori akademik kariyerin bir güzergahı haline geldi. Bu 10 yıllık süreçte Marksistler tarafından yayımlanan akademik kitaplar ve dergilerde patlama yaşandı. Marksizm’in çekiciliğinin azaldığı 1980’lerde bile bu eğilim devam etti, dikkat çekici sayıda Marksist akademi basamaklarına adım attı. Bu durum, bugün, 1990’lara akademide neredeyse hiç olmayan anarşistler açısından da geçerlidir. Bugünün en bilinen iki anarşisti, Noam Chomsky ve David Graeber de akademisyendir. Militanlık ile teorisyenliğin kişisel birleşiminin halen daha varlığını sürdürdüğü tek yer ise, Subcommandante Marcos veya Abdullah Öcalan gibi örneklerde görüldüğü üzere, Küresel Güney’dir.
Avrupa’daki “radikal akademisyenleri” ilgilendiren son kargaşa, giderek artan sayıda öğrencinin ortodoks Marksizm’e bir laternatif olarak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra itibarı sarsılan post-yapısalcılık olarak adlandırılan teoriyi benimsediği 1990’ların başıydı. Michel Foucault, Jacques Derrida, Luce Irigaray, Gilles Deleuze veya Felix Guattari’nin çalışmaları, rasyonalizm, hümanizm ve aydınlanmacı geleneğe tehdit oldukları gerekçesiyle kınandı. Fakat bu düşünürlerin hem akademisyenler hem politikacılar hem de muhafazakar alimler tarafından maruz bırakıldıkları düşmanlığın esas nedeni, bunların pek çoğunun, teorileri politik pratikleri ile sıkı sıkıya bağlantılımilitanlar olmalarıydı. Ne yazık ki, kayda değer sayıda Marksist –büyük ihtimalle istemeden– post-yapısalcıların bilimsel saygınlıklarını sorgulayarak politik ajitasyonun akademiden dışlanmasına katkıda bulundu.
Neoliberalizmin mücadele etmek ile mücadele etmek üzerine düşünmek arasındaki ayrımı sonlandırması ise tesadüf değildir. Neoliberalizm üniversiteleri entelektüel gelişmenin mekânları olmaktan çıkararak, kendini-parlatanların pazar yerine çevirdi. Postyapısalcı yazarların akademi tarafından kabulünün tarihi bunun tipik bir göstergesidir. Foucault ve benzerleri, akademik nizam ile, uzun süredir kitapları, dersleri ve konferanslarıyla bütünlemiş haldeydiler. Fakat çalışmaları depolitize edildi ve entelektüel birer şovmenlik veya alelade akademik gargara kaynaklarına indirgendi.
Akademi kontrolü ele geçirdiğinde, teorik çalışmaların biçim ve içeriği de değişti. Bugün, politik kavramı neredeyse bilimsel olanın zıttı bir kavramdır. Akademisyenler politik girişimlerin kendilerinin itibarını sarsmasından korkarlar. Sadece dar bir akademik çevreye dönük yazmaktadırlar. “Ne yapmalı?” sorusu, yanıtlanmak bir yana, artık sorulmuyor bile.
Akademik kurumların neoliberal kapitalizme entegre hale gelmiş olması haberi, öyle sarsıcı bir haber değil. Bu durum, bu kurumların nasıl fonlandığı ve yönetildiğinde ve amaçlarını ve hedeflerini ne olarak tanımladığında ifadesini bulmaktadır. Bu durum, kaçınılmaz olarak, akademisyenlere ve çalışmalarına da etki eder. Akademik kariyerler, yayın sayısıyla, bunları basan yayınevlerinin ve dergilerin statüleriyle ve kendilerine ne kadar sık başkaları tarafından atıfta bulunulduğuyla belirlenmektedir. E o zaman akademisyenler ne çalışacak, neyin üzerine yazacak? Nasıl yapacaklar? Kim yapacak?
Akademik yayıncılık kazançlı bir sektör haline gelmiş durumda. Ödemeli kaynak erişimi duvarları akademik okuyucular ile geriye kalanlar arasında yükseliyor. Akademik makale okumak için, “her görüntüleme” için ödeme yapmak zorundayız. Akademisyenlerin maaşlarının ve kullandıkları altyapının büyük ölçüde kamu tarafından ödendiğini düşündüğümüzde, bunun ne kadar saçma olduğunu görürüz.
Bu anlamda, kamu, kendisinin finanse ettiği çalışmalara erişimden alıkonulurken, özel yayınevleri ise üniversite raflarında toz tutmaya terk edilen az sayıda basılan ve aşırı fiyat konulan yayınları paraya çeviriyor. Akademisyenler, saygın akademik dergilerde ve yayınevlerinde yayın yapmak için, sıradan ahaliyi daha da yabancılaştıran resmi talepleri kabul etmek zorundalar. Haliyle akademik makalelerin çoğunun sayısı yüzleri geçmeyen uzmanlar haricinde, tatmin edici ekonomik çıkarları için çabalayan asalak yayınevleri ve egosantrik entelektüel elitler için yeniden üretimi dışında dolaşıma çıkmaması çok normal karşılanmalı.
Buna takip eden birtakım yozlaşma pratikleri de mevcut. Pek çok kitap, siyasi ilişkilere, kariyerist yeteneklere ya da insan kayırmalara göre belirlenen hibeler üzerinden yayımlanmaktadır. Üniversite yönetimi, doğru kaynaklara harcanacağına güvenerek vergilerini ödeyenlerdense akademik yayın endüstrisine yatırım yapan şirketlere karşı daha fazla sorumluluk hisseder durumda. Antoloji editörleri anlamlı içeriklerdense kapaktaki isimlerini daha fazla önemsiyor – tutarsız makalelerle dolu olsa da yayınevi sahipleri kâr elde ihtimali gördüğü gibi hiç düşünmeden matbaalara gönderiyorlar. Böylece, akademisyenlerin mesleki ağlarını genişlettiği, eski dostlarla bir araya geldiği, yeni şehirleri keşfettiği ve internetteki yeni bir makaleyi okuduğu akademisyenlerin yerini, konferanstan konferansa gezen yavan bir pratik alıyor.
Üstüne tartışması zor bir konu aslında. Akademiden çok iyi dostlarımız var. Belki çok acımasız ya da dar görüşü olduğumuzu düşüneceklerdir. Oysa bu sorular genellikle göz ardı edilmiş durumda. İnsanlar birbirilerinin ayakların basmaktan çekiniyor. Akademisyenlerin de bulunduğu sosyal çevrelerdeki birlik hali (esprit de corps) radikal akademisyenleri de etkisi altına almış halde. Kimse ilk taşı atmaya cesaret edemiyor, çünkü herkes aynı camdan evin içinde oturuyor. Birisi gelip de neoliberalizmin norm ve değerlerine karşı özgür erişimi ve halk faydasını tutkuyla savunmaya başladığında, en ilgili oldukları alanda bile hemen çıkarcı bir hal alabiliyorlar.
Tek tek akademisyenlerin uzmanlığı ya da kişisel durumuna ilişkin detaylı bir bilgimiz yok ve tercihlerini de yargılayacak değiliz. Gündelik çalışma hayatlarında da yukarıda tartıştığımız temayüle ne kadar direndiklerini de bilmiyoruz. Fakat yine de bu durumu değiştirmeye ilişkin adı konulmuş bir çaba, bir duyuru olmadığı gibi küçük bir kolektif direnç dahi ortada yok.
Akademisyenleri anlıyoruz, kaybedecek şeyleri var ve bugün, birçoğu güvencesiz koşullarda çalışmakta. Son on senede adından çok bahsettiren ve işini kaybeden akademisyen Ward Churchill’den bahsediyor olmamız da bir tesadüf sayılmaz. Tarih boyunca, kaybedecek birçok şeyi olan işçiler – ve daha az ideolojik gerekçeyle – protesto etmenin bir yolunu hep buldular. Sendikalarda örgütlendiler, kampanyalar düzenlediler, sabotaj ve doğrudan eylemlere giriştiler. Peki öyleyse neden radikal akademisyenler için başka bir seçenek yokmuş gibi görünüyor? Akademi-karşıtı düşünceye karşı genel tepki, mücadelenin akademi de dahil her yerde olması gerektiği. Bu geçerli bir argüman – her bir mücadele akademide de olduğu takdirde.
Bazı radikal akademisyenler, akademik kişilerini politik kişiliklerinden ayıran uzlaşmazlıkları çözmeye çalışıyorlar. Hatta bazen çalışmalarını mahlas kullanarak, bir harekete ait olan yayınlarda akademik kişilerinden ayrı olarak da yayımlamaktalar. Bu, kesinlikle bir katkı sağlamakta ve hatta belki de iç çatışmaları dindirmeye de yardımcı olmaktadır fakat kolektif çabayı geliştiren bir şey olduğu söylenemez.
Diğer radikal akademisyenler ise toplumsal hareketlerde ünlü destekçiler – ve hatta bu hareketlerin resmi olmayan sözcüleri olarak – öne çıkmayı başardı. Noam Chomsky, David Graeber, Judith Butler, Slavoj Zizek veya Vandana Shiva bu gruba örnek teşkil eder. Radikal ünlüler bir amaca hizmet ediyor ve basın platformlarında görüşlerini dile getirmeleri güzel bir şey. Fakat ünlüler istisnai bir durumdalar. Mevcut olguyu değiştirmiyorlar. Hatta zaman zaman, dikkati de esas sorundan uzaklaştırmaktalar.
Akademisyenlerin radikal teori ve pratiğe katkılarına ilişkin daha fazla farkındalıkla yaklaşmak ve tartışmak gerektiği kanısındayız. Radikaller olarak, karşısında durma iddiasında olduğumuz politik sisteme karşı duruşumuzu gösterecek bir duruşa ihtiyacımız var. Kimse kendi kişisel geçmişimizi de hesaba katarak yapabileceklerinin etkisi veya sınırından azade değil. Gelgelelim bu durum, nerede olursak olalım direniş biçimleri geliştirmemiz gerektiğini kanıtlamak dışında bir şey sunmaz.
Genel olarak…
Bize göre, akademi ve mücadele arasındaki açı farkını kapatmaya yarayacak olan birkaç pratik noktaya değinerek sonlandırmak istiyoruz. Bazılarına çok orijinal gelmeyebilir de… Olabilir. En azından tekrar etmekte fayda var.
Torkil Lauesen Danimarka’da yaşamakta ve uzun süredir antiemperyalist mücadelenin içinde yer almaktadır. 70’lerde Blekingegade Group üyesidir ve 80’lerde yüksek profili soygunlarla finanse edilen Üçüncü Dünya ülkelerinin özgürleşmesi hareketinin destekledi. The Global Perspective adlı kitabı 2018’de Kersplebedeb tarafından yayımlanacak.
Gabriel Kuhn Avusturya doğumlu İsveç yaşayan bir aktivist Turning Money Into Rebellion adlı kitabında Blekingegade Group’un tarihini belgelemiştir.
[Counterpunch’taki İngilizce orijinalinden Mert Arslan tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.