Kadın mücadelelerinin yeni dalgasını analiz ederken, pek çok yorumcunun yaptığı çıkarımlardan biri, “mutlu bir cinsel yaşam”a ulaşmak için “hayır, hayır demektir”in yeterli olmadığıdır
Kadın mücadelelerinin yeni dalgasını analiz ederken, pek çok yorumcunun yaptığı çıkarımlardan biri, “mutlu bir cinsel yaşam”a ulaşmak için “hayır, hayır demektir”in yeterli olmadığıdır. Bunun nedeni, bu ifadenin zorlamanın daha örtük biçimleri için halen daha alan bırakıyor olmasıdır
Kadın mücadelelerinin yeni dalgasını analiz ederken, pek çok yorumcunun yaptığı çıkarımlardan biri, “mutlu bir cinsel yaşam”a ulaşmak için “hayır, hayır demektir”in yeterli olmadığıdır. Bunun nedeni, bu ifadenin zorlamanın daha örtük biçimleri için halen daha alan bırakıyor olmasıdır.
Guardian gazetesinde, yakın zaman önce, şu önerme dizisinin ibret verici bir örneğini gördük: Gazeteci Gaby Hinsliff, “Birisine rahatsız edici bir teklifle ısrarda bulunmak teknik olarak yasalara aykırı olmayabilir; fakat bu yaklaşım mutlu bir cinsel hayata giden yol değildir ve bir erkeği alenen kınanmaktan bundan böyle koruyamayabilir” diye yazıyordu. Hinsliff, bugünlerde gerekli olan şeyin “hayır”ın potansiyel olarak belirsizlik içeren eksikliği değil; coşkulu bir “evet, evet, evet”in varlığı ya da onaylayıcı rıza olduğuna inanan Amerikalı “çöpçatanlık koçu” Erin Tillman’ın görüşlerine yer veriyordu.
“2018 yılında, ‘hayır, hayır demektir’in modası artık tamamen geçmiştir. Bu ifade, bütün baskıyı en savunmasız durumda olan kişinin üzerine yıkmaktadır, şayet birisinin ne düşündüğünü açıkça söylemek için kapasitesi ya da kendine güveni yoksa, o halde o kişinin istismar edileceğini söylemiş olmaktadır.” diyor Tillman ve devamla: “Eğer birisi coşkulu bir ‘evet’ demiyorsa, eğer tereddüt ediyorsa, ‘Ah, bilmiyorum’ benzeri bir şeyler söylüyorsa – o zaman bunlar ‘hayır’ demektir.”
Bu söylenenlerdeki kritik noktalarla hemfikir olmamak mümkün değil: Baskı altında dile getirilen zayıf bir “evet”, “hayır” demektir vb. Buradaki sorunlu olan yan ise, “coşkulu bir ‘evet, evet, evet’in varlığı”nın talep edilmesidir. Çünkü, öne sürülen bu koşulun, açıkça söyleyelim (neden söylemeyelim ki?) bir kadını, tutkulu bir biçimde bir adam tarafından yatağa atılmak isteyen biri olarak ne türden küçük düşürücü bir konuma yerleştirdiğini hayal etmek kolaydır. Esasında, kadının, aleni olarak “Lütfen s.k beni!” demesinin eşdeğeri olan bir şeyi yapmak durumunda olduğu söylenmektedir burada.
Bunu yapmanın çok fazla üstü kapalı olmayan (fakat büsbütün açık da olmayan) yolları yok mu? Dahası, şayet “mutlu bir cinsel hayata giden yol” aranıyorsa, boşu boşuna aranıyordur çünkü böyle bir şey zaten yoktur.
Meselenin doğasında olan sebeplerle, cinsellikle işler her zaman bir şekilde ters gider ve göreli bir “mutlu cinsel yaşam” için tek şans, bu başarısızlıkların kendileri aleyhine işlemesinin bir yolunu bulmaktır. Doğrudan “mutlu cinsel yaşama giden yol”u arayıp durmak, her şeyi mahvetmenin en güvenli yoludur ve partnerlerin coşkulu biçimde “evet, evet, evet” diye haykırdığı hayali sahne ise, gerçek hayatta cehenneme giden en kısa yoldur. Cinsel ilişkinin herhangi bir anında geri çekilme hakkı ile birlikte işler daha da karışmaktadır – bu hakkın nasıl yeni şiddet tarzlarına yol açtığı meselesinden nadiren bahsedilmektedir. Diyelim bir kadın, partnerini erekte olmuş penisiyle çıplak halde gördükten sonra onunla dalga geçmeye başladı ve onu kovdu, o zaman ne olur? Diyelim bir adam aynısını kadına yaptı, o zaman ne olur? Bundan daha küçük düşürücü bir durum düşünebiliyor musunuz?
Açık konuşursak, bu türden zor durumların çözümü için uygun bir yol, ancak, tanımı gereği yasalarla düzenlenemeyecek adap ve hassasiyet yoluyla bulunabilecektir. Eğer bir kişi sözleşmeye yeni hükümler ekleyerek şiddetten ve zulümden korunmak istiyorsa, cinsel etkileşimin merkezi bir özelliğini kaybeder – yani, tam da söylenen ile söylenmeyen arasındaki hassas dengeyi. Cinsel etkileşim, sessiz bir anlayışı ve ince bir teklif anlayışı, kişiler o şeyi yapmak istediklerinde fakat bunun üzerine açıkça konuşmak istemediklerinde, aşırı duygusal zalimlik nezaket kisvesinde harekete geçtiğinde ve bizzat ılımlı şiddet cinselleştirilebildiğinde, ilerleyebilmenin tek yolu olacak şekilde, bu türden istisnalar ile doludur.
Bu yolun sonuna kadar gideceksek eğer, coşkulu bir “evet, evet, evet”in etkin bir biçimde şiddetin ve tahakkümün bir maskesi olarak iş görebileceğini söyleyerek sözümüzü bağlamamız gerekiyor. Monica Lewinsky, yakın zaman önce “(Bill Clinton ile olan) ilişkilerinin karşılılık içerdiğini söylediği 2014 tarihli beyanının arkasında olduğunu” söyledi fakat ikisinin arasında var olan “muazzam güç farkları”ndan da bahsetti. Lewinsky, kendisinin o zamanlarda “sonuçlara dair sınırlı kavrayışının” olduğunu ve bu ilişkiden her gün pişman olduğunu söyledi. “Sözlükte ‘rıza’nın tanımı nedir? Bir şeylerin olmasına izin vermek” diye yazdı Lewinsky. “Yine, bu örnekte, güç dinamikleri, onun yaşı ve benim yaşım düşünüldüğünde bu ‘bir şeyler’ neydi?… O benim patronumdu. O, gezegendeki en güçlü insandı. O, daha iyisini bilecek kadar yaşam deneyimine sahip olarak, benden 27 yaş büyüktü.” diyordu Lewinsky.
Bunlar doğru; fakat Lewinsky sadece rıza göstermekle kalmadı, cinsel teması doğrudan başlattı ve buna “rıza gösteren” ise Clinton’dı. Şu “muazzam güç farkları” da muhtemelen Lewinsky’nin Clinton’a dönük ilgisinin kilit bir parçasıydı. Lewinsky’nin, Clinton’ın kendisinden daha yaşlı deneyimli bir insan olduğu, ondan “daha iyisini bilmesi” ve onun yakınlaşmalarını reddetmesi gerektiği iddiasına gelince; kişinin kendisine atfettiği bu deneyimsiz kurban rolünde samimi olmayan bir şeyler yok mu? Burada kendimizi, bir kadına tecavüz eden adamın aslında kadın tarafından bunu yapmak için ayartıldığını (siz “tahrik ettiğini” diye okuyun) söyleyen Müslüman köktendinci görüşün tam, neredeyse simetrik aksinin içinde bulmuyor muyuz? Erkeklerin ettikleri tecavüzlerin kadınların tahrik etmelerinin sonucu olduğuna dönük bu türden bir yorum tarzını medyada sık sık görüyoruz. Örneğin, 2006 yılı sonbaharında, Avustralya’nın en kıdemli Müslüman din görevlisi Şeyh Taj El-Din Hilali, bir grup Müslüman erkeğin toplu tecavüz suçundan hapse atılmalarının ardından “Eğer ambalajı olmayan eti alır sokağın ortasına koyarsanız … kediler de gelip onu yerlerse … bu kimin suçudur – kedilerin mi ambalajsız etin mi? Sorun, ambalajsız ettir.” sözleriyle bir skandala neden olmuştu.
Örtünmemiş bir kadın ile ambalajı olmayan çiğ et arasındaki bu karşılaştırmanın son derece kirli doğası, dikkati başka bir yere, El-Hilali’nin argümanının altında yatan daha şaşırtıcı öncüle çekecekti: Eğer kadınlar erkeklerin cinsel davranışlarından sorumlu tutuluyorlarsa, bu, erkeklerin bir cinsel tahrik olarak algıladıkları şeyle karşı karşıya kaldıklarında tamamen çaresiz oldukları anlamına gelmiyor mu? Erkekler buna hiçbir şekilde direnemiyorlar, tıpkı çiğ eti gören bir kedi gibi kendi cinsel açlıklarının tamamen kölesi oluyorlar, öyle değil mi?
Erkeklerin kendi cinsel davranışlarının sorumluluğundan tamamen yoksun olduklarına yönelik bu varsayımın tam tersine, Batı’daki aleni dişil erotizme yönelik vurgu ise, erkeklerin kendilerini cinsel açıdan sınırlayabildikleri, kendi cinsel güdülerinin gözü kör köleleri olmadıkları öncülüne dayanmaktadır.
Kadının cinsel eylemden tamamen sorumlu olduğuna dair bu görüş, ilginç biçimde, Lewinsky’nin, her ne kadar cinsel girişim tamamen kendisi tarafından başlatıldıysa da sorumluluğun tamamen Clinton’a ait olduğu görüşünü yansıtıyor. Müslüman köktendinci görüşte de, tamamen aynı şekilde, erkekler, canavarca bir tecavüze karışsalar bile, kadınların o kahpece ayartması karşısında çaresiz birer kurbandırlar. Lewinsky vakasında da, ilişkiyi tahrik edici bir şekilde başlatan o olmasına karşın yine de kurban oydu.
İki örnek arasındaki simetri, kuşkusuz, her ikisinde de erkeklerin fiilen toplumsal iktidar ve tahakküm sahibi konumda olmaları nedeniyle kusurlu bir simetridir. Gelgelelim, bu türden bir vakada Lewinsky’nin yaptığı gibi çaresiz bir kurban kartını oynamak, kadınların özgürleşmesine hiçbir yardımı dokunmayan – ve sadece erkeği efendi olarak teyit eden– biçimde kendini küçük düşüren bir temaşadan başka bir şey değildir.
[Russian Times’taki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.