Gezi’nin (ve Zonguldak ve eski militan işçi hareketlerinin) aksine, Metal Fırtına ulusal basında yer almadı. (Üst-düzey) akademik konferanslara ve kitaplara konu olmadı. Sınıfsallığı dert eden sol çevreler zaten artık azınlıktaydı. Fırtına, gözden, gönülden ıraktı. Burada da Çin’le ciddi paralellikler var. Bir taraftan işçi sınıfının artan militanlığı. Diğer taraftan siyasetten ve kamusal görünürlükten tamamen uzak durması […]
Gezi’nin (ve Zonguldak ve eski militan işçi hareketlerinin) aksine, Metal Fırtına ulusal basında yer almadı. (Üst-düzey) akademik konferanslara ve kitaplara konu olmadı. Sınıfsallığı dert eden sol çevreler zaten artık azınlıktaydı. Fırtına, gözden, gönülden ıraktı. Burada da Çin’le ciddi paralellikler var. Bir taraftan işçi sınıfının artan militanlığı. Diğer taraftan siyasetten ve kamusal görünürlükten tamamen uzak durması
Bir önceki yazıda, rejimin dünya çapında bir krizden sonra girebileceği iki yoldan bahsetmiştim (verimliliğini tamamen kaybederek gizlisiz saklısız yağmacılığa varan bir neoliberalizm ya da devlet kapitalizmi). Artık bu iki senaryodan biri uygulandığında, muhalefetin ne yapabileceğine bakalım.
Toptan ve açık bir yağmanın, birçok direniş hareketini tetiklemesi kaçınılmaz. Ne var ki, toptana yakın bir yağmaya karşı toptan direnişin doruk noktası 2013’te zaten yaşandı. Gezi patlaması buydu. Bu savunma hareketinden bir siyasi idare; yeni bir toplum projesi devşirilemedi. 1929 benzeri bir krizin, acımasız bir yağmayı getirmesi, toplumsal hareketlerin (yine ortak bir çatı ve proje yokluğundan ötürü) Golyat’a karşı kendi başlarına savaşmasına sebep olabilir.
Zaten Gezi, büyük zaferlere imza atmadıysa da, neoliberalizm ve demokrasinin artık kol kola gidemeyeceğini gösterdi. Rejimi otoriter-totaliter bir yola iterek, “milli” kapitalizmin siyasi çerçevesinin oluşmasına katkıda bulundu.
Neoliberalizmin kendi yarattığı yıkımın altında kalıp çökmesi çok cazip bir senaryoymuş gibi gözükse de, alternatifi olmayan bir çöküş tam bir başıbozukluğu ve eninde sonunda, sert olduğu kadar ilkesiz bir diktatörlüğü getirebilir. Ak Parti’nin giderek artan patrimonyal (yöneten aile ve etrafında kümelenmiş aileler) yapısı göz önüne alındığında, rejimin bu yola girmesi daha yüksek ihtimal gibi gözüküyor. Bu da, rejim içi çatışmalarla, muhalefete (ve yurtdışına) savruk saldırılarla dolu, sonu olmayan bir şiddet sarmalını getirebilir.
Devlet kapitalizmi ise bambaşka dinamikleri hayata geçirecektir. Neoliberal dönemin sola en büyük hediyesi (görece “özgürlük”), aynı zamanda en büyük zehiriydi. Turgut Özal ile başlayıp Ak Parti ile devam eden neoliberal demokratikleşme, “eski sol”un devletçi ve sınıfçı dilinde hapsolmuş hisseden bir dizi gruba ve eğilime kendi siyasi hatlarını geliştirme şansı tanıdı.[2] Fakat bireyselleşme ve adem-i merkezileşmenin getirdiği bu görece rahatlıktan ötürü, zenginliğin nasıl tekelleştiği (amiyane tabiriyle, hepimizin nasıl soyulduğu) dikkatten kaçar hale geldi.
Devlet kapitalizmi, Çin’de de görüldüğü üzere, neoliberalizmin son dönemecinde açığa vurduğu otoriter eğilimlerin iyice raydan çıkmasına; bunların (2000’lerde olduğu gibi) saklanması ve utanılması gereken unsurlar olmaktan çıkıp, “bize özgü”lüğün bir parçası olarak pazarlanmasını getirecektir. “Milli kapitalizm”in bir anlamı da bu. İşkenceye ayakta alkış tutulan bir döneme hazır olun.
Diğer taraftan, devlet kapitalizmi, muhalefetin (birbirine yabancılaşmış) bileşenlerine “toplum”sallığı da hatırlatacaktır. Başka bir deyişle, Ak Parti’nin yükselen milliyetçiliği ve İslamcılığı, beklenmedik bir şekilde toplumsallığı arttırabilir. Aynen Bismarck’ın milliyetçiliğinin, Almanya’yı bir statü grupları ve devletçikler toplamından sınıflı bir topluma dönüştürmekteki (niyet edilmemiş) payı gibi. Geniş kitlelere (onları bölerek de olsa) adalet ve şeref vadeden bu ideolojik-siyasi yönelim, ilk dönem Ak Partisi’nin neoliberal-muhafazakarlığından evla olabilir (en azından bazı açılardan). Belki de muhalefet etmeye alışık olmayan toplumsal kesimler, “nerede söz verdiğiniz şeref” diyebilecektir. Özal-AK Parti neoliberalizminin bitirdiği “Türkiye toplumu”, devlet kapitalizmi tarafından tekrar oluşturulabilir. 1914-1919 kadar, 1939-1950 deneyimlerinin dünya çapında gösterdiği gibi, milliyetçi savaşlar sırasında en dibe vuran emek hareketi, savaşlar bittikten sonra da en keskin yükselişlerini yaşamıştır.[3] Ak Parti rejiminin artan “milli”liği, “toplum”u tekrar kurabilir yani.
Bu dönemeçte, sosyalistlerin önünde yeni bir ufuk açılıyor. Çin’de de görüldüğü üzere, işçi ve köylü hareketlerinin istatistiklerde en tepelere oturduğu bir aşamaya doğru gidiyor olabiliriz. Yine de akılda tutmakta fayda var: istatistiki gerçeklik, siyasal gerçeklik değildir.
Kısacası, yetersizlikleri iyice ortaya çıkan “Yeni Sol”un dönemi (yapısal sebeplerle de) yavaş yavaş kapanıyor. Ekonomik meseleleri, sınıfı, toplumu kenara itmeyen bir solun yükselebilmesi için ise (yapısal dinamikler yardımcı olacak olsa bile) yeni bir yönelim gerekiyor.
Bazı sosyologlar, daha 2000’lerin başlarında, Çin’in dünya emek mücadelesinin merkezine oturacağını öngörmüşlerdi. Böyle düşünmek için gerçekten de birçok sebep vardı. En bariz olarak, grevler, sabotajlar, vs. çok uzun süredir yükseliş trendindeydi. Daha az görünür olan, bu trendin yapısal sebepleriydi. İlk başlarda Çin, küresel (“neoliberal”) sermaye birikiminin en ucuz, en basit, en küçük parçalarını Batı’ya tedarik etme pozisyonuna hapsolmuş görünüyordu. Ancak giderek Çin üretimi, emek yoğunluklu olmaktan çıkıp, emek ve sermaye yoğunluklu öğeleri birleştirir hale geldi (ki bu da emek mücadelelerinin çeşitliliğini, gücünü ve şaşırtıcılığını arttırdı). Buna ek olarak, herkesi ters köşeye yatıran bir “Fordistleşme” yaşandı: dünyanın her yerinde işyerleri küçülür, bölünürken; Çin sermayesi dev gibi fabrikalar kurmaya, bölünmekte olan işçileri aynı çatı altında birleştirmeye başladı.
Fakat tüm bunlara rağmen, durum tam da bu sosyologların beklediği gibi olmadı. Dünyada neoliberalizm karşıtı hareketlerin tavan yaptığı 2009-2013 yıllarında, Çin’de mücadeleler devam etti etmesine ama, siyasal bir anlamları olmadı. Arap Baharı, Occupy, Gezi ve Indignado hareketlerinin aksine, dünya çapında gelişen ortak dil ve biçimler, Çin emekçilerinin civarına uğramadı.[4] Bırakın dünya mücadeleleriyle ortaklık kurmayı, Çin emekçileri birbirlerinden de uzak kaldılar. Tek parti rejiminin baskıcı yapısı; Çin toplumunu dünyadan soyutlamış olması; internet üzerindeki kontrol, bu durumun sebeplerinden. Ancak işin içinde “zorbalık” kadar “rıza” da var. “Milli” kapitalizmin milliyetçi ve Konfüçyusçu propagandası; devletin giderek karmaşıklaşarak hayata geçirdiği (eşitsiz ve seçici) refah uygulamaları; ve ÇKP’nin başarılı kontrol mekanizmaları bir araya gelerek, emek hareketlerinin gündeme getirdiği meseleleri, “dış dünya”yla, Çin içindeki muhtemel müttefiklerle, ve siyasetle, ideolojiyle ilgilenmeden çözülebilecek hale getirdi. Gayri-siyasiliğin bir sürü istisnası da var. En büyük örnek, arada bir görülen, Maoist belediyeci, kalkınmacı, vs. çıkışlar. Ancak bunlar da parti-devlet içinde serpilip gelişiyor.[5]
Yukarıda anlattığım gelişmeler, fazlasıyla Çin’in ekonomik ve idari yapısına özgü. Bu yüzden, Türkiye’de birebir tekrarlanması beklenemez. Yine de (daha biz Asya kapitalizmi yoluna tam girmeden üstelik) benzer dinamiklerin Türkiye’de işlediğini görüyoruz.
Gezi ve Metal Fırtına, bir madalyonun (birbirine yabancı) iki yüzü. Biri “Batılılığımız”,[6] diğeri Çinliliğimiz. Gezi, Türkiye muhalefetinin, neoliberalizme karşı küresel başkaldırı ile bağlantılandırılabilecek (ancak siyasi ve ideolojik yetersizlik kadar, neoliberalizmin kendiliğinden bölücülüğü ve Ak Parti’nin başarılı popülizminden dolayı bağlantılandırılamamış) yüzü. Metal Fırtına’yı ise, ulusal çapta konuşamadık bile.
2015’te “Metal Fırtına” ile birlikte, Türkiye’de neredeyse 20 yıldır görülmeyen (hatta belki 1970’lerdeki militanlık düzeyine ulaşan) bir sınıf hareketi ortaya çıktı. On binlerce metal işçisi, patronlarla anlaşmaya alışık sendiklarını bir kenara itip, “milli güvenliğe aykırı” ve “illegal” ilan edilen grevlerde ısrarcı oldu. Fabrikaları işgal etti. Önemli haklar kazandı, tavizler kopardı, hatta patron cephesini böldü, birbirine düşürdü. Ancak, herhangi bir yeni sendikal çatılanma ve siyasi önder olmadığından, bu kazanımlar tam anlamıyla kurumsallaşamadı.
Dahası, bu konuda işçiler de bastırmadı. Neden? Bir çoğu gönülden milliyetçi-muhafazakardı çünkü. Grevci fabrikalara giden aydın ve muhalif siyasetçiler, işçilerle etkili bir iletişim dahi kuramadı. Sosyalist odaklar benzer zorlukları başka dönüm noktalarında da yaşamıştı (örneğin 1990-1991 büyük Zonguldak grevi ve Ankara’ya yürüyüşte). İşçilerin, devrimci bildiri ve dergileri gençlerin kafasına çalması, sosyalist grupları ıslıklaması, bu yılların tanıdık görüntülerinden. Ancak ortada niteliksel bir fark var. 2000’lerden önce, Zonguldak tarzı büyük isyanlar, (ya varolan kurumların içinden, ya da dışından) yeni bir sendikal rota çizilebilecek bir toplumsal atmosferde yaşanıyordu. Bir o kadar önemlisi, parti-devlet gibi bir fenomen henüz yoktu ve (Türk-Sünni) işçilerin ruhunu tamamen ele geçirmemişti; işçilerin arasındaki mezhepsel ve etnik yarılmaları bu kadar şiddetlendirmemişti. Ve Türk-Sünniler hiçbir rejimle bu kadar özdeşleşmemişlerdi.
Dahası, işçi hareketleri (20. Yüzyıl ile karşılaştırıldığında) toplumsal radardan bayağı düşmüştü. Gezi’nin (ve Zonguldak ve eski militan işçi hareketlerinin) aksine, Metal Fırtına ulusal basında yer almadı. (Üst-düzey) akademik konferanslara ve kitaplara konu olmadı. Sınıfsallığı dert eden sol çevreler zaten artık azınlıktaydı. Fırtına, gözden, gönülden ıraktı.
Burada da Çin’le ciddi paralellikler var. Bir taraftan işçi sınıfının artan militanlığı. Diğer taraftan siyasetten ve kamusal görünürlükten tamamen uzak durması (ve elbirliğiyle uzak tutulması).
Benzer şekilde, Çin’deki devlet kapitalizmi projesinin, ideolojik bir başarıya ulaştığını, bunun da (sadece Çin çapında değil, dünya çapında) “iletişimsel” etkileri olduğunu görebiliyoruz. 2009-2013 dönemecinde toplumsal hareketler dünyayı sallarken –ve bir o kadar önemlisi, birbiriyle yeni bağlar kurarken– Çin’deki eylemliliğin kendi rotasında (fazla artmadan, fazla düşmeden) devam etmesi, partinin “milliyetçi” bir hegemonya kurabildiğini gösterdi.
Aynı dönemeçte Türkiye devleti, tarihinin en büyük (ve küresel hareketlerle gayet içli dışlı) ayaklanmasıyla uğraşıyordu. Fakat bu ayaklanma, orta sınıflar ve sınıf-dışı gruplarla (Aleviler, kadınlar, Kürdistan dışındaki Kürtler, sınıfsal önderlik sıfatlarıyla değil “statü grubu” özellikleriyle sosyalistler, vb.) sınırlı kalmış, proleter dinamiklere (en fazla) teğet geçebilmişti. Neden hala itiraf edemiyoruz bilmiyorum, 17 Haziran “genel grev”i, işyerlerini harekete geçirmeyen; İstiklal Caddesi’nin iki farklı noktasında en radikal sendika önderleriyle solcu genç ve entelektüelleri bir araya getirmekten öte bir getirisi olmayan “sembolik” bir hareketti. Birçok işçi (sınıf-dışı kimliğiyle) Haziran ayaklanmasına katılmış olabilir. Ancak, bir sınıf olarak işçiler, Gezi ayaklanmasını uzaktan seyretti.
Bu noktada, mezhepsel ve etnik bölünmeleri tırmandırılan; daha ayrıcalıklı kesimleri rejimin patronajıyla rahatlatılan; yine de, hem kapasitesi, hem sömürülme yoğunluğu artan emekçi kesimlerle karşı karşıyayız. Üstelik, rejim neoliberalizmden çıkışı hakikaten Çinleşerek aşmaya çalışırsa, sınıfsal canlanmanın Metal Fırtına boyutlarını çok aşması da kuvvetle muhtemel. İşte tam da bu yüzden, Çin tarzı kapitalizme özgü muhalefet biçimleri üzerine düşünmek, bunları inşa etmek elzem.
Çin ile o kadar farklılığımız ve benzerliğimiz var, bunlar o kadar çeşitlenerek çoğalacak ki, Çin’in Türkiye’de Maoist çevreler ve onların rakipleri/düşmanları arasındaki tartışmalara sıkışıp kalmış olması büyük talihsizlik. Çin deneyiminden çıkarılacak dersler, resmi “Maoist”lere bırakılamayacak kadar değerli.
Daha önce de söylemiştim, 1968 (Keynesçi sola, ulusal sola, ve Stalinizme) başkaldırısı; ve buradan kalkıp lidersiz, makro-vizyonsuz hareketlere (“kimlik siyaseti”ne) gitmek “zorunlu bir hata”ydı.[7] Katı bürokratik hiyerarşilere; “düz” devletçi ekonomi hattına; ve sınıf indirgemeciliğine başkaldırmak gerekiyordu. Belki bunun geçici bir süre “sınıftan kaçış”la sonuçlanması da kaçınılmazdı. Sorun (solun da katkılarıyla) alaşağı edilen devletçi solun yerine hiçbir genel hat konulmaması; bütün ana karar mekanizmalarının (ve tartışmalarının) egemenlere bırakılması; sadece “mevzi savaşları”na odaklanılarak, “cephe savaşı”nın (yani bir bütün olarak Türkiye’nin gideceği doğrultu üzerine verilen mücadelenin) tamamen sağın farklı renklerine terk edilmesiydi.
Dolayısıyla çözüm de (kimlik siyasetlerini tarihe gömmeye kalkışmak değil) yeni cepheler açarak, artık tüketici, yıpratıcı hale gelmiş bu mevzi savaşlarını genel bir stratejiye, büyük bir alternatif siyasi hatta oturtmak.[8] Yoksa, muhalefet yine kendi içişleriyle uğraşırken, neoliberalizmden çıkışın yolunu bile tamamen egemenler belirler. İktidar ideologları iş üzerinde olduklarını ilan etmekte beis görmüyorlar, çünkü varolan parti-devletten başkasının bu yolu çizemeyeceğini (ya da onlar bu yolu çizerken alttakilerin kendilerini sıkıştırmayacağını) düşünüyorlar. Tam da bu noktada, biri orta vadeli, diğeri uzun erimli iki hedef konabilir. Genel planda hedef, yukarıda belirttiğim gibi, (Yeni Sol’un açtığı mevzileri de terk etmeden) büyük bir toplum tahayyülü kurmak. Orta vadede ise, bu tahayyülün etrafındaki örgütlenmenin tehdit gücüyle (sırtını da aslolarak Gezi ve Metal Fırtına benzeri hareketlenmelere dayayarak), egemenlerin gireceği yeni rotayı “aşağıdan” şekillemek.
Muhalefet kendine çekidüzen vermezse, egemenler gönül rahatlığıyla, “Bu memlekete Maoizm gelecekse, onu da biz getiririz” diyebilecektir.
Dipnotlar:
[1] Aynur Sadet ve Sinan Birdal’a, özellikle de Gezi ve Metal Fırtına konusundaki katkılarından dolayı, tekrar teşekkür ederim.
[2] İronik bir durum: 1968’de, özellikle Batı solu, bu gelişmelerin zeminini çoktan hazırlamıştı. Bkz. Cihan Tuğal, “Leninist Sağ’ın Yükselişi”, http://sendika62.org/2018/03/leninist-sagin-yukselisi-cihan-tugal-478807/.
[3] Bu konuda grafik bir kanıt için bkz. http://krieger.jhu.edu/sociology/wp-content/uploads/sites/28/2012/02/Silver-labor.pdf, sayfa 21. Yalnız, savaşın eski “toplumsal” karakterini korumaması, bu genelleme açısından kısmı bir sorun teşkil ediyor.
[4] Bu genellemeler, Tayvan ve Hong Kong için geçerli değil.
[5] Bu konuda süregitmekte olan bazı mastır ve doktora tezi çalışmaları, anaakım basın ve siyasi-sol dergicilikte yayımlanan “Maoizm’in dönüşü” tahlillerinden çok daha karmaşık bir tablo seriyor önümüze. Bu çalışmalar yayınlandıkça, sonuçlarını özetleyip okuyucuyla paylaşmayı düşünüyorum.
[6] 2009-2013 ayaklanmaları, coğrafi olarak Batı-merkezli olmamakla birlikte, Batı’dan yayılan liberal, liberter, otonomist, ve anarşist dillerle bağlandılar birbirine. Yani bu küresel ayaklanma (bütün özgüllüklerine rağmen) Batı’nın ideolojik hegemonyasını pekiştirdi (ve ancak bu hegemonyanın paratmereleri içinde Batı’yı sarstı). Bu trendlerin dışında kalan Mısır işçi ayaklanması, ideolojik ve siyasi olarak soyutlandı Arap Baharı’ndan. Tüm bunlara tek büyük istisna, Tunus’ta liberal-hegemonya-dışı (Enver Hocacı ve Troçkist) örgütlenmelerin ağırlığıydı (bkz. Cihan Tuğal, Türk Modelinin Çöküşü, Agora Kitaplığı; özellikle de 4. ve 5. kısımlar). Mısır ve Tunus ayaklanmalarının bu vektörlerine, (biraz da provakatif olarak) burada kullandığım anlamıyla “Çinli” diyebiliriz.
[7] Bkz. “Leninist Sağ.” Burada kastedilen, Batı’nın 1968i. Türkiye 1968i, (Batı-dışı 1968ler kadar) Batı 1968i ile ciddi anlamda kesiştiği için, Batı 1968i’nin sıçramalarını ve marazlarını da Türkiyelileştirerek ürettiği söylenebilir.
[8] Söylemekte olduklarım, “ekonominin son kertede belirleyiciliği”nin yeni bir ambalajla yutturulması olarak okunabilir. Oysa tam tersine, küresel alternatifin, üretim-tüketim-bölüşüm kadar ahlak/etik üzerinden de tanımlanması gerektiği aşikar. Bu savın çıkış noktası, Gramsci’nin Fordizm üzerine yazıları; (bölüşüm boyutundaki) bir güncellemesi de son kitabım Caring for the Poor (Routledge, 2017).
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.