50 yılı aşkın süredir mücadelenin içinde yer alan, Antakya’nın “Mithat abi”si Mithat Can ile söyleştik
50 yılı aşkın süredir mücadelenin içinde yer alan, Antakya’nın “Mithat abi”si Mithat Can ile söyleştik. İnsan Hakları Derneği (İHD) Hatay Şube Başkanı Mithat Can dahil 18 kişi, “Afrin savaşına hayır” dedikleri için 13 Şubat’ta gözaltına alınıp üç gün sonra serbest bırakılmıştı. “Mücadeleden emekli olunmaz… Son nefesime kadar doğruları söyleyeceğim” diyen Mithat Can’la gözaltı sürecini, sol mücadelenin dününü ve bugününü konuştuk
Mithat Can kimdir? 1968’den beri aktif olarak mücadele ediyorsunuz. 1968’den bugüne neler yaptınız?
Benim mücadelem 1968’de başlamadı. Benim mücadelem küçük yaşlarda başladı. İlkokula başlamadan önce ailem beni Kuran kursuna gönderdi. İlk mücadelem, ilk isyanım orada başladı. Kuran kursunda gördüğüm yanlış uygulamalara, eşit ve adil olmayan uygulamalara karşı isyan ettim. Biz hasıra otururken, Kuran hocası koyun postuna oturuyordu. “Hava soğuk, biz niye hasıra oturuyoruz da sen koyun postuna oturuyorsun, bize de koyun postu ver dedim” bu isyanımdan dolayı Kuran kursundan kovmaya çalıştılar… Tabii ki başaramadılar. Haksızlığa, eşitsizliğe karşı mücadelem orada başladı. Biraz büyüdük. Amik Ovası’na pamuk toplamaya gittim. Pamuk toplarken ağaların zulmüne karşı mücadele ettim. Bu kadar pamuk topluyoruz, bu kadar çapa yapıyoruz ve aldığımız ücret de emeğimizi karşılamıyordu. Ameleyi greve götürdüm. O vakitlerde ortaokul çağındayım. Hatta bir gün Amik Ovası’nda çapa yapıyoruz, istediğimiz ücret verilmeyince arkadaşları örgütledim. Dedik ki biz çalışmayacağız. Çalışmayınca bize baskı yapılır düşüncesiyle çadırları toplayıp kaçtık. Hayat mücadelesi dediğimiz, insanda eğer sisteme, haksızlığa, eşitsizliğe karşı mücadele varsa bu insanın doğuşuyla başlıyor. Bu nedenle gençlik yıllarımda bana asi genç derlerdi.
Liseyi Antakya’da okudum. O dönemlerde Samandağ’da lise yoktu. Lise yıllarında çok bilinçli olmamakla birlikte yine mücadelenin içindeydim. Antakya Lisesi’nde garip bir ayrımcılık vardı. Samandağ’da Reyhanlı’da lise yok, bir tek Antakya ve İskenderun’da lise vardı. Kırıkhan, Yayladağı, Reyhanlı, Altınözü’nden herkes Antakya Lisesi’ne geliyordu. Bir ayrımcılık oluyordu, Samandağlı oluşumuzdan kaynaklı ayrıma maruz kalıyorduk. Biraz Alevi-Sünni ayırımı, biraz da yetiştiğimiz köken itibariyle Türkçemiz zayıftı. Bundan doğru çelişkiler oluyordu. Buna karşı mücadele ettik, boyun eğmedik. Liseyi bitirdikten hemen sonra üniversiteye gidemedim. Eğitimime bir yıl ara verdim. 1965 yılıydı. O yıllarda seçim vardı. Türkiye İşçi Partisi’nin seçim çalışmalarına katıldım. Türkiye İşçi Partisi o zamanlarda milli bakiye sistemiyle seçim olduğu için Hatay’dan bir milletvekili çıkardı. Yahya Kanbolat. İşte o çalışmalarda hep bulundum. Yani mücadele 1968’de değil, doğduğumuzda başladı ve hala devam ediyor.
Bilinçli, sistemli olarak mücadele üniversite yıllarında başladı. Üniversiteye gittik, kendimiz Anadolu’nun çeşitli yerlerinden; Denizli’den, İzmir’den, Kars’tan, Diyarbakır’dan, Samsun’dan, Edirne’den gelen insanlarla Eğitim Fakültesi’nde bulduk. Ve şartlar gereği bir şekilde bir araya geldik. Ve Fikir Kulüpleri de dediğimiz, sosyalistlerin örgütlendiği, sosyalist mücadelenin yürütüldüğü bir organizasyonda kendimizi bulduk. Derken bu mücadele Türkiye’nin koşulları gereğince daha sonra Dev-Genç’e evrildi. Ve Dev-Genç’te mücadelemizi sürdürdük. O zamanlardaki mücadele nedir diye sorarsanız; demokratik hakların kullanımı, yürüyüşler, mitingler, forumlar gibi… Çeşitli haksızlıklara karşı hemen forum yapılır. Ne yapılacağına dair birlikte karar alır ve birlikte uygulardık. Ve bu çok kabul görüyordu. Örneğin Karadeniz’de tütün sorunu var. Arkadaşlarla birlikte Samsun’a, Bafra’ya giderdik; tütün sorununu tartışırdık. Tütün üreticilerinin sorunlarını konuşurduk. Fındık üreticilerinin sorunu olurdu; onlarla konuşurduk. Hatay’da pamuk işçileriyle ve sebze üreticileriyle konuşurduk. Kendi haklarını alma konusunda bilinçlenme ve haklarına sahip çıkma konusunda bilgilendirme yapardık. O zamanlarda halktan sempati ve destek görürdük. Böyle bir süreç geçti. Bu 1969’lara kadar sürdü. 1969’dan sonra Türkiye’de bir sıçrama olması gerekiyordu. Nedir bu? Yıllardan beri sürdürülen bir mücadele anlayışı vardı, işte Türkiye İşçi Partisi’nin sürdürdüğü bürokratik sosyalizm diyebileceğimiz, bürokratik ortamlar içerisinde ve DİSK’in de ekonomik mücadeleyi sürdürdüğü bir ortam vardı. Bu, toplumsal mücadeleyi, hak arama mücadelesini, sosyalist mücadeleyi karşılamıyordu. Bu anlamda da Türkiye’de bir tedirginlik vardı. Egemenler, yönetenler bu gelişmelerden rahatsız oluyordu. Hatta o zamanların Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “Sosyal mücadele ve sosyal uyanış, ekonomik mücadeleyi aşmıştır, el konulması gerekiyor” demişti. İkinci şey de bürokratik sosyalizmin yürüttüğü bir mantık ve sendikal ekonomik mücadelenin yürüttüğü mantık, toplumsal mücadeleyi karşılamıyordu. Yeni bir sıçrama gerekliydi.
Geçtiğimiz günlerde evinize yapılan baskınla gözaltına alındınız. Gözaltına neden alındınız ve gözaltı sürecinde neler yaşadığınızı biraz anlatabilir misiniz?
Aslında bu soruyu bizi gözaltına alanlara sormak lazım… Neden gözaltına aldılar diye. Biz insani görevimizi yerine getirdik. İnsani duyguları ifade ettik. Ve dedik ki savaşlar olmasın, siviller, askerler ölmesin dedik. Savaşın bir kazananı olmaz, herkes kaybeder dedik. Savaş ölümdür, savaş zulümdür. Çocukların yetim kalmasıdır dedik. Bu anlamda savaşlar olmasın, barış içerisinde, görüşmeler sonucunda olayların, sorunların çözümlenmesi varken neden savaş dedik. Öyle bir durum ki savaş sonunda, halklar arasında ilerde telafisi olmayan sonuçlar doğuruyor, düşmanlıklar yaratıyor. Yan yana yaşaması gereken insanlar birbirlerine düşman gözüyle bakıyor. Bunların olmaması için eğer, bu dünyada yaşıyorsak hepimiz kardeşçe yaşamak varken niye savaş olsun dedik. Bu anlamda bir basın açıklaması yaptık. Bunun için bizi gözaltına aldılar.
Tabii ki biz oraya pikniğe gitmedik, nihayet bu bir gözaltı… Gözaltında hücrede kalıyorsun, hücrede belirli bir görevli oluyor. Görevli istediğimiz saatte kapıyı açmıyor. Bu sıkıntı yarattı. Bizim gibi biraz yaşlı, sağlık sorunu olan insanlar için bir işkence. Her ne kadar işkence yapılmıyor olsa da bu baskı… İstediğin saatte tuvalete gidememe, istediğin zaman kapının açılmaması sıkıntı yaratıyordu. Bunu anlatmaya çalıştık, buna karşı direndik. Prostatı olan var, şekeri olan var. Yarım saatte bir tuvalet ihtiyacını gidermek zorundalar. Bu hastalığı kavrayamadılar. Biraz direndik, hücrede sesimizi yükselttik bunun sonucunda oradaki görevliler biraz yumuşadı. Tabii ki bütün bunlar önemli değil. Elbette eziyet olacak, buna karşı da bir direniş. Önemli olan oradaki görevlilerinin insana bakışı. Bakışları bir suçluya bakar gibi, bir düşmana bakar gibiydi. Bu ülkenin insanları olarak farklı düşüncelere sahip olabiliriz, farklı siyasi tercihlere sahip olabiliriz ama bu ülkenin evladıyız, bu toprakların ürünüyüz. Bu toprakların ürünü insanlar birbirlerine düşman gözüyle bakmamalı. Suçlu değiliz ama diyelim ki suçluyuz; orada kalıyorsak bize insanca muamele edilmesi gerekiyordu. Biz insanız ama öyle bakışları, öyle uygulamaları vardı ki sanırsın ki düşmanı esir almışlar. İşte bu bizim zorumuza gitti.
Az önce 12 Mart ile 12 Eylül dönemlerinden bahsetmiştiniz. Bu iki dönem ile bugünü hem iktidar hem de muhalefet açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Toplumsal mücadele tabii ki farklı dönemlerde farklı oluyor. Bu farklı uygulamalar olurken, kendine özgü farklı mücadele yöntemleri geliştiriyor.
Örneğin 12 Mart dönemi başlarken sosyal ve toplumsal mücadele, ekonomik mücadeleyi aştı gerekçesiyle müdahale edildi. Buna karşı sol kendini toparlayarak, yeni mücadele yöntemleri geliştirdi.
Mücadele farklı bir sürece evrilince egemenler de buna tahammül edemedi, çünkü ciddi bir alternatif olacaklardı. Onun için bu daha gelişmemiş bir hareketi, henüz nüve verdiği dönemde bastırılması gerektiğine dayanarak, darbeyi ilan ettiler. Bu darbeyle bütün sosyalistler üzerine bir cendere yaratıldı. Evet parlamentoyu kapatmadılar, sendikaları, partileri kapatmadılar ama sol dinamikler üzerinde baskı yapıldı. Ve lider durumda olan Mahirler, Denizler ya öldürüldü ya asıldı ya Sinanlar gibi Nurhak’ta çatışmada öldürüldü ya da başka birileri başka yerlerde öldürüldü ve derken bu olay bastırıldı. Daha sonra normal bir süreç yaşandı. Normal süreçten sonra 1973, 1974, 1975 yıllarında yine sol hareketler örgütlemeye başladı. 1979’a doğru öyle bir duruma geldik ki artık sol olabildiğince güçlü oldu. Sendikalar, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları söz sahibi olmaya başladı. Ama ne yazık ki bir ekonomik kriz var. Ekonomik krizi aşmak için sermayenin 24 Ocak Kararlar’ının uygulanabilmesi için solun kımıldamaması gerekiyordu. Dinamik güçlerin, demokrasi güçlerinin, emek güçlerinin direnmemesi gerekiyordu. Söz hakkı veya söz sahibi olamaması gerekiyordu. Bunun için darbeye ihtiyaç duydular. Bu dünyada ve Türkiye’de yeni gelişen neoliberal hareketin başlangıcı. Neoliberal hareketin kendi istekleri doğrultusunda bir sistem yaratabilmek için, gelişen sol dinamikleri, sol yapıları, sol düşünceleri yok etmeleri gerekiyordu. 24 Ocak Kararları dediğimiz sermayenin lehine, çalışanların aleyhine olan kararları uygulamak için darbeye ihtiyaç duydular ve 12 Eylül Darbesi yapıldı.
12 Eylül, 12 Mart gibi değildi. 12 Mart Darbe döneminde kısmi faşist bir uygulama yapıldı. 12 Eylül Darbesi’yle açık faşizme gidildi. Ne yapıldı? CHP’yi, Adalet Partisi’ni vb. tüm siyasi partileri kapattı. Tüm meslek odaları, örgütler, sendikalar kapatıldı. Örneğin TÖB-DER, DİSK 12 Eylül Darbesi döneminde kapatıldı. Herkes zapturapt altına alındı. Sol gelenekte kimler varsa çoğu ya içeriye alındı ya da farklı bir şekilde yok edildi. Bu süreç bir dönüm noktası olarak alındı. Neoliberalizmin geçiş noktası oldu, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Yeni bir tek dünya sistemine doğru, tek bir yapılanmaya doğru bir gidişin başlangıcı oldu. Neoliberal politikaların uygulama biçimine gidildi. Bu “Özalizim”le, Özal hareketiyle sağlandı. 12 Eylül Darbesi, Özal hareketidir ve Özal hareketinden sonra şimdilerde bizi yöneten siyasi iktidar, onun külleri üzerine gelişti. Yeni kurulan uluslararası sermayenin, dünya bankasının, IMF’nin yeni finans kuruluşlarının istedikleri bir raya oturtma noktasına gelindi. Bunlar çalışanın aleyhine, kamu hizmetlerinin özel sektöre açılması, toplam kalite yönetiminin bir sistemle performans denetim veya performans yarışma gibi yöntemlerle memurları birbirine çatıştıran, ayrıştıran, sendikal hareketleri yok eden, insanlığı yok eden bir anlayışa sürüklendi. Ve sistem böyle kaldı. Son olarak AKP, -kendini mevcut olduğu partiden (Erbakan’ın kurduğu parti) ayırarak- ‘Biz bu ihaleyi alırız, biz uluslararası emperyalizmi, uluslararası sömürünün jandarmalığını, temsilciliğini yapıp bu işi uygularız’ dedi ve iktidara geldi. Bu sömürü sisteminin, neoliberal gerici ittifakın nüveleri atıldı ve bu şekilde iktidara gelindi.
Antakya’daki sol hareketin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalnızca Antakya’da değil bütün dünyada solu değerlendirmek gereklidir. 1980’den sonra az önce bahsettiğim neoliberal hareketin başlamasıyla, bütün dünyada ve Türkiye’de sol gerileme göstermeye başladı. 1980’den önce sol biraz daha toplumsal dinamiklere dayanıyordu ve halkla ittifakı, halkın yanında yarattığı sempati olabildiğince yüksekti. Örneğin 1969’da Hatay Kırıkhan’da toprak işgali oldu. Biz oraya gittiğimizde halk bizi alkışlıyordu, yanına alıyordu. Hazineye ait topraklarda biri ekiyor az ürün alıyor. Köylüye dağıtılsa, herkes ekerse çok daha fazla ürün alınır. Yeni ülkenin kalkınması konusunda atılım olacaktı. Hem köylü iş bulacak hem toprak daha verimli olacak, daha fazla ürün verecekti. Bunu biz köylüye anlattığımızda sempati topluyorduk, köylüler bize güveniyordu ama öyle bir duruma geldik ki 1980’den sonra neolliberal politikaların sonucunda, solun imha edilmeye çalışılmasıyla sadece Antakya’da değil, ülkenin her yerinde sol, alan kaybetti. 12 Eylül’deki faşist darbenin solun üzerinden buldozer gibi geçmesinden sonra sol kendini toparlayamadı. Ve hep zayıf kaldı. Onun için Hatay’da değil bütün Türkiye’de ne yazık ki sol alternatif bir durumda değil. Bunu alternatif bir duruma getirmenin ve ayağa kaldırmanın mutlaka yol ve yöntemleri olmalıdır.
-Peki bu yol ve yöntemler nelerdir?
1980’de toplumu zapturapt altına almak için gerçekleşen askeri faşist darbeden sonra gelişen neoliberal politikaların sonuçlarına iyice bakmak lazım. Ezilenlerin, ezene karşı başkaldırısını sağ-sol çatışması diye yorumlayan egemenler ve dünyada sömürünün daha çok artırılmasını talep eden kapitalist sistemi, girdiği ekonomik bunalim kurtarmak için geliştirilen ve 1980’e kadar geçen neoliberal hareketleri ve bizim ülkemizde gerici ittifak olarak yorumlayacağımız gelişmeler.
Şöyle yorumlamak istiyorum: Bu gelişmeler elbette fikir yapısı anlamında etkisini büyük bir şekilde gösterdi. Toplum üzerinde, yani neoliberal hareketin ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’, ‘yeni bir şey yaratıyoruz’ şeklinde, hatta öyle güzel laflar söylediler ki ‘sömürü yok, insan haklarına saygılı olunacak, demokrasi daha güzel işleyecek’ gibi birtakım güzel söylemlerle işe başladılar. Ve bu anlamda düzen, kapitalizmin restorasyonu dediğimiz yeni bir onarımdan geçirildi. Yeni sömürü alanları yaratıldı. Toplumsal güçleri yok edecek, uyutacak, sendikal örgütlenmeleri kısıtlayacak kendi alanlarını oluşturdular. Kamu hizmetlerini kendilerine göre; örneğin, eğitim, sağlık ve diğer çalışma alanlarını özelleştirerek sermayenin pazarı haline getirdiler. Bu ne oluyor, ne anlama geliyor? Bunları yaparken artık örgütlülük, direnç, sendikalaşma olayını yok ettiler. Bunları kendilerine göre bir erdem saydılar. Oysa bir erdem değil, sefaletti bu… Gelecekte getireceği şey yoksulluk, zulüm ve sömürüden başka bir şey değildi. Bu anlamda emek örgütleri, tabii ki sermayenin bu dayatmaları, bu kendilerine göre demokratik gibi görünen, insani gibi görünen bu söylemler dolayısıyla işçi kesiminde, hak arama mücadelesinde olan insanlarda bir zaaflık yarattı. Bir güç kaybetti. Örgütlü gücünü kaybetti. Bu anlamda biz bunu anlıyoruz ki. Bu yapı kapitalizmin yeni revizyonudur. Ve diyorum ki gerçekten insan haklarıni savunan, özgürlükleri savunan, emeği savunan insanlara yeni bir takım görevler düştüğüne inanıyorum. Bu nedir? Bu yeni neoliberal yapı karşısında, kendimizi yenilemek ve döneme karşı bu mevcut sömürü sistemine karşı, yeni mücadele hattımızı, manifestomuzu, programlarımızı yaratmak zorundayız. Bunu yapabilirsek inanıyorum ki biz, bu gelişen sömürüyü, katmerleştirilen baskıyı, halkı apolitikleştiren bu yapılara karşı daha etkili olabiliriz. Yaratıcı gücümüzü/beynimizi kullanarak, yeni bir örgütlenme, sisteme karşı kendi sistematik mücadelemizi yaratmak ve yönetmek durumundayız. Bunun için ne yapmamız lazım diye düşünüyorum.
“Demokratik, adil ve emekten yana olan herkes birlik olmalı”
Birincisi; demokratik, adil ve emekten yana olan herkesin ortak hayal ve gelecek doğrultusunda birliğini sağlamalıdır. Diğer insanlarla beraber ortak hayallerimizi paylaşarak, geleceğimizi önümüze koyarak bunu birleştirmek zorundayız.
İkincisi; üretim ve tüketim ilişkilerimiz daha demokratik, daha katılımcı ve daha adil olmalıdır. Mevcut kapitalist anlayışa karşı alternatif sunabilmeliyiz. Biz iktidar olduğumuzda üretimi, fabrika işletimini, toprağın işletimini, sağlığın ve eğitimin bu şekilde olacağını; kapitalist sistemin dışında farklı bir şekilde izleyeceğimize dair inandırıcı, kalıcı vs. sistemli bir şekilde programımızı sunmak ve manifestomuzu yaratmak zorundayız.
Üçüncüsü; kararları alırken geniş katılımla almalıyız. Kimseyi dışlamadan, ‘ben bu sömürüye karşıyım’, ‘ben bu zorbalığa karşıyım’ diyen herkesi bir araya getirmeliyiz. Amasız, fakatsız bir araya getirmeliyiz. Herkes bu programda ben de varım diyebilmeli. Herkesin bu mücadelede benim de yerim var diyebilecek bir program oluşturmalıyız. Bu programı oluşturursak, inanıyorum ki ne egemenlerin ne sömürücülerin ne de baskıcı cuntaların sivil faşistleri, polisleri, askerleri, topları-tüfekleri halkın karşısında yok olacaktır.
Dördüncüsü; eleştiri ve özeleştiri mekanizmamızı açık tutmalıyız. Yani bir yerde yanlış yapıldığında, birileri yaptığımız yanlışı gördüğünde bunu eleştirebilmeli. Yapılan eleştiriye tahammül etmeliyiz. Eksiklerimiz, kusurlarımız karşısında özeleştiri yapabilmeliyiz. Sonuç olarak bilimsel, iyi niyetli, masada söylediklerimizi sahada uygulamak, yani çok şeyler doğru olabilir ama uygulamada yapamıyorsak bu bir anlam ifade etmez. Masada söylediklerimizi uygulayabildiğimiz oranda çok yol katedebileceğimize inanıyorum.
Ben, sen, o demeden ‘biz’ demeyi öğrenmeliyiz. Yani ‘biz’ kavramıyla ortaya çıkarsak ve hepimizin ortak mücadelesini kavratabilirsek; sosyalistler, emekten yana olanlar, demokrasiden, hukuktan yana olanların kazanacağına inanıyorum. Yeter ki insanlar niyetleriyle hesaplaşabilsinler. Açık yüreklilikle ortak mücadele, ortak bir anlayış, ortak bir yol haritasıyla yola çıkılırsa; tabii ki bunu yaparken, biz biliyoruz ki birileri bizimle 100 adım yürür, birileri 200 adım yürür. Bütün bunları hesaplayarak; bu faşist baskı sistemine karşı halkın bütünlüğünü ve gücünü yan yana getirdiğimizde yapabileceğimize inanıyorum.
“Mücadeleden emekli olunmaz… Son nefesime kadar doğruları söyleyeceğim”
Gözaltında olduğunuz süreçte 73 yaşında olduğunuz çok telaffuz edildi. Mithat Can dinlenmeyi düşünüyor mu?
Ben insanım diyen insanlıktan vazgeçer mi? Devrimci olmak, hak mücadelesinde bulunmak bir insanlık zorunluluğudur. Devrimcilik, insanlığın anlatılmasıdır diye yorumluyorum. İnsanlığı anlatmaktan insan vazgeçer mi? Öğrenmenin, mücadelenin yaşı yoktur. Bundan emekli olunmaz. Yaşadığımız sürece doğruları söylemek bizim görevimizdir. Yanlışları anlatmak, yanlışları göstermek görevimizdir. Bunun için mücadeleden emekli olunmaz. Son nefesime kadar doğruları söyleyeceğim, haksızlıkları söyleyeceğim, sömürüleri anlatacağım. Tahammül etmeyenler de ne yaparsa yapsınlar, biz doğruları söyleyeceğiz. Çünkü biz, birilerinin hatırı için mücadele etmiyoruz. İnandığımız için mücadele ediyoruz. Birilerinin hatırı için sosyalist olmadım. Birilerinin gönlü olsun diye sosyalist olmadım. Sosyalizmle bu toplumun huzuru, refahı, istikrarı -istikrar diyorlar ya- daha iyi olacak. Sosyalizmle mümkün olduğuna inandığım için ölüme kadar mücadele edeceğim.
Söyleşi: Özlem Mansuroğlu
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.