Bugüne kadar olan bütün yaşanmışlığı, aileni, sevdiklerini, dostlarını zorunlu olarak geride bırakmak berbat bir ruh hali. Avrupa’da en çok girdiğin duygu özlemdir diyebilirim
“Bugüne kadar olan bütün yaşanmışlığı, aileni, sevdiklerini, dostlarını zorunlu olarak geride bırakmak berbat bir ruh hali. Bu ruh hali bütün duygularına yansıyor. Avrupa’da en çok girdiğin duygu özlemdir diyebilirim. Sürekli bir özlem halindesin ve Türkiye’nin şu an içerisinde olduğu durumuna bakacak olursak da çok uzun bir süre ülkeye dönüş şartlarımız oluşmayacak ve ülkeye, sevdiklerimize olan özlem de artarak devam edecek”
İlk söyleşimiz okurlarımızdan oldukça yoğun ilgi gördü.
Bu ilgi de gösteriyor ki bu konuda çok daha fazla bilgilenmeye ve tartışmaya ihtiyacımız var.
Mevzu bahis siyasi mültecilik olunca oldukça geniş ve kapsamlı bir konu karşımıza çıkıyor:
1980 darbesi sonrasının zorlu koşullarında mülteci hayatını seçmek zorunda kalanlar;
KHK ile üniversitelerinden atıldıktan sonra iltica eden akademisyenler;
İlticacı Fethullahçılar;
Son dönemde devletin Kürtlere karşı yürüttüğü açık şiddet siyaseti karşısında mülteci hayatını yeni bir dalgayla daha yaşayan Kürtler;
Ekonomik sebeplerle, rejimin yarattığı baskı koşullarından mutsuz olarak çocuklarına daha iyi gelecek arayan ama politik sebepler göstererek iltica edenler;
Mesleği nedeni ile başka ülkelerde mesleğini icra edebilecek olan, yurtdışında iş bulup çalışma izni alarak ülkeyi terk eden ‘beyin göçmeni’ beyaz yakalılar (Bu grup ilticacı olmamakla birlikte politik nedenlerle göçmenliği seçmişlerdir);
Hepsinin ayrı bir hikayesi olduğuna ve Türkiye’dekilere anlatmak istedikleri çok şey olduğuna eminim..
Ancak bu söyleşi dizisinin kapsamının sınırlı olduğunu belirtmeliyim. Söyleşiler için sadece son yıllarda politik gerekçelerle iltica etmiş olanları seçtik ki güncel fotoğrafı yansıtabilelim. Genç, orta yaşlı, ailesi ile veya yalnız, kadın ve erkek, Kürt, Süryani, Alevi gibi kimlikleri olan 10 kişiyle söyleşiler gerçekleştirdik. Söyleşilerden yola çıkarak tüm ilticacıları kapsayacak tek bir genelleme yapmak doğru olmaz ama ortak duygular, ülkenin mültecilere bakışı, koşullar ve mülteci yaşamı hakkında fikir verecektir.
Bu dizide daha önce mültecilik hayatını seçenleri yargılamak gibi bir amacımız olmadığının bilinmesini isterim.
Son yıllarda Avrupa ve Kanada’ya ‘bir biçimde’ göçme eğilimi toplumun bazı kesimlerinde dikkat çekici seviyelere ulaşmış durumda. Mülteciliği bir seçenek olarak görenlere, yurtdışındaki koşulları, neyi geride bırakacaklarını, nelerle karşılaşabileceklerini bir kez daha düşünmesi için yaşanmış deneyimlerin aktarılmasına aracı olmak istedik.
Bu söyleşi dizisi, insanları mültecilik üzerine ayrıntılı olarak düşünmeye, daha fazla araştırmaya yöneltirse amacına ulaşmış olur.
Söyleşi dizimizin ikincisinde gazeteci Emin Demir’in ve mülteci olduktan sonra üniversiteye başlayan Yasmin’in mülteci olarak yaşadıkları üzerine anlattıklarını okuyacaksınız.
***
Emin Demir ile Zürih’te daha çok İsviçre solunun ve mültecilerin müdavimi olduğu Zähringer Café’de tanıştık. Yerel bir gazeteci iken sürgündeki bir hayatı seçmek zorunda kalmış birisi olarak mülteciliği ve özlemlerini anlattı.
Türkiye’de iken ne iş yapıyordun?
Türkiye’de gazetecilik yapıyordum. 2003 yılında Ankara Üniversitesi’nde Gazetecilik öğrencisiyken DİHA (Dicle Haber Ajansı) Ankara bürosunda gazetecilik yapmaya başladım. 2008-2010 yılları arasında hakkımdaki davalar ve yüksek lisans öğrenimim nedeniyle Gazeteciliğe ara vermek zorunda kaldım. 2011 yılından 2015 yılına kadar Dicle Haber Ajansı (DİHA) Çukurova Bürosu’nda, Mayıs 2016 tarihinde tutuklanana kadar yerel-ulusal ve uluslararası radyo TV’lerde serbest gazeteci olarak çalıştım. Daha doğru bir deyişle özellikle son zamanlarda gazetecilik faaliyetini bir çok gazeteci arkadaşım gibi baskı ve engellemelere rağmen yapmaya inat ediyordum. Aynı zamanda aktivist olarak (İnsan Hakları Derneği Tarsus Şube yöneticiliği) insan hakları alanında mücadele yürütmeye çalışıyordum.
Nasıl ve neden iltica etmeye karar verdin? Ne zaman iltica ettin?
Türkiye’de 10 yılı aşkın bir süre gazetecilik yaptım. Gazetecilik Türkiye’de her zaman ateşten bir gömlek giymek gibi olmuştur. Tabi eğer Kürt medyası ya da muhalif medyada gazetecilik yapıyorsanız bu gömlek daha da bir yakıcı hale geliyor. 2014 sonrası Türkiye özellikle Kürt sorunundan kaynaklı ağır hak ihlallerine sahne oldu. Şehirlerin yerle bir edildiği cenazelerin sokakta bırakıldığı ve yüzlerce sivilin katledildiği bir savaşa tanık olduk. Haziran 2015 seçimlerinden sonra tek başına iktidar hayalleri yok olan AKP ve genel başkanı Tayyip Erdoğan, bütün muhalif kesimler üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya başladı. 15 Temmuz darbe sürecinden sonra da AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” dediği darbe sayesinde OHAL ve KHK’larla yönetmeye başladığı Türkiye’de, 16 Nisan Referandumu sonrasında tek adam rejimi fiili olarak hayata geçirildi. Kürtlere, demokratik muhalefete, emek örgütlerine, sendikalara, derneklere, sivil toplum örgütlerine, gazetecilere… özcesi AKP hükümeti ve genel başkanı Erdoğan, kendi iktidarı önünde engel gördüğü hiçbir kesime yaşam alanı bırakmadı. Türkiye cezaevleri, AKP ve genel başkanın kendisine tehlike olarak gördüğü siyasetçi, aydın, yazar, gazeteci, insan hakları savunucusu ve emekçilerle dolmuş bir durumda. OHAL süreciyle artan hukuksuz, antidemokratik, baskıcı durumu halktan ve kamuoyundan gizlemek için de gerçeklerin peşinde koşan gazeteciler üzerinde ciddi bir baskı kurulmaya başlandı. Haber takibi yapmamız polis tarafından sürekli engellendi. Hükümetin hak ihlallerini haberleştirmemiz engellenmeye çalışıldı.
Bir gazeteci bir insan hakları savunucusu olarak bunu görmemek, bu hukuksuz, antidemokratik faşizan uygulamaları duyurmamak kendimizi tarih önünde hesap veremez bir konuma düşürecekti. Gazeteci öncelikle halkın haber alma hakkı çerçevesinde, gerçeği sadece gerçeği aktarmak durumundadır. Kürt medyasını ve birkaç muhalif medyayı bunun dışında tutarsak, ne yazık ki Türkiye’de gazeteciliğin bu anlamda sınıfta kaldığını söyleyebiliriz. Bugün başta Kürt medyasında çalışmış arkadaşlarımızın aralarında olduğu 150’yi aşkın gazeteci sadece gazetecilik yaptıkları için cezaevinde bulunmakta. Bu arkadaşlarımızın cezaevinde olmasının tek nedeni iktidarın insanlık dışı uygulamalarını kamuoyuna duyurmaktır. Örneklendirirsek: Özgür Basında çalışan gazeteciler olmasaydı, Silopi’de devlet güçleri tarafından katledilen ve cenazesi 7 gün boyunca çocuklarının gözleri önünde sokakta bekletilen Taybet Ana’yı (Adıyaman) bilmeyecektik; Cizre’de katledilen ve devlet tarafından cenazesinin toprağa verilmesi engellenen 13 yaşındaki Cemile’den (Çağırga) haberimiz olmayacaktı. Yine Özgür Basın çalışanları olmasaydı Warto’da katledilen ve cenazesi çıplak bir şekilde teşhir edilen Ekin Wan’dan (Kader Kevser Eltürk), katledildikten sonra cesedi zırhlı aracın arkasında bağlanarak sürüklenen Hacı Lokman Birlik’ten, Cizre’de bodrumlarında katledilen yüzlerce sivil insandan, yakılıp yıkılan Sur’dan, Cizre’den, Silopi’den, Nusaybin’den, Şırnak’tan, İdil’den ve buralarda katledilen yüzlerce insandan; göç etmek zorunda bırakılan yüz binlerce insandan haberimiz olmayacaktı… Yaşanan bir vahşet vardı ve bu vahşeti kamuoyuna duyurmaya çalışan bir avuç Kürt gazeteci vardı. Bu bahsettiğim vahşeti kamuoyuna duyuran gazeteci arkadaşlarımızın çoğu ya cezaevlerinde ya da ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlar. Bütün baskıcı faşist iktidarlarda olduğu gibi Erdoğan rejimi de katliamlarını gizlemek için öncelikle medyayı susturmaya çalışıyor, susturamadıklarını da cezaevlerine atarak gerçekleri kamuoyundan gizlemeye çalışıyor.
Ben de, Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan vahşeti haberleştirdiğim ve sosyal medyada paylaştığım için Mayıs 2016 tarihinde kovuşturmaya uğradım. Haber ve sosyal medya paylaşımlarım gerekçe gösterilerek örgüt propagandası yaptığım iddiasıyla tutuklandım. Yaklaşık 2 ay Mersin ve Osmaniye cezaevlerinde kaldıktan sonra, çıktığım ilk duruşmada 4 yıl ceza verilerek tahliye edildim. Almış olduğum 4 yıl ceza Kasım 2016 tarihinde Yüksek Mahkeme (Antalya İstinaf Mahkemesi) tarafından onandı. Ayrıca cezaevinden çıktıktan sonra hakkımda yine haber ve sosyal medya paylaşımlarım gerekçe gösterilerek “Cumhurbaşkanına hakaret” ve “Başbakana Hakaret” davaları açıldı. Bütün bunlardan dolayı bir karar vermek zorundaydım. Ya Türkiye’de kalıp sadece gazetecilik yaptığım için 10 yıla yakın cezaevi yatacaktım ya da ülkeyi terk edecektim. İstemeyerek de olsa ikinci yolu tercih etmek zorunda kaldım. Uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra 5 Eylül 2017 tarihinde İsviçre’ye vardım ve iltica ettim.
Ülkeye girişinden ilticanın kabulüne kadar olan yaşadıklarını anlatır mısın?
İsviçre’ye kaçak yollarla girdim. İsviçre’ye ulaştıktan sonra zorlu bir yolculuk geçirdiğim için bir hafta kadar arkadaşlarımda kalarak dinlendim ondan sonra iltica başvurumu yaptım. İsviçre’ye geldiğiniz zaman ‘Başvuru Merkezleri’ denilen ilk giriş kampları var. İltica başvurularınızı buraya yapmak zorundasınız. İlk giriş kampında kalma süresi biraz da dosyanızın yani Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmanıza neden olan hukuki durumla alakalı olarak uzayabiliyor. Eğer sunduğunuz belgeler, mahkeme dosyaları, kimlik belgeleri geçek ve sağlamsa kısa sürede ilk giriş kampından başka bir kampa transfer oluyorsunuz. Ben Bern Kantonu’nda ilticaya başvurdum. Burada ilk ifademi verdim. Kısa bir şekilde nasıl geldiğimi ve ilticaya başvurma nedenlerimi anlattım. Tabii hakkımdaki ceza dosyalarını da sundum. İlk giriş kamplarında koşullar değişmekle beraber Bern’deki ilk giriş kampı 4 kişilik odaların bulunduğu hastane binasından kampa dönüştürülen bir kamptı. Sabah öğlen ve akşam yemekleri kamp tarafından karşılanıyordu. Hafta içi sabahtan aksam sekize kadar dışarı çıkabiliyorduk. Hafta sonlarını da eğer kalacak yeriniz varsa dışarıda geçirebiliyordunuz. Burada 10 gün kaldıktan sonra Zürih’e transfer edildim. Genellikle ikinci gönderildiğiniz kanton-kamp artık sizin bundan sonra yaşayacağınız yer oluyor. Yaklaşık bir ay Winterthur’da bir kampta kaldım. 4 aya yakındır da Zürih’in bir dağ köyünde kalıyorum. Burada aylık verilen parayla bütün ihtiyaçlarımız kendimiz karşılıyoruz. Yeme içme yol vesaire bütün ihtiyaçlarımızı bu parayla karşılıyoruz. Verilen para elbette yetmiyor ancak idare etmek zorundayız. Evet İsviçre gerçekten pahalı bir ülke. Sanırsam Avrupa’nın en pahalı ülkelerin başında geliyor. Özellikle ulaşım. O yüzden aldığımız para gerçekten yetmiyor ama yapacak çok fazla da bir şey yok. İsviçre’ye kaçak yollarla geldiğimden dolayı çok fazla para harcadım. Buraya varınca neredeyse üzerimde para kalmadı.
Kaldığım kamp Zürih’e uzak olduğu için gidiş geliş sıkıntılı oluyor. En büyük maliyetlerden biri de yol İsviçre’de. Burada en büyük sıkıntıların başında dil bilmemem geliyor. Oturum olmadığı için de dil kursu karşılanmıyor. Biz de bazı vakıf ve sivil toplum örgütlerinin ücretsiz verdiği dil kurslarına gidiyoruz. Bu kursların çoğu da Zürih merkezde bulunuyor. Haftada iki gün bu kurslara katılıyorum. Gidiş geliş hem maddi hem de zaman anlamında zor olmasına rağmen bu kursları aksatmamaya çalışıyorum. Diğer günler genelde kampta zaman geçiriyorum.
İltica başvurusu kabul edilmeyen var mıydı?
Tabii iltica başvurusu kabul edilmeyen çok sayıda insan var. İçlerinde tanıdıklarım da var. İltica başvurunuzun kabul edilmemesinin genelde iki nedeni var. Birincisi ilticaya başvuracak yeterli politik sorunlarınızın olmaması yani geldiğiniz ülkeden tehlike altında olduğunuzu politik nedenlerle ülkenizi terk etmek zorunda kaldığınızı kanıtlayamamanız halinde iltica başvurunuz da kabul edilmiyor. Açıkçası son zamanlarda Türkiye’deki baskıcı tek adam rejiminde yaşamak istemeyen ancak herhangi bir politik faaliyet içerisinde olmamış çok sayıda insan Avrupa’ya, buraya iltica etmek için geldi. Dolayısıyla bunların çoğunun iltica başvuruları kabul edilmedi.
İkinci neden ise “Dublin Anlaşması”ndan ortaya çıkan durumdur. Dublin Anlaşması’na göre eğer herhangi bir Avrupa ülkesine başvuru yapmışsanız başka bir ülkeye başvuru yapamazsınız. Yani ilticanızı ancak tek bir ülkeye yapabilirsiniz. Ülkenizi terk etmek zorunda kaldığınızda herhangi bir Avrupa ülkesinde yakalandığınız takdirde iki seçeneğiniz var. Ya iltica edeceksiniz ya da ülkenize geri gönderilirsiniz. Benim de tanıdığım arkadaşlar başka Avrupa ülkelerinde yakalandıktan bir süre sonra gelip İsviçre’ye başvurmuşlar. Burada da kimisinin iltica başvurusu 5 ay kimisinin 8 ay sonra reddedildi ve bir önceki ülkeye geri gönderildiler.
Ülkeye gelmeden önce ne ummuştun? Geldiğinde ne buldun?
Avrupa’yı, İsviçre’yi biliyordum. Yaklaşık 10 yıl önce yine aynı sebeplerden dolayı İsviçre’de bulunmuştum. Ülkeye dönüş şartlarım oluştuğunda da, ilticamı geri çekip ülkeye döndüm. Döndüğüm sırada havaalanında gözaltına alındım ve arkasından, “Gizlilik kararı” olan ve benim ile avukatlarımın haberi olmayan bir dosyadan dolayı tutuklandım. İlk duruşmada da tahliye oldum arkasından da beraat ettim. Dolayısıyla buraya iltica ettikten sonra neyle karşılaşacağımı biliyordum. Ancak artık Türkiye’de kalabilme şartlarım kalmamıştı ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldım. Ancak yine de burada en nihayetinde “öteki”sin. Trende, otobüste, oturduğun bir cafede, alışveriş merkezinde kısaca her alanda, bakışlarla bile olsa senin yabancı olduğunu hatırlatıyorlar sana ve bu yaklaşım seni incitiyor.
İnsanların beklentisinin bir sınırı yok. Ancak bizler gibi insanların yüce beklentileri de yoktur. Bu konuda realist bir insanım. Bugün bir anlamda burada, sürgünde, yaşamak zorunda kalmam(ız) Avrupa’nın Türkiye’ye karşı uyguladığı ikircikli politikalarının bir soncudur. AB ülkeleri Türkiye’ye çıkarları doğrultusunda değil de, gerçekten insan hakları, demokratik değerler çerçevesinde yaklaşmış olsaydı, bugün Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmamıza neden olan faşizan bir yönetim olmazdı. Ancak ne yazık ki bütün devletlerin doğasında var olan kirli çıkar ilişkilerinden dolayı, dünyanın her yerinde savaş ve yıkımlar olmakta ve bundan dolayı da insanlar yaşadıkları ülkeleri terk etmek zorunda kalmaktalar. Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da yaşananları da Avrupa’nın ve Batı’nın politikalarından bağımsız ele almak yanlış olacaktır. Dolayısıyla Batı’nın kendileri için vazgeçilmez olarak gördüğü, insan hakları, yaşama hakkı, demokratik değerleri bütün bölgeler ve halklar için istediğini, istemekten ziyade bunun için gerçek-samimi bir mücadele içerisinde olduğunu görmek isterdim. Ne yazık ki bunu söyleyebilmek çok zor. Sadece kendilerine değil, Batı’nın çıkar politikaları yüzünden, ateş deryasına, halkların her gün katliamlarla karşı karşıya kaldığı Ortadoğu’ya gerçekten insani yaklaşan bir toplum görme beklentisi içerisindeydim. Aslında bir beklenti de değil bu. Burada uzun bir süre yalnız kalacağını, türlü sıkıntılar çekeceğinin farkındasın aslında. Ancak yine de özellikle son yıllarda, hem mesleki hem de etnik kimliğinden dolayı maruz kaldığın sorunların burada daha kolay anlaşılacağı yanılgısına kapılıyorsun. Ancak durum öyle değil. En nihayetinde gelip sığınmak zorunda kaldığın ülke sana bir yük olarak bakıyor, bunda kendilerinin de çok büyük bir paylarının olduğunu unutarak.
Nasıl muamele görüyorsun? Ayrı bir bakışa maruz kaldığınızı düşündüğün oluyor mu?
Burada insani muamele gördüğümüzü söyleyebilirim. En azından benden sorumlu olan yetkili kurumlar tarafından rencide edici bir durumla karşılaşmadım. Ancak bunu buranın bütün halkı için söyleyemem. Kesinlikle bu ülkenin vatandaşları ile eşit hissetmiyorum, bunun ötesinde zaten eşit değiliz. Onlar bu ülkenin vatandaşı sen buraya sığınmış bir insansın. Bir yerde seni kendilerine bir yük olarak görüyorlar. Hepsi için söyleyemezsem de azımsanmayacak bir oranda sana böyle baktığını görebiliyorsunuz. Türkiye’de bazı kesimlerin savaştan kaçmak zorunda kalan Suriyeli göçmenlere uyguladığı ırkçı-milliyetçi yaklaşımın düşük dozuna burada maruz kalıyoruz diyebilirim. Türkiye’deki gibi fiziksel saldırıya yaşamına kastedecek derecede değil tabi. Birileri sınırlar koymuş başka birileri de o çizdiği sınırların bazı bölgelerinde savaşlar çıkarıyor ve ardından bu savaş halinden dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlara sınırlarını kapatıyorlar. Kısacası dünyanın neresine giderseniz gidin ve politik sığınmacıysanız size orada milliyetçi bir bakışla yaklaşan bir kesim mutlaka olacak. O yüzden de çağımızın en büyük hastalıklarından birisi milliyetçilik hastalığı değil mi zaten?
İsviçre’de politik faaliyetlerini sürdürebiliyor musun?
Kendi ülkenizi terk etmek zorunda kaldığınız zaman, her şeyinizi geride bırakıyorsunuz. Geldiğiniz yeni ülkede yeni doğmuş bir çocuk gibisiniz. Düşünsenize şimdiye kadar yaptıkların, ettiklerin, eğitimin hepsi bir anda yokmuş, olmamış gibi her şeye sıfırdan başlamak zorundasın. Yaşadığın ülkede aldığın diplomalar, yaptığın isler bir anda hiç olmamış gibi. Sen yoksun aslında. Yeni bir sen yaratmak zorundasın. Kimi zaman sadece dil bilmediğin için aşağılamalara maruz kalabiliyorsun. O yüzden öncelikle buranın dilini öğrenmek zorundasınız. Şu anda önceliği dile vermeye çalışıyorum. Dil öğreniminden sonra Türkiye’den almış olduğum diplomaları burada denkleştirmek istiyorum. Bunlarla beraber, Türkiye’de bırakmak zorunda kaldığım, gazeteciliğe de yavaş yavaş başladım denebilir.
Malum Türkiye’de geçmişten gelen baskı ortamından dolayı Avrupa gelip sığınmak zorunda kalan Kürtler ve sol-sosyalistler burada birçok kurumun yanında medyalarını kurmuşlar. Avrupa’ya, sürgüne gelmek zorunda kaldık diye de hem Türkiye’de yaşanan ırkçı ve halklara düşman olan rejime hem de dünyada devam eden sorunlara karşı sessiz kalacağız anlamına gelmesin. Türkiye ve dünyanın halklar ve özgürlükler bahçesi olması için burası da bizim için bir mücadele alanıdır. Burada da gerçeğin pesinde koşmaya ve özgürlük mücadelesini yürütmeye devam edeceğiz.
İltica başvurun kabul edildi mi? Ne kadar sürüyor? Bildiğin en uzun süren örnek ne kadar?
İlticam kabul edildi ancak henüz oturum almadım. Burada sunu açıklayayım öncelikle. İlticanızın kabul edilmesiyle oturum almanız farklı şeyler. İltica başvurunuzun kabul edilmesiyle kamp süreciniz başlıyor ancak durumunuz araştırılmaya devam ediliyor. Sizin sunduğunuz belgeler mahkeme dosyaları geldiğiniz ülkedeki politik durumunuz araştırılmaya devam ediliyor. İkinci kez tekrar mahkemeye çıkıyorsunuz ve bu durumunuza göre çok uzun sürebiliyor. İkinci mahkemeden sonra artık size oturum verilip verilmeyeceği karara bağlanıyor ve bu süreç çok uzun sürebiliyor. Oturum belgeniz geldikten sonra ev tutma hakkınız oluyor. Sanırsam oturum verme sürecinin en uzun olduğu ülke İsviçre. Oturum alana kadar da kendinize bir düzen kuramıyorsunuz. Oturum alana kadar kamplarda kalmak zorundasınız. Birçok sorunla baş etmek zorundasınız. En başta size verilen maddi yardım yaşamınızı sürdürmenize yetmiyor. Dil kurslarına gidemiyorsunuz. Kimi kamplarda çok kişilik odalarda bilmediğiniz kişilerle odayı paylaşmak zorundasınız. Oturum aldıktan sonra bir eve geçme hakkınız oluyor.
İsviçre’de iki ayda oturum alan da var 3 yıl hatta 4 yıl geçmesine rağmen oturum almayan da var. Bunun neye göre değiştiğini de anlamış değilim açıkçası. Ancak sürecin uzun olduğu bir gerçek. Bir anlamda oturum sürecinin uzatılmasının bir anlamı sizi yıldırmak. Acaba bu kişi ülkesine döner mi dönmez mi diye oturum sürecini uzatabiliyorlar. Ben de oturum alana kadar, ki bu süre uzun olabilir, dil çalışarak, okumalar yaparak bu süreci olabildiğine verimli geçirmeye çalışıyorum.
Özlediğin bir şey var mı?
Ülkeye dairse evet özlediğim bir çok şey var. Bugüne kadar olan bütün yaşanmışlığı, aileni, sevdiklerini, dostlarını zorunlu olarak geride bırakmak berbat bir ruh hali. Bu ruh hali bütün duygularına yansıyor. Ülkenin her şeyini özledim diyebilirim ama en çok da yeğenlerimi özledim. Onlara bir daha ne zaman sarılırım bilemiyorum. Avrupa’da en çok girdiğin duygu özlemdir diyebilirim. Sürekli bir özlem halindesin ve Türkiye’nin şu an içerisinde olan durumuna bakacak olursak da çok uzun bir süre ülkeye dönüş şartlarımız oluşmayacak ve ülkeye, sevdiklerimize olan özlem de artarak devam edecek.
Sence hangi koşullarda ilticaya karar verilir?
Türkiye’de cezaevi durumuyla karşı karşı kalan birisinin çok fazla seçeneği yok. Ya cezaevine girecek ya da başka arayışlara girecek. Kişinin öncelikle buna karar vermesi gerekiyor. Ben cezaevine girme pahasına Türkiye’de mi kalacağım ya da her şeyimi geride bırakıp başka bir ülkeye mi iltica edeceğim? Bu çok zor bir karar. Bu karar verildikten sonra gerisi kolay. İkinci yol için karar verilmişse bu yönde arayışlara girilmesi gerekiyor. Dolayısıyla Avrupa’ya iltica etmek isteyenin Türkiye’de tehlikede olduğunu kanıtlayacak belgelere sahip olması gerekir. Hakkında açılmış ceza dosyalarının olması gerekir. Bunlar da siyasi içerikli dosyalar olması lazım. Tabii cezasının onanmasından önce çıkması, daha sağlıklı olur. Çünkü ceza onandıktan sonra Türkiye’den çıkmak zorlaşıyor ve kaçak bir şekilde ülkeyi terk etmek zorunda kaldığınız için maliyet de artıyor. Avrupa’ya gelmek isteyenler de burada zorlu bir sürecin onların beklediğini hesaba katarak gelmemeliler. Ancak her halükarda cezaevlerine girmekten iyidir.
***
Yasmin, İsviçre’de mülteci ve bir üniversitede öğrenci. Sohbetimizde mülteci olarak özgür olmak, kurtuluş üzerine düşüncelerini kısaca paylaştı:
İsmim Yasmin. Üniversitede sinema ve sosyoloji okuyorum.
Kısaca şunu diyebilirim ama, kapital diktatörlükten daha iyi bir tercih değil. Kendi adıma konuşursam da şunu demek isterim ki, ben orası yaşanmaz diye gelmedim. Başka bir şansım kalmamıştı. Avrupa’yı bir kurtuluş olarak görüp gelenleri hiç anlayamam zaten. Ben orada yabancıydım burada da yabancıyım. Hissettiğim bu. Ya onlar hissettirir ya da sen hissedersin bunu. Ama bu böyledir.
Ben sevdiğim bir insan buraya gelip iltica etsin istemem.. İltica etmek elbette çoğu insanın tercihi değil ama bunu tercih etmek en son çare olmalı bence. Mülteciliğin bir insanın üzerinde oluşturduğu hasar ve sonradan öyle ya da böyle seni teslim alan kapitalin yıkıcılığı birleşince benim çok da özgürlük diyemeyeceğim bir durum ortaya çıkıyor.
Özgürlük ve kurtuluş bakış açısıyla alakalı bence.
Ben başka bakıyorum galiba. İsviçre’de altı yıldır yaşıyorum. Türkiye’ye döneniyorum ve sözümona en çabuk entegre olan insanlardan biriyim. Entegre olmak her ne demekse?
Geldiğimden beri amacım buradan gitmek. Ama dönüp bakınca hep şu soru, “ama nereye?” Gidecek bir yer olsa, çağıran bir yer, belki, o da yok.
Belirsiz bir kamp sürecini değişik yerlerde yaklaşık üç yıl yaşadım. Çevremde değişik bir sürü nedenden dolayı ilticası kabul edilmeyenler de vardı.
Okula kabul edilmem zor olmadı ama para bulup okula gitmek zordu.
Ayrımcılık hep var burada her yerde, sonuçta yabancısın…
***
Bir sonraki söyleşide, Evlendikten 2 ay sonra eşini ülkede bırakarak İsviçre’de mülteci hayatını seçen 25 yaşındaki Türkiyeli bir süryani A.A. ile İstanbul Küçük Armutlu’dan mülteci hayatını seçen 18 yaşındaki B.G.’nin politik mülteci olarak portrelerini okuyacaksınız.
***
Farklı profillerden toplam 10 kişi ile gerçekleştirdiğimiz söyleşilerin tümüne aşağıdaki linklerden erişebilirsiniz:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.