YPG ile “Halk Güçleri”nin birlikte hareket edecekleri ve TSK destekli cihatçı saldırılarının olduğu üç cephede (Afrin’in batısı, kuzeyi ve doğusunda) savunma/taarruz yürütecekleri tahmin ediliyor
YPG ile “Halk Güçleri”nin birlikte hareket edecekleri ve TSK destekli cihatçı saldırılarının olduğu üç cephede (Afrin’in batısı, kuzeyi ve doğusunda) savunma/taarruz yürütecekleri tahmin ediliyor. Beklenen şu: Önce savunma hattı oluşturulacak. Eğer TSK/ÖSO’dan saldırı gelirse karşılık verilecek. Afrin’e en yakın bölge olan Halep’in batı kırsalından intikal ettirilen bu güçler, İran ve Hizbullah komutanlarının komutası altında cihatçılara karşı savaşan, çoğunlukla Suriyeli sivil halk milislerinden oluşuyor
Üç saatte Afrin’e gireriz denmişti. Bir ay doldu, ama dört cephede sınırdan içeri sadece 5 ile 7 km kadar ilerleme olduğu kaydedildi. Oysa yüksek yoğunluklu zafer vadeden “üç saatte gireriz, ezeriz, yok ederiz” gibi nutuklara göre sahada öyle bir başarı yoktur. Ama Afrin’den değilse de, AKP’nin iki noktada göreceli “başarı” yakaladığını söylemek mümkündür. Birincisi iç siyasete yöneliktir; AKP bir yandan tabanını konsolide etti, diğer yandan karşısındaki muhalefet partilerini kısmen çözerek, “Vatan, millet, Sakarya ruhu” ile büyük oranda arkasında dizmişti. Bir aylık savaşın “33 şehit” bilançosundan sonra anketler ortaya çıkmaya başladı. Abdulkadir Selvi, anketlerden çıkan “çarpıcı sonuçları” yazdı hemen… Selvi’ye göre “Afrin operasyonuyla birlikte uzun bir süre sonra AK Parti’ye oy verebilirim diyenlerin oranı yüzde 55’e çıktı.”[1] Selvi’nin deyimiyle “15 Temmuz kadar olmasa da Afrin, siyaseti etkilemiş”, daha doğrusu AKP’ye yaramış diyebiliriz.
İkincisi de dış siyaset arenasında AKP’nin eski-yeni müttefikleri arasında kendini “paylaşılamayan” bir unsur olarak gösterme fırsatı yakalamış olmasıdır. Bu süreçte görüldü ki AKP, içeri dönük “terörü imha” propagandasını yükseltirken, dışarıya dönük olarak ABD ve AB’ye, yani NATO’daki müttefiklerine “zeytin dalı” uzattı. Aslında İdlip’ten gelecek olan dalga yüzünden ciddi bir çıkmazın içinde olduğu için AKP, böylesi bir “siyasi kıvraklığı” denemeye mecburdu diyebiliriz.
Astana süreci boyunca ve Soçi’de verilen taahhütlerin AKP açısından iç açıcı sonuçlar doğurmayacağı ortadadır. Çünkü bu taahhüt, İdlip’teki çoğunluğu yabancı uyruklu, hiçbir yere gidemez durumda olan onbinlerce cihatçı militanın ve bunların ailelerinin yükünü tek başına taşıma yükümlülüğü getirmektedir. Bu yüzden her fırsatta bundan nasıl sıyrılacağının arayışı içine girildi, sürekli “fırsat stratejileri” kollandı. Suriye ordusu ve müttefiklerinin üç yönden İdlip operasyonunu başlatmalarının, AKP’yi nasıl telaşlandırdığını gördük. Hatta bu telaşla, cihatçıların karşı saldırısına destek verdiği de görüldü. Ancak Suriye ordusu bu saldırıları da püskürtüldü. İşte o vakit hızlıca Afrin’e yöneldi. Burada nasıl bir “fırsat” stratejisi kurgulandı?
AKP, İdlip’teki garantörlüğünü üstlendiği grupları koruyamamanın yaratacağı sıkıntılardan bir süre uzak kalacak, ÖSO çatısı altında toplanan cihatçı koalisyonu “Ulusal Ordu” adı altında İdlip’ten bu tarafa çekmiş olacak… Bu süreç, iç siyasete “terörü imha” propagandasını pompalarken, dış siyaset açısından da “dengeleri değiştiren-yeniden kuran aktör olma fırsatı” olarak kurgulandı. “Rusya’ya el mahkum” pozisyonundan kurtulmak için, Avrupa Birliği (AB) ve ABD’ye alenen “zeytin dalı” uzatıldı. Alında ABD’yi yanına çekme ve Suriye yönetimine karşı yeniden iki müttefik olarak hareket etme beklentisi doğdu. Öte yandan AB ülkelerine uzatılan zeytin dalından şöyle bir beklenti vardı: Afrin operasyonu ile ilgili Türkiye’yi uyarmayan, aksine “bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anlayışla karşılamak gerekir” gibi açıklamalar yapan AB ülkelerinden aslında destek almış oldu.
Bunun yarattığı fırsat, AKP’nin AB’ye de “zeytin dalı” uzatmasına neden oldu ve hızlıca bir AB turuna çıkıldı. Ancak fırsat olarak görülen bu tutumdan AKP, tam olarak istediklerini elde edemeyeceğini sezmiş olmalı ki, sözde arayı düzeltme turu yapan Başbakan Binali Yıldırım’ın her durakta Avrupa ülkelerine “mülteci ve militan akışı” sopasını gösterdiği de görüldü. Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşma yapan Yıldırım, Afrin operasyonunu “terörle mücadele” olarak anlatırken, sözü doğrudan IŞİD’e getirdi. Yani AB’ye IŞİD sopasını göstererek “Avrupa’nın güvenliğini biz sağlıyoruz” dedi. Başbakan Yıldırım, Türkiye’nin özellikle NATO’nun güney sahasını ve Avrupa’yı terör tehditlerine karşı koruduğunu söylediği konuşmasında “Avrupa ülkelerinden gelen ve geri dönüşleri Türkiye tarafından engellenen” IŞİD militanlarına dair detaylı rakamlar da verdi.[2] Peki Avrupa’da sürekli dillendirilen IŞİD nerden çıktı? Afrin’de IŞİD mi var? Aslında “ağızdaki bakla” çıkmış oldu ki, Afrin operasyonunda söylem başka, niyet başkadır. Peki gerçek niyet nedir?
AKP’nin bunca fırsatlardan yararlanma taktikleri, anlık stratejileri, partner değiştirme hamleleri ne içindir ve asıl beklentisi nedir? AKP tam olarak şunu yapmak istiyor: Elinde kalması kaçınılmaz olan binlerce cihatçı için Suriye topraklarında bir alan açmak. Bir yandan Astana’da garantör olunan cihatçı örgütleri koruma zorunluluğu var, diğer yandan Nusra ile varılan anlaşma gereği onları da Rus savaş uçaklarının saldırılarına karşı koruma zorunluluğu var… Bütün bu potansiyel için ufukta görünen tek şey, AKP’nin bunların hepsini “yeni” bir cihatçı yapı içinde toplamak ve bunları kendi müttefiki olarak kamuoyunun kabulüne sunmaktır. İşte “Aşiretler ve Kabileler Yüksek Kurulu”nun hızlıca toplanması bunun içindi. Kurul, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde toplandı, yani İdlip sınırının dibinde… Buradan, bütün cihatçıları bir çatı altında toplayacak olan yeni oluşum ilan edildi. Bu da ÖSO’nun yeni “Suriye Ulusal Ordusu”… Ardından Afrin operasyonuyla bu yeni oluşum, “yerli ve milli” ilan edildi, Kuvâ-yi Milliye benzetmesiyle adeta kahramanlaştırılarak kamuoyuna nezdinde “meşru” hale getirildi. AKP’nin hesaplarından biri tamamlanmış durumda. Bundan böyle bütün bu cihatçılar artık “yerli ve milli”dir!
İkinci adımda en büyük beklenti, bu cihatçılara bir alan açmaktır. Her fırsatta “üç buçuk milyon Suriyeli mülteciyi ülkelerine göndereceğiz” demelerinden anlaşılıyor ki, sadece “güvenli bölge” talebini meşru gösterme gayreti vardır. Ama asıl dert, İdlip’ten gelecek olan cihatçılar ve aileleri için bir “güvenli bölge” oluşturmaktır. Çünkü İdlip’teki cihatçıların onbinlercesi yabancıdır. Çin ve Rusya’nın arka bahçelerinden aileleri ve çocuklarıyla gelmiş bu cihatçıların bir daha ülkelerine dönme şansları yoktur. Başbakan Yıldırım’ın, AB’yi bunlarla tehdit etmesi ilginç. Çünkü bunların geri dönüp gidecekleri yer itibariyle asıl muhatap Rusya ve Çin’dir. Ama bu iki ülkenin de dönüşlere asla izin vermeyecekleri biliniyor. Yani Türkiye’nin başına kalıyorlar. Bütün sancıların kaynağı budur. Suriye’nin kuzeyinde bu cihatçı orduya bir alan açma ve bunları burada kalıcı hale getirme konusunda ABD ve AB’den destek talep ediliyor. Ancak her ne kadar “IŞİD sopası” gösterildiyse de, Avrupa’dan şu ana kadar doğrudan bir destek açıklaması gelmedi, fakat AKP’nin içini rahatlatacak olan şey, Batılı ülkelerin “güvenli bölge” kurgusuna karşı oldukları yönünde herhangi bir tavır göstermemeleridir. Aslında Avrupa ülkelerinin açıktan destek açıklaması yapmamalarının altında sadece Kürtleri karşılarına almak istememeleri yatıyor. Yoksa hepsinin canına minnet!.. Bu potansiyelin AKP’nin “elinin altında” olmasının ileride yaratacağı sancılar bir kenarda tutuluyor olabilir ama şu an için, neresi olursa olsun cihatçılar, adına “güvenli bölge” denilen yerde tutulsunlar, yeter! Buna karşın ABD’ye uzatılan “zeytin dalı”nın kısmen bir karşılık bulduğunu söyleyebiliriz.
Şam hükümeti ile YPG arasında bir anlaşma sağladığına dair haberler peş peşe gelmeye başladığında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan şöyle bir tepki geldi: “Suriye rejimi, YPG’yi korumak için Afrin’e giriyorsa Türk askerini kimse durduramaz.” Çavuşoğlu’nun bu çıkışının da, ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Ankara ziyaretinden sonra gelmesi dikkat çekicidir. Hatırlanacağı gibi ABD’ye dönük “artık kararını ver!” yönündeki davetler uzun zamandır dillendiriliyordu. Peki ABD’den tam olarak ne isteniyordu?
Açıkçası AKP’nin istediğinin şu olduğunu tahmin edebiliyoruz: Afrin’i de içine alan bir “güvenli bölge”nin ABD tarafından desteklenmesi. Ama daha önemlisi, Suriye’nin kuzeyini ABD ile paylaşma kurgusu var: “Fırat’ın batısı Türkiye’nin kontrolüne verilecek, doğusu da ABD kontrolünde kalacak, ama Demokratik Suriye Güçleri (QSD) Fırat’ın doğusuna çekilecek!” Aslında Afrin operasyonunun başladığı ilk günlerde Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ’ın böyle bir şeyi dillendirdiğine dikkat çekmiştik. Bozdağ, “ABD bizimle bir dayanışma içine girmek istiyorsa, bunun yolu basit. Silah vermeyi durduracak ve verdiği silahları toplayacak. PYD/YPG teröristlerine Türkiye’ye karşı savaşmayı bırakmalarını ve Fırat’ın doğusuna çekilmelerini söyleyecek” demişti. Görüldüğü gibi aslında bütün meselenin büyüsü, “Fırat’ın doğusuna çekilme” cümlesinde saklıdır ve ABD tam da bunu kurgulamaktadır.[3]
ABD’den gelen peş peşe açıklamalar bir araya getirildiğinde, Bozdağ’ın dile getirdiği taleplerin kabul gördüğü, daha doğrusu bir ara formülle çözüldüğü anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, “YPG’ye hiçbir zaman ağır silah vermedik, geri alacak bir şey yok” dedi.[4] Bu çözülmüş oldu. Ardından “güvenli bölge” ve “QSD’nin Fırat’ın doğusuna çekilmesi” ile ilgili taleplerin de ABD tarafından karşılandığının işaretleri ortaya çıktı. Zaten yaklaşık bir ay önce Tillerson’un AKP’ye “Suriye’nin kuzeyinde 30 kilometrelik güvenli bir hat” teklif ettiği basına yansımıştı. ABD’li bakanın 15 Şubat’taki Ankara ziyaretinden öyle anlaşılıyor ki, Fırat’ın batısı için AKP’ye güvence verilmiş, QSD’nin Münbiç’ten Fırat’ın doğusuna çekilebileceği üzerine de bir mutabakata varılmıştır. Daily Sabah muhabiri Ragıp Soylu’nun David Ignatius’tan[5] aktardığına göre; “Tillerson Ankara’da masaya üç öneri koymuş. Afrin’de bir tampon bölge, Menbiç’te Türk-Amerikan askerlerinin birlikte devriye gezmesi, ABD – YPG ilişkilerinin kademeli azaltılması. ABD yetkilileri ABD yetkilileri, Türkleri ikna etmek için bir de venn şeması çizip, bölgede YPG dışında tüm çıkarlarımız örtüşüyor demiş.”[6]
Bütün bu gelişmelerden sonra Çavuşoğlu’nun “Suriye rejimi, YPG’yi korumak için Afrin’e giriyorsa Türk askerini kimse durduramaz” çıkışının nasıl bir özgüvene dayandığı anlaşılabilir. Bu özgüvenin kaynağı, Tillerson’un vaatleridir. Peki bu vaatlerin ve AKP’nin buna bağlı hayallerinin gerçekleşme olasılığı nedir? Öyle görünüyor ki, ilk etapta Şam hükümeti ile YPG’nin anlaşarak ortak cephede Afrin’i savunmalarını önlemek için her yola başvurulacaktır. Zaten Afrin operasyonundan önce başlayan müzakerelerde ABD’nin bozucu bir rol oynadığı dile getirilmişti.
Suriye ordusu ile YPG arasındaki müzakerenin ne yönde geliştiğine dair çok çelişkili haberler çıktı. Suriye ordusu “bugün-yarın girecek” tartışmaları hala gündemdeyken, bu anlaşmanın çerçevesi “Suriye ordusunun fiili olarak Afrin’e gireceği” üzerinden çizildi. Oysa aslında Suriye ordusunun Afrin’e girmesi beklenmiyor. Edindiğimiz izlenim şu ki, her iki tarafın da “Suriye ordusu Afrin’e girsin” gibi bir talebi yoktur. Müzakere edilen konu şudur: “Suriye ordusunun yanında savaşan “Halk Güçleri”nin Afrin’e girerek, Halk Savunma Birlikleri’nin (YPG) yanında ortak cephede ülke savunmasında yer almaları”… Buna göre ilk etapta “Halk Güçleri” Afrin’e girecek, mekan ve teknik sorunlar çözülür çözülmez de Suriye ordusuna ait askeri teçhizat Afrin’e intikal ettirilecek. Nitekim Halep kırsalından hareket eden “Halk Güçleri” konvoyu Afrin’e giriş yaptı. Görüntüler Lübnan merkezli El-Meyadin televizyonunda naklen yayınlandı. “Halk Güçleri”ni taşıyan araçların Afrinliler tarafından, üzerlerine pirinç serpilerek karşılandığı da görülüyor.
YPG ile “Halk Güçleri”nin birlikte hareket edecekleri ve TSK destekli cihatçı saldırılarının olduğu üç cephede (Afrin’in batısı, kuzeyi ve doğusunda) savunma/taarruz yürütecekleri tahmin ediliyor. Beklenen şu: Önce savunma hattı oluşturulacak. Eğer TSK/ÖSO’dan saldırı gelirse karşılık verilecek. Bu “Halk Güçleri” kimlerdir? Afrin’e en yakın bölge olan Halep’in batı kırsalından intikal ettirilen bu güçler, İran ve Hizbullah komutanlarının komutası altında cihatçılara karşı savaşan, çoğunlukla Suriyeli sivil halk milislerinden oluşuyor.
Gelinen noktada Çavuşoğlu’nun yukarıdaki sözlerinin sahada bir karşılığı olmadığı açıktır. Zira Suriye hava sahası TSK’ye kapatıldığında hareket etme kabiliyetini en az yüzde 80 oranında kaybetmiş olur. Keza sadece “ÖSO” adı altında devşirme cihatçılardan oluşan bir orduyla herhangi bir hamle yapma şansı oldukça düşüktür. O yüzden bütün bu hamaset lafları bir siyasi propagandadan öteye gitmez gibi görülüyor.
Aslında Suriye ordusunun Afrin’e girmesini en çok AKP isterdi. Çünkü bir yerde AKP’nin kuracağı dili kurtarmış olur ve hatta bundan bir “zafer” çıkarmasına fırsat sunar. Şöyle ki; Soçi zirvesinde aslında Kürtlerin Suriye’nin geleceğini belirleyen ana unsurlardan biri olarak siyasi çözüm sürecinde yer almaları, özerklik de dahil çözüm sürecinin belirleyenleri olduğu konusunda Türkiye ile mutabakata varılmıştı. AKP için tek sorun, “terörist” ilan ettiği ve ulusal güvenlik için büyük bir tehdit olarak öne sürdüğü PYD/YPG ile çözüm masasında yer almanın iç siyasette yaratacağı ciddi sıkıntıların nasıl aşılacağı meselesidir. Bunun için AKP’ye yakın kaynaklar “PYD’siz-YPG’siz” bir formüle “evet” dendiğinin işaretlerini vermişlerdi. Bunun için AKP’nin elini ve söylemini güçlendirecek şöyle bir ara yol bulundu; “YPG silah bırakacak ve Suriye ordusuna katılacak”!..
Görünürde böyle, ama işin esası, YPG silah bırakmayacak ve Suriye ordusuna da katılmayacak, sadece Suriye ordusunun yanında savaşan “Halk Güçleri” ile müttefik olacak. Yani Suriye Ulusal Savunma Güçleri’nin bir bileşeni olacaktır. İşte bu yüzden Afrin’e ilk girenler, Suriye “Halk Güçleri” oldu. Bu ilk adımdır. Suriye ordusunun Afrin’e girmesi beklenmiyor. Askeri teçhizat nakledilecektir. İkinci adımda bölgede Suriye bayrağı dalgalandırılacaktır.
Soçi taahhütlerini yerine getirmesi için kendisine böyle bir zemin sunulan AKP de, bundan kendine bir “zafer” çıkarır; “YPG’ye silah bıraktırdık” der. Öte yandan “Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyoruz ve bunu biz sağladık” söylemini yükseltir. Aslında böyle bir kurgu vardı ve bu da AKP’nin “stratejik fırsat” olarak aniden ABD’ye “zeytin dalı” uzatıp Beyaz Saray’ın peşine düşene kadardı. Bu “yanar-döner” siyasetinin sergilendiği son günlerde Suriye’de ABD ve AKP’ye eşit oranda “düşman” muamelesi yapıldığını söylemek gerekir. Öte yandan Rusya faktörü de var. Rusya ne istiyor? Siyasi çözüm sürecini yöneten bir aktör olarak Türkiye’ye Soçi’de kabul ettirdiklerini hayata geçirmek, Kürtleri çözümün bir parçası yapmak, ABD’nin “bağımsız Kürdistan” vaatlerinden önce, Kürtlerin daha gerçekleşebilir olan özerklik temelinde bir kazanım elde etmelerini sağlamak, böylece Fırat’ın doğusundaki ABD müttefikliğinden bu tarafa çekmek. Bunun Afrin operasyonuyla ilgisi ise şudur: AKP’nin Soçi’de verdiği taahhütleri yerine getirmesi için Rusya da siyasi manevra için bir kolaylık sağlayacağı taahhüdünde bulunmuştu. Yukarıda sıralanan sözde YPG’siz Kürtlerle çözüm için zemin hazırlayacaktı. Ancak Afrin’de YPG ile Şam yönetimi arasında başlangıçta bir türlü anlaşma sağlanması üzerine Rusya, Afrin operasyonuna “sınırlı” yeşil ışık yaktı. YPG’nin Şam’la anlaşmaya varması için bir nevi ihtar demekti. Esasında Rusya’nın planı işliyor diyebiliriz. Ama AKP’nin “fırsat stratejileri” peşinde olduğunu gördü. Şimdi Rusya, “AKP’ye yeşil ışık yakmanın” bedelini mi öder, yoksa ödetir mi? Önümüzdeki günler bunun sınandığı bir süreç olacaktır. Ama görünen şu ki, yedi yılda iflas eden projeler yerine, yine aynı müflislerin yeni projeler geliştirmeleri, bir bataklıktan başka bir bataklığa saplanmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir.
Dipnotlar:
[1] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/abdulkadir-selvi/anketlerden-cikan-carpici-sonuclar-40746188
[2] https://www.birgun.net/haber-detay/basbakan-yildirim-avrupa-nin-guvenligini-biz-sagliyoruz-204757.html
[3] Bu da Afrin’de Kürtlerin “Şam’la anlaşmaya varmalarını ABD’nin engellediği” iddialarına bir doğruluk katıyor. Afrin operasyonunun ardından QSD tarafından yapılan açıklamada, Rusya ile köprüleri atan, ama ABD ile bir kopuşu ifade etmeyen, yalnızca ABD’nin tercihlerini gözden geçirmesine yönelik bir “davet” içermektedir. Bkz. http://sendika62.org/2018/01/afrine-savas-abdye-zeytin-dali-hamide-yigit-470449/
[4] http://haber.sol.org.tr/toplum/abd-disisleri-bakani-tillerson-ypgye-silah-vermedik-228636
[5] Bkz David Ignatius: “How the U.S. can ‘get to yes’ with Turkey” http://www.stltoday.com/opinion/columnists/national/david-ignatius-how-the-u-s-can-get-to-yes/article_d3bef5c3-63a3-55e1-8e4b-c6405633c62e.html
[6] https://twitter.com/ragipsoylu/status/964996798061469696
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.