Sosyal bilimler, öngörememeye yazgılıdır. İnsanın bütün marazlarını taşımasıyla tam bir “beşeri” bilimdir. Her şey olup bittikten sonra, üstündeki tozu toprağı silkeleyip olay mahallini dolaşır, insanlarla konuşur, notlar alır, tren raydan çıkmadan önce ve çıktıktan sonra neler olduğuna dair bir çerçeve çizmeye çalışır Odadaki Filler #2 Ne demiştik… Aydınlanma, hem devrim hem karşıdevrim olandır. Devrimi, “eski […]
Sosyal bilimler, öngörememeye yazgılıdır. İnsanın bütün marazlarını taşımasıyla tam bir “beşeri” bilimdir. Her şey olup bittikten sonra, üstündeki tozu toprağı silkeleyip olay mahallini dolaşır, insanlarla konuşur, notlar alır, tren raydan çıkmadan önce ve çıktıktan sonra neler olduğuna dair bir çerçeve çizmeye çalışır
Odadaki Filler #2
Ne demiştik… Aydınlanma, hem devrim hem karşıdevrim olandır. Devrimi, “eski egemenlik mefhumu”na, karşıdevrimi ise yeryüzünün lanetlilerine karşı yapmıştır. Egemenliği yeryüzüne indirip dünyevi kılarken, egemenliğin nesnesini, yani “ahali”yi değiştirmemiş, sadece onu “yönetilebilir” kılacak yeni iktidar teknolojileri ihdas etmiştir, demiştik…
Aydınlanma’nın devrimi, kurulu-kötü’ye ve bunun sürmesini sağlayan örgütlü-kötü’ye dönük cansiperane ve cüretkâr bir savaş iken, karşıdevrimi ise, bu savaşta -her zamanki gibi- en çok kanı dökülen, en fazla “yıkan” ahalinin çoklu özerklik potansiyelini derdest edip, egemenliği aşkın ve yüz bin kere dolaylı bir temsil mekanizması olarak kurması ve tahkim etmesidir.
Mevzunun bu siyasal tarafının yanında, esas bir de son derece ekonomik bir tarafı vardır tabii. Aydınlanma, bir yanıyla da, Sanayi Devrimi’nin ve pozitif bilimlerin doğayı her anlamda yönetilebilir kılma potansiyelleriyle ulaşılabilecek olan bolluğun siyasi düşüncesidir. Nihayet, Aydınlanma’yı topraklayan hareketin, kurulu-kötüyü yıkıp örgütlü-kötüyü dağıtmasının hemen ardından, ilk işinin, daha gözünün çapağıyla ahaliyi üretim sürecine tekme tokat sıkıştırmaya çalışmak olması da bundandır.
ώ
Üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik… Sosyal bilimlerin en büyük garabetlerinden biri, toplumun işleyişini anlamak adına giriştiği “alan çalışması” denen şeydir. Sosyal bilimciler, özellikle mikro-toplumsal yaşamları anlamak ve bunlara dönük kuramsal ve kavramsal sepetler örmek adına “halka inerler.” Alan çalışması denen korkunç yöntemin en az kendisi kadar korkunç olan “örneklem”, “denek”, “çıktı” vs. gibi kavramları da vardır. Buradaki mantık hepimizin malumudur: Nasıl belirli bir bedende neler olup bittiğini anlamak için ondan karakteristik, o bedeni belirli bir oranda temsil ettiği varsayılan doku örnekleri alınıyor ve laboratuarda, mikroskobun altında belirli teşhisler konuluyorsa, sosyal bilimci de toplumsal bedene biyopsi uygulayıp, kendi çalışma alanıyla ilgili olduğunu -ve aslında tabii ki içten içe varmak istediği sonuçlara teşne olduğunu- varsaydığı örnekleri toplayıp laboratuvarına koşar.
[Bu arada laboratuvarı biraz tarif edeyim de gözümüzde canlasın: Efendim, sosyal bilimcimiz solcuysa, laboratuvarımız kabaca bir Klimt tablosu, bir tütsülük ve Sandal tütsüsü, filtre kahve ya da bir arkadaşın ya da kendisinin freeshoptan almış olduğu bir şişe şarap, anısı olması çok muhtemel bir kalemlik, ikea masa lambası ve ufacık bir kaktüsten oluşabilir. Sosyal bilimcimiz sağcı ise, laboratuarın, duvarda illa ki akşam pazarından alınmış tercihe göre Osmanlı arması, Arapça hat sanatıyla yazılmış herhangi bir şey ya da fakir askerlerin herhangi bir savaşta çekilmiş bir fotoğrafı, alınmış ama yakılmayan bir masa lambası -devletler gibi hep tepe ışığı kullanırlar ve genelde floresandır, çok muhtemel kendi adının ve varsa titrinin yazdığı bir deri ve metalden yapılma mantıksız büro masaüstü seti ve bir devletlûdan gelmiş ve afili görünsün diye abartılı fiyongu açılmamış bir saksı çiçeğinden oluşması muhtemeldir. Her iki laboratuvarda da kitaplar vardır tabii.]
Sosyal bilimcinin laboratuvarında işlenmeye başlanan alan çalışması faaliyeti, iki büyük yalanın, fotoğraf ile istatistiğin ahenkle dans ettiği bir faciaya her zaman gebedir. Sıklıkla da bu facia yaşanır. Mesela “Gezekler Mahallesi’ndeki 15-35 Yaş Arası Erkeklerin Kahvehanedeki Tüketim Alışkanlıkları” çalışmasında bu “denekler”in kahvede ekseriyetle çay, daha düşük oranda kahve ve en az da oralet ve tarçın içtiklerini öğrenebilir, kahvede pinekleyenlerin yaş ve öğrenim durumlarından mahalledeki işsizlik oranına bir bakış fırlatabilir ve hatta buradan iyice coşup bir siyasal analiz de döktürebilirsiniz. Gerçekte ise, bunların hepsi büyük bir saçmalıktır.
Burada kendi yarattığım bir sosyal bilimci stereotipi ve sosyal bilimler karikatürüyle gölge boksu yapma tuzağına düşmemek adına ölçeği büyütmem ve mevzuyu daha soyut ele almam gerekiyor (ama deminkileri yazmasam da çatlardım). Yine, Marx’ın filozoflara dönük “anlamakla yetindiler, has mesele değiştirmektir üstadım” yollu eleştirisini doğrudan sosyal bilimcilere yöneltmek de haksızlık olacaktır. İki nedenle: Birincisi, sosyal bilimler, akademik bir disiplindir ve akademi, bilgi üretmekle mükellef bir kurumlar ağıdır, fazlası değil. Bu bilgi üretme faaliyeti, doğrudan devletler yararına kullanılabilir ve hatta devletler, sosyal bilimin akademik bilgi üretim sürecini, genellikle ve ellerinden geldiğince, doğrudan ve/veya dolaylı mekanizmalar (kadrolar, burslar, ödenekli kürsüler, projeler vs.) üzerinden kendi olası siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel ataklarının bir tür bilgi dağarcığı olarak kullanırlar. Fakat işler her zaman devletlerin istediği gibi gitmez. Sosyal bilimler, akademi gibi finansmanı doğrudan devletler ve şirketler tarafından (tabii bizden yuttukları paralarla) sağlanan dar alandan kısa paslaşmalarla toplumsal alana çıkıp, toplumsal hareketlerle belirli bir bağ kurup, bu hareketleri etkileyip bu hareketlerden etkilendikleri bir mıntıka da yaratabilir.
İkinci neden basit: Aslolan pratiktir. Sosyal bilimcinin, özellikle de isyan ve devrim gibi netameli konularla ilgilenen sosyal bilimcinin durumu, deprem uzmanının durumuyla kabaca aynıdır. Deprem uzmanı, tarihteki depremlere bakar, kendi alanının literatürünü tarar, yerleşik ve potansiyel fay hatlarının haritasını çıkarır, düzenli sismik ölçümlerle bir veri tabanı oluşturur. Nihayet, bir deprem tahmininde bulunur. Ve tahmini genellikle tutmaz. Sosyal bilimci de, tarihte toplumların altüst olduğu uğraklara bakar, yine kendi alanının literatürünü tarar, toplumun yerleşik ve potansiyel fay hatlarının haritasını çıkarır, toplumsal nabzı düzenli biçimde ölçerek bir veri tabanı oluşturur. Nihayet, şayet bir isyan ya da devrim tahmininde bulunursa, bu tahmin çok yüksek ihtimalle tutmayacaktır. Sosyal bilimler, toplumsal pratiklerden ders çıkararak ilerler; tersi değil. Tam da bu nedenle, isyanlar ve devrimler üzerine ancak onlar olduktan sonra konuşulabilmektedir. Sosyal bilimler, bir isyanın ya da devrimin neden gerçekleştiğine ilişkin bir dolu madde sıralayabilirler. Şartlar olgunlaşmıştır, çelişkiler yeterince birikmiştir, eski düzenin meşruiyeti filanca ve falanca olayla tamamen bitmiştir, ciddi bir yönetim krizi bir ekonomikle kriz ile birleşmiştir, falanca bakanın açıklaması bardağı taşıran son damla olmuştur, vb. Hatta mesele çok daha kuramsal bir çerçeveyle de kavranabilir: Mevcut elit ağları ve rıza imalatı aygıtları çözülmüştür, savaşların yarattığı tahribat devletin ve rejimin yapısının kendisini yeniden üretmesini imkansız kılmıştır, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki sürdürülemez hale gelmiştir, vb. Fakat sosyal bilimler, isyanlardan ve devrimlerden sonra saydığı bu maddeleri, bu toplumsal olaylardan önce tespit edip haber veremez. Fakat burada yine sosyal bilimlere yüklenmeye gerek yok çünkü zaten vermesi mümkün değildir.
Akademi treninde yol alan sosyal bilimlerin büyük çaresizliği, akademik işbölümünün yarattığı kompartımanlaşmada ona en arkadaki köhne kompartımanın denk gelmesidir: Bu kompartımanın camları puslu, koltukları kırıktır; camdan kafanızı çıkardığınızda ne treni ne de yolu tam olarak görebilmek mümkündür; bu kompartıman, tünele, köprülere en son girer ve buralardan en son çıkar; ses yalıtımı berbattır ve en fazla gürültü buraya gelir; nihayet, tren kaza yapsa, bunu en son öğrenecek olan da yine bu kompartımandır. Sosyal bilimler, bu anlamda, öngörememeye yazgılıdır. İnsanın bütün marazlarını taşımasıyla tam bir “beşeri” bilimdir. Her şey olup bittikten sonra, üstündeki tozu toprağı silkeleyip olay mahallini dolaşır, insanlarla konuşur, notlar alır, tren raydan çıkmadan önce ve çıktıktan sonra neler olduğuna dair bir çerçeve çizmeye çalışır. Bu sırada diğer kompartımanların sakinleri de kendi “disiplin”lerine ait “malzeme toplamak” ile meşguldürler. Sonunda, her disiplin kendi laboratuvarına koşar. Belirli bir zaman sonra, akademik veri tabanlarına erişimi olan şanslı aşırı azınlık, “Metalürji Termodinamiği ve Ray Mekaniğinin Son Tren Kazası Işında Bir Değerlendirmesi”, “Makinist Psikolojisi: Bir Vaka Analizi”, “Kuş Göç Yollarının Demiryolu Taşımacılığına Etkisi: Bir Giriş”, “Tren Kazalarına Tarihsel Bir Bakış”, vb. makalelerini okuyabilecektir. Herkes, fili bir şekilde bir yerinden tutar. Akademik bonus ve maxi puanlar yerini bulur, akademik eş dost arasında omuzlar hafif dikleşir, bonus ve maxi puanlar yeterince birikmişse bir titr başvuru dosyası hazırlanmaya başlanır; işte bir tren kazası daha böylece geçmiştir.
Sosyal bilimleri olay mahallinde unutmayalım. Sosyal bilimler, tren kazasını, adı üstünde “sosyal” olarak açıklamakla yükümlüdür. Fizik, matematik, nöro-psikoloji, davranış bilimi, sibernetik, meteoroloji, psikoloji, sosyoloji, tarih, patoloji bilimi ve insana dair ne kadar bilim alanı varsa hepsinin söz konusu olduğu bir “olay”ı açıklamak zorundadır, vahim durumdadır. Hele ki sosyal bilimler kompartımanının en arkadaki tamamen kırık koltuklarında yolculuk yapan siyaset bilimi söz konusuysa, durum daha da vahimleşebilir. Bir kere siyaset bilimi o sırada tren kazaları literatüründen bir şeyler okumaktadır ve kulağında da müzik vardır, evet, bir ara bir “sallantı” hissetmiştir ama trenin raydan çıkacağına ilişkin o an hiçbir öngörüsü yoktur. Nihayet tren raydan çıkar, ortalık toz duman olur, trendeki bütün kurulu düzen ve hiyerarşiler darmadağın olur. Siyaset bilimi, bütün bu sahneye ve bu sahneye dair düşüncelere literatürden aşinadır, üzerinde “acil durumda camı kırınız” yazan alıntı defterini çıkarır ki o cam, kendisinden önce zaten kaza marifetiyle kırılmıştır ve işe koyulur. Ortaya çıkartacağı analizin muhtemel başlığı “Raydan Çıkmak: Şerrefsizim Benim Aklıma Gelmişti” olacaktır.
Şimdilik bir nokta daha.
ώ
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.