Yaşanan küresel hegemonya krizi Türkiye egemenlerinin hareket alanını genişletiyor, ama aynı zamanda o alanın etrafı iki küresel güç tarafından kuşatılıyor ve kuşatma mümkün olan her fırsatta/ yapılan her “hata” sonrasında daraltılıyor
Yaşanan küresel hegemonya krizi Türkiye egemenlerinin hareket alanını genişletiyor, ama aynı zamanda o alanın etrafı iki küresel güç tarafından kuşatılıyor ve kuşatma mümkün olan her fırsatta/ yapılan her “hata” sonrasında daraltılıyor
Sistemin, onun koruyucusu devletin ve üstündeki rejimin farklı biçimlere bürünerek ve değişik ağırlıklar kazanarak kendisini dışa vuran çok yönlü krizi çözülüp aşılamadıkça, ağırlığı ve yarattığı tahribat artıyor.
Ortaya çıkan olasılıklar, şimdi yaşadıklarımızı gölgede bırakabilecek yıkıcılıkta gelişmelerle yüklüler.
Kendisini koruyarak krizleri aşma kapasitesi kalmadığı anlaşılan düzen, kendisini aşıp yeniden oluşturma ve ortaya çıkacak yeni duruma dayanarak yeniden kendisini var etme seçeneğini de değerlendiremiyor. Bu açmaz, sıkıştığı bir çıkmaz sokak içinde çırpınarak kendisini sürdürmeye çalışan bir düzen gerçekliğini oluşturuyor.
Düzenin güncel iktidarı olan ve aynı zamanda yeni bir rejim kurmaya çalışan Erdoğan/AKP ise, aslında sürekli zayıfladığı süreci, elindeki medyayı kullanarak maskeliyor ve bol parlaklık ve gürültüyle açmazını göstermemeye çalışıyor.
Sürüp giden ve sürdükçe derinleşen çok yönlü kriz, düzenin kendisini sürdürebilmesi için dayanması gereken en temel sütunlarda çatlaklar yaratmaya başladı. Ve hatta, düzenin üstüne yerleştiği zeminde kırılmalar yaşanıyor.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında oluşan devlet krizinin, zaten sürüp gelen ekonomik ve politik krizleri kışkırttığını, verdiği hasar ve yarattığı güvensizlik ortamı dolayımıyla devletin çekirdeğini çatlatıp zaaflı duruma soktuğunu, oluşan zayıflığın zaten oldukça güçsüz olan hukuk sisteminin yerini keyfiliğin alması, devlet şiddetinin arttırılması ve o da yetmeyince sivil terör çetelerinin örgütlenmesi yoluyla üstünün kapatılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Çıkmazdan çıkış için yapılıp edilenlerin onu daha da kalıcı ve derin hale soktuğu ve şayet bu yönde ilerlenirse şimdiden sonra da gene öyle olacağı açık değil mi?
Üstelik, yaşanan süreci dikkatle takip eden ve aslında sadece takip etmekle yetinmeyip kendi ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalışan büyük küresel güçler, sürecin devamının kendilerinin “oyun kurucu” olma kapasitelerini artırdığını gördükleri için, hem sürecin devamı hem de kendi etki güçlerinin artması yönünde tutumlar geliştiriyorlar.
Açıkça görülüyor ki, ABD ve Rusya Türkiye’yi paranteze almış durumdalar.
Evet, yaşanan küresel hegemonya krizi Türkiye egemenlerinin hareket alanını genişletiyor, ama aynı zamanda o alanın etrafı iki küresel güç tarafından kuşatılıyor ve kuşatma mümkün olan her fırsatta/ yapılan her “hata” sonrasında daraltılıyor. Zaman aktıkça, Türkiye, kendi başına parmağını bile kıpırdatamayacağı ve esas olarak iki gücün “oyun alanı” haline geleceği bir sona doğru sürükleniyor. Türkiye, göz göre göre bir “ameliyat masasına” doğru iteleniyor.
İktidar yanlıları daha çok ABD’nin hamleleri üzerine gürültü koparsa da, Rusya’nın da kazananın hep kendisi olduğu sözümona “görüşmelerle” Türkiye üzerindeki ağırlığını artırdığını saptamalıyız.
Yine de, yerelde kapitalizmin kuruluş süreci içinde yapılandırılmış olan ABD odaklı emperyalist bloğun ağırlığı hala belirleyici. Rusya ise, henüz kimi mevziler kazanmanın ötesine geçebilmiş değil.
ABD-AB odaklı güç alanı, Türkiye kapitalizminin kuruluş süreci içinde ekonomi ve siyasette oluşturduğu güç alanı ve bu alana dayanarak kurduğu bağımlılık ilişkisini kullanarak yol almaya çalışıyor. 15 Temmuz darbesi, başka anlamlarından ayrı olarak, bu güç alanının “niyeti” açısından epey “açıklayıcı” oldu. Diz çöktürerek tümüyle teslim almak ve yeniden sömürgeleştirmek istiyorlar.
Türkiye egemenlerinin ise, yaşanan küresel hegemonya krizinin yarattığı fırsatlardan faydalanarak bölgesel bir hegemon güç olmaya, başarabilirlerse de kazanacakları ağırlık üzerinden küresel hiyerarşide daha üst sıralara sıçramaya çalıştıkları görülüyor. Ancak, hem güçleri yetmiyor hem içinde konuşlandıkları despotik devletin birçok yapısal özelliği (başta Kürt sorunu olmak üzere) yüzünden günümüz koşullarında kapasite yetmezliği yaşıyorlar hem de bölgedeki pastanın tümünü kapmak isteyen ABD ve Rusya’nın baskısıyla baş edemiyorlar.
Henüz net bir sonuca bağlanmayan sürecin, Türkiye egemenlerinin dayanma gücünün zorlanacağı ve küresel güçlerin etki alanlarının artacağı biçimde aktığını saptayabiliriz.
İçinde yaşadığımız sürece başka bir açıdan baktığımız zaman göreceğimiz manzara şudur:
Türkiye kapitalizmi, ulaştığı güncellikte, kendisini şimdiki haline dek taşıyan “devlet babası” tarafından baskılanıyor; üstelik, bizzat onun tarafından hazır yiyici, şahsiyetsiz ve vurguncu bir kimlikle yapılandırıldığı için, “babasını” aşabilecek bir kapasiteye de sahip değil. O zaman da, şimdi yaşadığımız “tıkanma” ve sürüp giden tıkanmanın bir ürünü olarak da “çürüme” ve giderek “çözülme” ve “güçsüzleşme” dinamikleri çalışıyor.
Evet, Sümerler’den Bizans ve Osmanlı’ya dek uzanan bir tarihselliğin artığı olan ve dönüşerek günümüzdeki kapitalist yapısına dek kendisini sürdüren despotik devlet ve devlet odaklı siyasal ve toplumsal alan gerçekliği, kendi kucağında el bebek gül bebek büyüttüğü sermayenin güncel hareketini, yapısal yetmezlikleriyle tıkamaya başladı. Onu var eden kimi yapısal özellikleri günümüz toplumunun ihtiyaçlarına cevap üretemiyor, tersine sermayenin somut-tarihsel hareketinin önünde engel oluyor.
Günün, karmaşık, akışkan, sürekli değişen, hız odaklı, yoğunlaşma ve başarı talep eden, çok yönlü yarışla kendisini var eden ve her düzeyde kompakt konumlanmaları gereksinen kapitalist rekabet koşulları, despotik yapının tarihsel süreç içinde yapılanmış varoluş tarzını her tarafından zorluyor. O, her tarafından dökülen, sık sık terör düzeyine sıçrayıveren süreklileşmiş despotik baskıyla ayakta duran, yeniliklerden çok eskiye, hızdan çok yavaşlığa, yaratıcılıktan çok var olanı korumaya dayalı varoluşuyla, içinde barınan sermayenin de önünü tıkıyor. Ancak, sermaye de, aynı devletin “damgasını” yediği için, kendi tıkanıklığını aşacak kapasiteye sahip değil.
O durumda, yerel sermaye güçlerini zaten kuşatmış ve içermiş olan ABD-AB odaklı sermaye güçleri, inisiyatiflerini daha da genişletmeye çalışıyor ve elbette bu hamlelerinin siyasi ve askeri açılımını yapmak için kendi devletlerini görevlendiriyorlar.
Öyle gözüküyor ki, yerel coğrafyadaki sermaye birikiminin doğrudan ve tümüyle kontrolü için farklı küresel güçler tarafından hamleler yapılıyor.
TC devleti ise, en iyi bildiği yoldan ilerlemeye, kendisini aynen sürdürmeye ve bunun içinde despotik yapısını güçlendirmeye çalışıyor.
Yerele ait olan bütün anayasal haklar tasfiye ediliyor, yasama, yürütme ve yargının zaten son derece zayıf olan “özerklikleri” tümüyle yok edilip tek kişiye indirgenmiş bir merkezi otoriteye bağlanıyor, devletle içinde yaşayanlar arasındaki bütün dengeler dümdüz ediliyor ve halkın devleti kontrol edebildiği bütün yasal süreçler boşluğa itiliyor, hukukun yerini yüce otoritenin keyfi tutumları alıyor, toplumsal yaşam militaristleştiriliyor, halk içindeki etnik ve inanç farklılıkları kaşınıp kışkırtılıyor, kadınlara yönelik erkek şiddetinin en kanlı ve utanmaz hallerine ortam hazırlanıp yol veriliyor.
Bu despotik terör hattı, sermayenin emekçilere yönelik sömürüsünün ve doğayı talanının önünü sınırsızca açarak uygulanıyor.
Ortaya çıkan hoşnutsuzluklar ise, yerel halkın içindeki etnik ve inanç farklılıkları kışkırtılarak ve bölgeye yönelik fetihçi maceralarla köpürtülen şovenizm ve devlet fetişizmiyle yanlış biçimlere büründürülüp, çıkmaz sokaklarda çırpınarak tüketilmeye çalışılıyor.
Ama, aslında, despotizm, yapıp ettikleriyle kendisini zayıflatıyor. O, sonuç alamadan boşa enerji harcayarak, daha fazla yıpranacağı ve hatta kendisini tüketeceği intiharvari bir sürecin içinde sürükleniyor.
Şimdi, despotizmin tam tersi yönde ilerleyerek, yerel meclislerin belirleyici olduğu, devletin halkın üstünde bir “efendi” değil de “hizmetli” olacağı, “pahalı” değil “ucuz” bir merkezi bürokrasinin yeterli olacağı bir demokratik cumhuriyet inşa etmek gerekiyor.
Demokratik cumhuriyette, farklı kimliklerin özgürce kendisini ifade edebilecekleri bir ortam yaratmakla yetinerek farklılıklara “kör” olunmalı, asgari yaşam standartlarının sağlanması bütün yurttaşlar için anayasal bir hak olmalı ve bunun için de artan oranlı servet vergisi vergi sisteminin merkezine konulmalıdır. Bölgede ise, kışkırtıcı ve maceracı bütün politikalara derhal son verilerek, emperyalist provokasyonlara karşı halklar arası dayanışma sağlanmalıdır.
İşte, sadece egemenler hareket etmiyor.
Halkın toplumsal özgürleşme ve refah içinde bir yaşam arzusu da, farklı biçimlere bürünerek, zayıf ya da güçlü olduğu değişik ağırlıklar kazanarak ve canlanıp sönümlenerek ama bir şekilde sürekli var olarak kendisini gösteriyor.
Her türden özgürlük ve demokrasi arayışının dinamosu olan bu arzu ve arayış, sıklıkla toplumsal hareketler biçiminde kendisini gösterirken siyasal biçimlere bürünmekte ürkek, kararsız ve zayıf kalıyor.
Birbirinden kopuk olarak kendilerini var etmeye çalışan farklı toplumsal hareketleri ortak ihtiyaçları zemininde ortaklaştırmak ve bu ortaklaşmayı uygun ve meşru örgüt ve mücadele biçimleriyle güçlendirip biçime sokarak, süreklilik kazanmasını ve güçlenmesini sağlamak, halkçı-devrimci güçlerin güncel görevi olarak kendisini dayatıyor.
Siyasallaşma yönünde yaşanan gerilimleri çözmek ve ürkeklikleri aşmak ise, bütün toplumsal güçlerin ortak ihtiyacı olan Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükselterek başarılabilir.
Egemenlerin, diktatörlük, hukuk dışı keyfilik ve terör dayatmasıyla, hareket halindeki toplumsal güçlerin özgürlük, demokrasi ve refah arayışı arasındaki gerilim alanı, sosyalist siyasetin güncel gerçekliğinin oluşabileceği somut- tarihsel alandır.
Egemenlerle halk güçleri arasındaki mücadelenin kristalize olduğu bu alan, aynı zamanda halk güçlerinin güçlenebilmesi açısından uygun bir zemindir. Sosyalistlerin toplumsal meşruluk zeminine yerleşerek ülke çapındaki güç dengelerine yerleşebilmesi de, aynı alanın kendisine dayattığı somut-tarihsel eşikleri aşabilmesiyle gerçekleşebilir.
Kaotik ortam bir çözüme ulaşamadan sürdükçe, yarattığı toplumsal ve siyasal gerilimler yıkıcı sonuçlar üretiyor.
Çürüme ve çözülme, devletin ve toplumsal alanın içinde etki alanı oluşturmaya, dışındaki bölgelere yayılarak alan genişletmeye ve giderek kendisinin hakim olarak her şeyi dibe çekeceği bir güce ulaşmaya çalışıyor.
Keyfilik ve her sıkıştığında teröre başvurmak, yurttaşların verdiği vergilerle kendisini var eden kamu güçlerinin, en tepede en güçlü örneğiyle herkesin gördüğü gibi, normal davranış biçimi oldu. Bu durum, hızla bütün toplumu sararak, her gücün kendi durduğu yerden, kendi ihtiyaçları üzerinden ve kendi gücü oranında uyguladığı bir yayılıma ulaşıyor.
Toplumsal yaşam cehennemi bir gerilimle yüklenirken; çaresizce çırpınmanın, keyfiliğin ve terörün ötesine geçemeyen egemenlerin tıkanmışlığı; ülkenin gittikçe karanlık hale bürünen gidişatındaki olası bir olumlu çıkışı, ancak egemenlerin dışında olan halk güçlerinin yapabileceğini gösteriyor. Farklı egemen fraksiyonların kendi iktidar alanlarını kurma yönünde davrandığı günümüzde; somut-tarihsel ortam, halk güçlerini de kendi ihtiyaçlarını esas alan fiili-meşru bir pratiğe yönelmeye itiyor.
Aslına bakılırsa, sistemin politik güçlerinin tutumları artık neredeyse tümüyle aynı yapıya bürünmüş durumda. Sözümona solcu Kılıçdaroğlu, en sonunda Yunanistan’ın adalarını fethetme konusunda Erdoğan’la yarışa başladı. Bahçeli el yükseltip bütün Yunanistan’ı fethetmeye çağrı yaparsa, kim şaşırır? Lümpenlik, çiğlik ve zırvalama yarışı yapılıyor.
Ancak, sonuç ortada, kimse kazanamıyor. Evet, sözlerde yıldırımlar çakıyor, ama hiçbirinin gücü egemen olmaya ve düzenin içinde sarsıldığı krizi çözerek iktidarlaşmaya yetmiyor.
Hepsinden güçlü olan, devletin yapısıyla ilgili derin tarihsel köklerden de beslenen ama günümüzde kapitalizmin çok bileşenli krizi tarafından damgalanan kriz gerçekliği değil mi? Kim, ne yaparsa yapsın, hükmünü yürüten ve bütün sistem içi politik güçleri önünde sürükleyen kriz değil mi?
Kriz, çok konuşulduğu gibi sadece halkı çürütmüyor, sistemin-düzenin bütününü sarıp sarmalayan bir çürüme gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Gücün en çok parlatılıp en çok uygulandığı günümüzde, aslında güçsüzlüğün hakim olduğunu saptarsak, abartmış mı oluruz?
Sizce Erdoğan önündeki bütün engelleri aşarak kendi düzenini kurabilecek mi? Başkan seçilse bile, iktidar olabilecek mi? Kürt hareketine karşı yerel ve bölgesel bir askeri zafer kazanmadıkça ya da Batı bloğuyla tabi olacağı ve dayatılan bütün koşulları diz çökerek kabulleneceği bir “denge” kurmadıkça iktidar olabilir mi? Bu eşiklerin aşılamadığı her durumda etrafındaki kuşatmanın sürekli daraltılması gerçeği tarafından çözülmeye zorlanacağı açık değil mi?
Peki, ya Kılıçdaroğlu, diyelim ki “hayaller gerçek oldu” ve Erdoğan’ı devirdi, siz bu kişinin gittikçe sertleşen kaotik ortamın gerilimlerini idare edebileceğini düşünüyor musunuz? Zorlandığı anda dağılıp gidivereceği açık değil mi?
Şimdi Erdoğan’ın gölgesinde konumlanarak güç toplayan sözümona “Batı karşıtı” ordu fraksiyonunun, sizce bir gün Erdoğan’a omuz atıp devirerek öne çıkıp yeniden egemen olma şansı var mı? Hepimizin bildiği “gizli” hayallerini hayata geçirebilecek güce artık sahip olmadıkları açık değil mi?
Ya şu hiç gözükmeyen NATO-TÜSİAD ittifakı, aslında en şanslı olacağını tahmin edebileceğimiz bu kanadın, Erdoğan’a rağmen iktidar olma şansı var mı? Diyelim ki başarılı olsalar da, Kürt hareketinin askeri yenilgisi ya da sorunun çözümü seçenekleri tarafından zorlanacakları, çözüm seçeceğinin zaten başka bir Türkiye’nin önünü açacağı belli değil mi? Peki, o durumda sürecin nereye evrileceğini kim bilebilir?
İşte, sahnenin önünde sürekli bağıran politik güçlerin kopardığı kuru gürültüye kanmazsanız, aslında çok yönlü kriz tarafından sürekli sarsılıp zorlanan sistemin bütün siyasal düzeninin, en gerideki devletten öndeki politik temsilcilere kadar, krizi çözerek aşmak bir yana onun bir öğesine dönüştüklerini, sürekli derinleşen bir çürüme, keyfilik ve güçsüzlük sarmalına yakalandıklarını görebilirsiniz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.