Alain Badiou, aralarındaki ideolojik uçuruma rağmen reformist Laurent Joffrin ile sosyalist deneyimler ve komünizmin bugünkü anlamı üzerine görüşmeyi kabul etti
Komünizm idealinden vazgeçmeyen 80 yaşındaki Maocu delikanlı Alain Badiou, aralarındaki ideolojik uçuruma rağmen reformist Laurent Joffrin ile sosyalist deneyimler ve komünizmin bugünkü anlamı üzerine görüşmeyi kabul etti. Bu görüşmeden keyifle okuyacağınız bir söyleşi çıktı
Alain Badiou seminerlerine son verdi ve yakında “Gerçeklerin Sürekliliği” adlı kitabını yayımlayarak “Kişi ve Olgu” (1988) ve “Dünyaların Mantıkları” (2006) adlı eserlerini de kapsayan üçlü diziyi tamamlamış olacak. Seksen yaşındaki delikanlı sürekli yayımlıyor ve işte yine üç diğer kitabı: “Sizlerin çok sayıda olduğunu biliyorum. (Fayard), Felsefede Alman geleneği (Lignes) ve Politikanın övgüsü (Flammarion). 2009 ‘da Aşkın Övgüsü’nü yazar. 2013’te Tiyatronun Övgüsü’nü yazdıktan iki yıl sonra Matematiğin Övgüsü gelir. 1968’den beri burjuva demokrasilerini şöyle tepeden tırnağa süzerek hiçbir seçimde taraf olmadı ve bağlı olduğu Maocu topluluğun ilan ettiği ideale sadık kaldı: Fransa Marksist-Leninist Komünist Birliği grubunun gazete ve bildirileri Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun resimleriyle doluydu.
Libération kuşkusuz “dönek”ler arasında sınıflandırılmışsa da, A.Badiou L.Joffrin ile görüşmeyi kabul etti. Joffrin ise siyasi oyun içinde yorumcu ve sosyal demokrasi ve reformizmin savunucusu olarak yer alır. Politikanın Övgüsü çerçevesinde karşılıklı görüşler çok canlı oldu ve ikisini ayıran hendeği de ortaya çıkardı. Biri popüler isyan üzerine kurulu “komünist varsayımı” savunur ve koşullarını tanımadığını kabul ederken diğeri adım adım ilerlemeyi gözetiyor.
Koşullar. İşte iki kişiyi ayıran konu. Birincisi için eğer Goulag ya da Kültür Devrimi’nin ölülerini sayarsak, kapitalizmin ölülerini de (sömürgeleşmeden dünya savaşlarına kadar) sayalım. İkincisi için ise bu bir aldatıcı yaklaşım.
Alain Badiou, sizce politikanın tanımı nedir?
Alain Boudiou: Belki de kitabın adını “Bir Politikanın Övgüsü” olarak değiştirmeliydim. Gerçekten, politikanın iki tanımını görüyorum: Birincisi, sorunu Devlet iktidarının fethi ve yürütülmesi üzerine odaklar. Burada politika iktidarın gereklerinin gerçekçi yönetimi olarak tanımlanır. İkinci tanım, özellikle Platon ile daha erken ortaya çıkar ve esas sorunun adalet olduğunu ele alır; kolektif gerçeği oluşturan güç ilişkileri ve eşitsizliklerden kurtulmuş olan… Bu tartışma Aristo ve Platon arasında daha önce de var oldu. Birincisi çok pragmatik bir görüşe sahip ve toplumların ekonomik ve finansal koşullarını çözümler ve orta sınıfın varlığını tasa ederken Platon önce adaletli bir toplumu tanımlamayı dener ve bu topluma ulaşmak için gerekli araçları sonra düşünür.
Laurent Joffrin: Bu ayrım bana uygun. Ama Politikanın Övgüsü’nde siz daha ileri gidiyorsunuz. Sizin için politika eğer üretim araçlarının özel mülkiyeti söz konusu edilirse vardır. Politika biri özel mülkiyete dayalı, diğeri kolektif mülkiyet üzerine kurulu tümüyle farklı iki toplum örgütlenmesi önerisi arasında çatışma olduğunda başlamaktadır. Bence, bu yanlış. Piyasa sistemlerinde politika vardır: Irak’ta savaş yapmak ya da yapmamak politikadır; varlık vergisini kaldırmak ya da korumak politikadır; Fillon’a ya da Hamon’a oy vermek politikadır. Mülkiyet sorunu diğer sorunlar arasındadır. Komünizmin başarısızlığından sonra ikinci düzleme geçmiştir.
A.B.: Ama esas nokta bu. Yerleşik tarım, yeni üretim, iletişim ve savaş biçimleri çevresinde oluşan Devletler zamanında ortaya çıkan politik toplumlar tümüyle ortak olarak ele alınması gereken malların özel sahiplenmesi üzerine kurulu toplumların sınıflara bölünmesine bağlıdır. Politika sahip olanlar ile sahip olmayanlar arasındaki uyuşmazlığı düzenler. Bugün biz, özellikle teknik açıdan en mükemmeli olan ve benim “politikanın neolitiği” dediğim sonuncu biçimdeyiz. Kapitalizm, özel mülkiyet çevresinde toplumun örgütlenmesinin uzun tarihinin sonucu olarak temsil edilir. Özel mülkiyetin doğal varış noktası toplumdur. Dolayısıyla, politika bugün adaletin en basit anlamıyla, tümüyle değişimini, sistemik dönüşümünü varsayar.
L.J.: Politikadan söz etmek için özel mülkiyet ve piyasa kurallarını söz konusu etmenin gerekli olduğuna inanmıyorum. Daha önemli diğer sorunlar var. Bu, şeylerin tümüyle ekonomist bir görüşü.
A.B.: Tümüyle farklı düşüncedeyiz. Mülkiyet sorununu ortaya koymayan bir politika ilk anlamdaki yani Devlet iktidarının yönetimi olan politikadır ki bu da burjuva mülkiyetine dayalıdır yani finansı, hisse senetlerini, sanayiyi ve medyayı ilgilendirir. Liberal yönetim ile sosyal liberalizm yönetim arasında kuşkusuz ince ayrıntılar vardır.
L.J.: Bunlar ince ayrıntılar değil.
A.B.: Tabii ki ince ayrıntılar.
L.J.: Bırakın da kanıtlamaya çalışayım. Bir örnek alayım: Toplumda dinin yeri. Bir teokrasiyle laik rejim arasında seçim milyonlarca insanın günlük yaşamını belirler; özel mülkiyete bağlı değildir. İş yasasını daha liberal yönde reforme etmek siyasi bir seçimdir ve milyonlarca Fransız emekçisinin kaderinde sonuçlara yol açacaktır.
A.B. :Evet tabii ki.
L.J.: Bunlar ince ayrıntılar değil. Ben buna toplum örgütlenmesi konusunda derin anlaşmazlıklar diyorum. İnsanlığın geleceğini tehlikeye atan küresel ısınmaya karşı mücadele etmek ya da etmemek ince ayrıntı değildir.
A.B.: Tamam işte, Dünyanın yakılıp yıkılması mülkiyet sorununa bağlıdır. Özel kâr, ortak malı yıkıp mahveden bir sistemdir. Ekoloji sorunu kapitalizmi söz konusu etmeyi varsayar.
L.J.: Özel mülkiyet kaldırıldığında, doğal kaynakların daha şiddetli yıkımına şahit olduk.
A.B.: Bu başka bir sorun. Özel mülkiyete dayalı milyonlarca yıl yönetim sonrası, 70 yıl süren bir kolektifleştirme deneyimine sahip olduk. İnsanlık tarihinde ilk kez Rusya ve Çin’de yürütülen bu kısa deneyimin daha sonra istikrarlı bir biçime sahip olmamasına ve geçici olarak başarısız olmasına nasıl şaşırmamalı!
L.J.: “Komünist varsayımı” savunuyorsunuz. Tamam. Sık sık konuşuyor ve kitapta yazıyorsunuz. Peki, bu varsayımın neden pek yankısı olmuyor? Çünkü kimse istemiyor. Hiç kimse tarihsel bir felaketle sona eren komünist deneyimi yeniden yaşamak istemiyor.
A.B.: Hiç kimse başarısız olan bir şeye devam etmek istemez! Bakın. Geçerliliğini saptamak için ilk deneyimlerin inandırıcı olmaması nedeniyle bir varsayımı terk etmek pek akılcı değildir. Neyse ki fizikçiler ve artistler bu tür kanıtlamalarda bizi pek izlemiyorlar.
Alain Badiou, başarısız iseler neden Rus ve Çin deneyimlerinin avukatlığını yapıyorsunuz?
A.B.: Avukatlığını yapmıyorum. Aksine, zenginliklerin kolektif adil sahiplenmesi varsayımını kurtarmak için başarısızlıkları tespit etmek gerektiğini, bu genişlikte bir deneyimin ilk on yıllarında bunların kaçınılmaz olduğunu ve yeni çözümler bulunması gerektiğini söylüyorum. Ama Laurent Joffrin ve hakim kapitalist görüş için her şey ayarlanmıştır. Bu tür adalet biçimi suçludur.
L.J.: Ama komünizm özünde başarısız olmuştur, sadece özel koşullarında değil. Daha ileriye götürülmediği için bu deneyimlerin başarısız olduğunu söylüyorsunuz. Ama daha ileriye gittiği için başarısızlık daha açık oldu. Çin’de 50’li yılların sonunda yapılan Büyük İleri Atılımı örnek alıyorum. Kolektif sahiplenme epey ileri gitti. Sadece topraklar değil, araçlar, gübre, köylülerin günlük yaşamı kolektifleştirildi. Köylüler kolektif kantinlerde yemek yiyor ve kendi araçlarını geri veriyorlardı. Sonuç: Bir yılda tarım üretimi çöktü. Çin’in kır kesimi geçim tarımının sınırında olduğundan bu aşırı komünizm korkunç bir açlık yarattı. Mao’nun emriyle, sistem iki yıl suç yaratarak sürdürüldü. Kolektifleştirmenin felakete yol açtığı ve 10-30 milyon arası ölüme neden olduğu saptandı. Aynı süreç başka yerlerde saptandı.
A.B.: Kesinlikle hayır.
L.J.: Örnek verin o zaman.
A.B.: 70’li yıllarda, SSCB ikinci ekonomik güçtü. Doğu Almanya sanayileşmiş ülkeler sıralamasında yedinci sıradaydı.
L.J.: Ama sayılar yanlıştı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasında anlaşıldı! Batı ve Doğu Almanya’yı karşılaştırmak yeterli. Birincisi ikinciye göre ekonomik alanda daha başarılı oldu, özellikle ücretliler açısından. Kamusal özgürlüklerden hiç bahsetmiyorum!
A.B.: İşinize geldiğinde (rahatsız ettiğinde) sayılar hep yanlış olur! Ama sorunun temeli bu değildir. İnsanlığın geleceğinin bağlı olduğu ve eşi benzeri olmayan daha önce örneği önceki yüzyıllarda görülmemiş özgürleştirici bir varsayımın ilk gerçekleşme anlarında önemli bunalımlara sahip olabileceğini düşünebilir, sınıflayabilir ve düzeltebiliriz. Olayın tersi tuhaf olacaktır! Matematikte çok zor olan bir sorunun kaderine dönüyorum. Büyük zekâların yarattığı hatalar çözüm bulma gerekliliğini geçersiz kılmaz.
L.J.: İstiare (metafor) kullanıyorsunuz ve hiçbir kanıtlama değeri yok. Matematik alanında olup biten ipso facto (bu sebeple) topluma uygulanamaz. Kobaylar üzerinde olduğu gibi halklar üzerinde de denemeler yapıldı. Bir an geldi ve deneyimlerden bıktılar! Ayrıca büyük ölçekte katliamlara neden oldular.
A.B.: Liberalizmden bıktılar. Eğer ölüleri sayacaksak, sayalım.
L.J.: Kitabınızda sömürgecilikten söz ediyorsunuz yani kapitalizmin en olumsuz yönü.
A.B.: Çok hafif şekilde komünizmin en olumsuz yönünü ele alıyorsunuz.
L.J.: Bize katliamlar açısından komünizm kapitalizmden daha kötü değildir diyorsunuz. Bu tartışılır. Ama haklı olduğunuzu kabul edelim. Bu durumda, ilerleme nerede? Sömürgeciliğin ölüleri komünizmin ölülerini nasıl karşılayabilir? İlke olarak, komünizm özgürleştirme gücüdür. Kapitalizmden daha az öldürücü (tehlikeli) olmalıdır. Ama tersi gerçekleşti.
A.B.: Size sadece kapitalizm yolunun yoğun şekilde çok suçlu olduğunu gösteriyorum. Sadece sömürgecilik söz konusu değil. Geçtiğimiz yüzyılda iki dünya savaşının inanılmaz katliamları var. Geçmişin sorumluluğunu üstlenen bir komünizmin gerekliliğinden söz ediyorum. Siz kapitalizmin baskısı altında devam etmek istiyorsunuz.
L.J.: Hiç de öyle değil! Demokratik sosyalizm tarihsel olarak kapitalizmi reforme etti ve kişisel özgürlükleri garanti altına alan anayasal düzeni sürdürdü ve tüm karşı görünüşe rağmen savunmaya çalıştığınız tek parti baskısından daha az kurban yarattı.
A.B.: Bu sosyalizmi ben tanıdım. Cezayir savaşı sırasında benim siyasi okulum oldu ve sosyalist hükümetler altında Paris polis karakollarında işkence yapılıyordu!
L.J.: İzin verin de bitireyim. Piyasayı düzenleyen sosyalizm ya da sosyal demokrasi önemli ilerlemeler sağladı. XX. yüzyıl başında sosyalizm programı, sağlık sigortası ve sağlık sistemi, çalışma süresinin kısaltılması, iş yasası, tüm bu ilerlemeler milyonlarca emekçinin yaşamını iyileştirdi. Özgürlük içinde sosyalizm tarihi özel mülkiyeti koruyarak önemli ilerlemeler sağlanabileceğini ve ekonomik olarak etkin olduğunu gösterdi. Bu arada, kolektivist ekonomi etkisizlik, kıtlık, durgunluk, yalan ve kitlelerin baskısı içinde mahvoldu.
A.B.: Ama bütün bunların yarattığı dünya tümüyle adaletsiz bir dünya, eğer olduğu gibi kabul ederseniz yani koruma altında birkaç mekân değil de dünya ölçeğinde. Bugün, 364 kişi 3 milyar kişinin sahip olduğu varlığa sahip! Dünyada 2 milyar insanın adı sanı yok ve yaşama ihtimalinin arayışı içinde gezinip durmaktalar.
L.J.: Kitabınızda, 1966 yılında Mao’nun başlattığı Kültür Devrimi’ni yeniden savunuyorsunuz. Size söylüyorum ve söylediğiniz beni şaşkına çevirdi. Kültür Devrimi çoğu kez cahil genç çapulcular olup üniversitelerde, şirketlerde ya da bakanlıklarda entelektüelleri, sorumluları yakalamak ve sokaklarda aşağılayarak ve boyunlarına levhalar asarak dolaştırmak için boy gösterdi. Levhalara dönek, hain ya da revizyonist yazıldı. Bir örnek: Halk ordusunun kurucularından birisinin kızı olan kızıl prenses Song Binbin okulunun müdürünün linç edilmesine katıldı. Ama müdür bir komünistti ve tüm gece işkenceden sonra sabah öldürüldü. 1944 yılında Song Binbin özür diledi. Tiananmen Meydanı’nda kızıl korumaları kabul eden Mao’nun yanında görülür. Mao tarafından hep örnek olarak gösterildi.
A.B.: Kültür Devrimi’ni anlatırken Fransız Devrimi’ni anlatan bir taşralı vikont gibi davrandığını söylemeliyim.
L.J.: Ne vikontum ne de taşralıyım. Söylediğim yanlış mı?
A.B.: Söylediğiniz yanlış değil. Yanlıştan da kötü. Çünkü, kara mizah, reaksiyonerlik ve gülünçlük söz konusu. Kültür Devrimi bu tür anlatılara indirgemekte. Siz de Dumas’nın oğlu gibisiniz. O da Paris Komünü’nde sadece eski püskü giysili insanları gördü. Şaşırtıcı binlerce olay arasında önceki mücadelelerle felç olan Şangay Limanı’nın öğrenci ve işçilerinin yeni bir birliği tarafından işletmeye alınmasından söz etmiyorsunuz. XX. yüzyılın ikinci yarısında -68 Mayıs’ı gibi- öğrenci ve işçilerin en büyük kitlesel hareketini özetlemek için korkunç bir öykü seçiyorsunuz.
L.J.: Bu bir öykü değil. Kültür Devrimi’nin simgesi. Ve bir milyon ölüme neden oldu.
A.B. Bu hesapla, Fransız Devrimi’nin simgesi Nantes kentinde boğulanlar olabilir. Haydi canım sende!
L.J.: Bugün kimse Terörü (Fransız devrimi sonrası kanlı dönem) savunmuyor. Nantes’da boğulanlar Konvansiyon’un hayran olunacak yapıtında korkunç bir lekedir.
A.B.: Terör’den neyi kastediyorsunuz? 1792-1794 yılları söz konusu ise yani Krallığın devrilmesini izleyen dönem ise, bugün bile eşi olmayan 1793 yılının şahane Anayasası söz konusu ise, yabancı istilasına karşı harekete geçme ise, evet Terörü savunuyorum. Robespierre dönemi anahtar bir dönemdir ve İngiltere’de olduğu gibi kralın iktidarında anayasal basit bir kısıtlamadan öte Fransız Devrimi’ni başka bir şey yapar.
L.J.: Devrimin kendisi Teröre son verdi. Robespierre’e karşın ve dış tehlike uzaklaştığında. Robespierre taraftarları, bir delilik olan “yeni insan”ın ortaya çıkmasını sağlamak için deneyime devam etmek istiyorlardı. Ama bu dönemi savunabiliriz ve her şeye karşın sonunda, daha özgür bir toplum kurmayı sağladı. Mao’nun kızıl tugayları tarafından önerilen toplum terör ve baskı üzerine kuruluydu. Bugün Çinliler bundan iğreniyorlarken Fransızlar demokratik cumhuriyeti kabul ettiler.
A.B.: Bir şey bilmeden kızıl tugaylardan, Kültür Devrimi’nden söz ediyorsunuz. Bu açıkça görülüyor. Özgür toplumdan söz ediyorsunuz ama ayrı ayrı ele alınırsa özgürlük kategorisi anlamsızdır. Bir sanayi imparatorluğuna sahip bir kişinin özgürlüğü hiçbir şeye sahip olmayan kişinin özgürlüğüyle ne alakası olabilir ki! Büyük bir eşitsizlik bağlamında özgürlük yanıltıcı bir kavramdır.
L.J.: Özgürlük her durumda değerli bir şeydir. Mücadelenin koşuludur. Zenginler için olduğu kadar fakirler içinde önemlidir. Fakirlerin özgürlüğü zenginlerin iktidarını sınırlamayı sağlar. Örneğin Refah Devlet’ini düzenleyerek ki bu da gerçekleşti. Parti’nin bunu iptal etmesi komünist oligarşinin egemenliğine yol açtı ve bu da yeni bir eşitsizlik yarattı.
A.B.: Tamam bir deneyim yapalım on yıllardan beri tüm dünyada. Bu yere göğe sığdırılmayan bu “farklılık” sistemin korunması için bir dönüşümdür. İnsanlar artık bunu biliyorlar. Macron’u iktidara getiren güldürüde oy kullanmadılar.
L.J.: Aramızdaki temel ayrılık bu. Özgürlüğü eşitliğe feda ediyorsunuz. Ne birine ne de diğerine sahip olacaksınız.
Alain Badiou, tasarladığınız komünist toplumun özellikleri nelerdir?
A.B.: Komünist toplumun dört temel özelliğini güncellemektir: Üretim araçlarının özel mülkiyetini kaldırmak; yönetim işleriyle gerçekleştirme işleri arasında, entelektüel emek ile el emeği arasındaki işbölümüne son vermek; ulusal kimlik takıntılarına son vermek; tüm bunları kolektif görüşmelerde Devlet’in yoğunluğunu azaltmak.
Komünist deneyimde kullanılan araçları mahkûm ediyorsunuz. Komünist deneyimi doğrulamak için hangi yolu seçmeli?
A.B.: Askeri bir örgütlenmenin varlığı, iktidarı tek başına ele geçirecek ve yürütecek tek parti gerçeği düzenleyecek, hatırlattığım komünizmin ilkelerinin garantisi değildir. Politikayı yeniden keşfetmek gerek: Kitle ya da devinim demokrasisi ile örgütlenme ile Devlet arasında tümüyle yeni bir diyalektik gerek. Hangi biçim altında? Bilmiyoruz. Çünkü tarihte kuşku dönemleri vardır ve araçlar sorunu karanlık kalır. Araçlar sorununu aceleye getirmeden, sorunun meşruiyetini, varsayımın uygunluğunu yeniden kurmak gerek. Burada entelektüellere gereksinme var ve 80’li yıllarda “yeni felsefeciler” amblemli karşıdevrimin yarattığı tahribat sonrasında sayıları çok azaldı. Neyse ki yeni bir gençlik ortaya çıkıyor.
L.J.: Araçlar konusunda, kamu özgürlüklerini, oy kullanma, tüketicilerin seçimi, gidip gelme, ifade özgürlüğünü sürdürmek mi gerekir? Güçler ayrılığını ve siyasi iktidardan bağımsız adaleti sürdürmek mi gerekir?
A.B.: Bugünkünden çok daha geniş bir ifade özgürlüğü gerek. Çünkü, şimdilik mülkiyet yapılarının mutlak katılığını dikkate alarak, özgürlüğün çok sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Bunu size öğretecek değilim ve ifade özgürlüğü karşısında, büyük medyanın hemen hemen hepsi CAC 40’ın yıldızlarıdır (CAC40 -Fransa borsasının göstergesi).
L.J.: O halde, “insanlar” çoğunlukla komünist varsayıma karşı çıkarlarsa gerçekleşmeyecek?
A.B.: Mao söyledi ve yineledi: Kamuoyu yönünde derinliğine yapılmayan bir çalışma olmaksızın, politikayı ileri götüremezsiniz.
L.J.: Sonuçta demokratik yönteme başvuruyorsunuz. Bir çoğunluk çıkması gerek. Öncü ya da etkili bir azınlığın temelinde komünist varsayıma doğru gitmeyeceğiz.
A.B.: “Çoğunluğun” sayısal kavramının hiçbir siyasi anlam yoktur. Sondajların hiçliğine bağlıdır. Ama simetrik olarak, ben uzun süre önce öncü kavramını eleştirdim. Bir kitle hareketinin ve uygun bir kamuoyunun varlığı yenilenmiş bir komünist politikanın olası zaferleri için gerekli bir koşuldur.
L.J.: Demokrat mı oldunuz?
A.B.: Sizden daha demokratım. Demokrasinin A.B’si finansal ve medyatik oligarşileri hoş görmek değildir ve mülkiyet üzerine kurulu eşitsizlikler özgürlüğün her gerçek düşüncesine ölümcül kırılmaları zorla kabul ettiriyor. Benim gözümde hiç de demokrat değilsiniz.
L.J.: Bir kez daha, demokratik solun deneyimi sistemin reforme edilebileceğini gösteriyor. Gerisi için ise çoğunluğun kararlarına teslim oluyorum.
A.B.: Ama kim karar veriyor? Halk mı? Sözcüğün kökeni olarak demokrasi “halkın iktidarı”dır. Bu iktidarın oligarşi tarafından gasp edilmemesi gerekir ve bugün savunduğunuz kapitalizmde durum budur.
L.J.: Kapitalizmi savunmuyorum. Devlet’in düzenlediği piyasa ekonomisini savunuyorum. Bu aynı şey değildir.
A.B.: Hadi, hadi. Geç bunları! Kim “piyasa ekonomisinden” söz ediyorsa “kapitalizm” lafını ağzına almayı reddeder.
Sizce 2017’de acil olan nedir? Başkaldıran Fransa ve lideri olan Jean-Luc Mélenchon’u, Görünmeyen Komiteyi ya da Gece Ayakta hareketlerini biraz tırmalıyorsunuz.
A.B.: Mélenchon’u düşman olarak ele almak gibi bir niyetim yok. Benim deneyimime göre daha aktif, ideolojik daha geniş bir kesimin ortaya çıkmasıyla sosyal demokrasinin hassas bir evresinin varlığı komünist varsayımın yeniden ortaya çıkması için hep iyi bir ölçü olmuştur. Lenin bile sosyal demokrasinin bölünmelerinden ortaya çıkmıştır. François Mitterand taraftarı olan Mélenchon benim adamım değil.
L.J.: Bu beni güzelleştirir…
A.B.: Beni şaşırtmadınız. Mélenchon’un aktif olarak ortaya çıkması gençliğin bir kısmını birleştirdi ve belirli sayıda işçiyi ilgilendiriyor. Bekleyip göreceğim. Taş atmıyorum. Gerçek meyvelerini bekliyorum, yani komünist varsayımı yeniden canlandırmaya katkıda bulunmasını ve bağımsız örgütlenmesini ve popüler gücünün yeniden mümkün olup olmadığını bekliyorum.
8 Kasım 2017
[Libération’daki Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.