Üzgünüm Batista, yıllardır emperyalizmin ülkemizdeki gizli-işgalinin derinleşmesine aracılık ederek hizmet ettiğin ABD’yle aran bozuldu diye sana karşı mücadeleden geri durmayacağız
Üzgünüm Batista, yıllardır emperyalizmin ülkemizdeki gizli-işgalinin derinleşmesine aracılık ederek hizmet ettiğin ABD’yle aran bozuldu diye sana karşı mücadeleden geri durmayacağız. Aksine, daha fazla yükleneceğiz. Yeni-sömürgeci zincir, zayıfladığı yerden, halkın bağımsız inisiyatifiyle kırılmalıdır. Anti-emperyalizmin gereği budur. Fidel’den ve Mahir’den biliyoruz
Üzgünüm Batista, yıllardır emperyalizmin ülkemizdeki gizli-işgalinin derinleşmesine aracılık ederek hizmet ettiğin ABD’yle aran bozuldu diye sana karşı mücadeleden geri durmayacağız. Aksine, daha fazla yükleneceğiz. Yeni-sömürgeci zincir, zayıfladığı yerden, halkın bağımsız inisiyatifiyle kırılmalıdır. Anti-emperyalizmin gereği budur. Çünkü mücadeleden geri durmak, emperyalizmin, sabık işbirlikçisi ile ilişkisini onararak ya da yeni bir işbirlikçi bularak ülkemizdeki egemenliğini derinleştirmesine meydan vermek anlamına gelecektir.
Anti-emperyalist, ülkesine ve halkına sahip çıkar; ülkenin yağmalanmasına aracılık ederek iktidara yükselen “yerli ve milli” halk düşmanlarına değil. Anti-emperyalizm de, emperyalizmin askeri ve ekonomik entegrasyon yoluyla içsel bir unsura dönüştüğü 1945 sonrasının yeni-sömürgecilik çağında evvela “yerli ve milli” emperyalizm işbirlikçilerine karşı mücadeleyi gerektirir. Çünkü halkın karşısında emperyalist çıkarları savunanlar öncelikle bu “yerli ve milli” muktedirlerdir. Kâh emperyalist tekellerin yerli bayileri olarak “milli burjuvazi” kılığında, kâh emperyalizmin dayattığı nizamı devreye sokmak için darbe yapan “milli ordu” kılığında, kâh devleti neoliberal emperyalizme ayak uyduracak şekilde yeniden yapılandırmak için ele geçiren “demokratik yollarla seçilmiş milli hükümet” kılığında arzı endam ederler. Hepsi de egemen ulus milliyetçiliğiyle kol koladır.
Sistemin krize girdiği yerde “yerli ve milli” emperyalizm işbirlikçisi “anti-emperyalist” pozları kesmeye başlasa bile ona karşı mücadeleden geri durulmamalıdır. Çünkü anti-emperyalizm bir poz meselesi değil, devrim meselesidir ve sallantıdaki işbirlikçi, toparlandığı noktada emperyalizmle işbirliğine devam edecek iflah olmaz bir karşıdevrimcidir.
Geçtiğimiz günlerde birinci ölüm yıldönümü vesilesiyle andığımız Fidel Castro’nun önderliğinde gerçekleşen Küba Devrimi’nden aldığımız ders budur. 1971 devrimci kopuşunun önderlerinden Mahir Çayan’ın teorik mirasından aldığımız ders de budur. Mücadeleye atıldıkları dönemde sol içinde dahi ağır eleştirilere maruz kalan ancak bugün hakları soldan sağa geniş kesimler tarafından teslim edilen, emperyalizme karşı mücadeleleri ile dünya ve Türkiye siyasetine damga vurmuş bu iki devrimci, anti-emperyalizm ile milliyetçilik arasına kalın bir çizgi çeker. Anti-emperyalist mücadelenin ulusal bir yönü de bulunmakla birlikte açık işgal söz konusu oluncaya kadar içerdeki egemene karşı yürütülecek mücadelenin ön planda olduğunu ortaya koyarlar.
Fidel, ABD işbirlikçisi diktatör Fulgencio Batista’ya[1] karşı silahlı mücadeleye başladığında ulusal kurtuluşçu kimliğini ön plana çıkarmakla birlikte, Marksist-Leninist eğilimlerini[2] açığa vurmadığı gibi ABD karşıtı söylemi de öne çıkarmamıştır. Öncelikli olarak Batista’yı hedef alır. Küba halkının demokrasi talep eden farklı kesimlerini Batista’ya karşı mücadelede seferber eder. Bu mücadele ilk başta aşağılanacaktır. Fidel liderliğindeki isyancılar, 26 Temmuz 1953’te Moncada Kışlası’nı bastığında, vaktiyle Batista’yla koalisyon hükümeti kurmak gibi talihsiz bir geçmişe de sahip olan geleneksel Komünist Parti tarafından bir “burjuva darbesi” düzenlemekle eleştirilir.[3] ABD bile 26 Temmuz Hareketi’ni ilk başta kendine karşı bir hareket olarak değerlendirmez.[4] Hatta ABD yönetimindeki farklı klikler Fidel liderliğindeki harekete yer yer yardım edecektir. Oysa Fidel, Batista’yı devirip iktidarı ele geçirdikten sonra yolun nereye varacağını bilmektedir. Önce ABD emperyalizmi ile çıkarları özdeşleşmiş olan oligarşi, ardından da doğrudan ABD karşısına dikilecektir. Ancak devrimin yolu ilk aşamada öncelikle Batista’yı devirmeyi gerektirdiği için, açık işgal girişimini de içeren müstakbel savaşları erkene çekmek gibi devrimi imkânsızlaştıracak bir maceraya atılmaz.
Fidel, Ignacio Ramonet’e verdiği nehir söyleşide şöyle diyor: “Çok zor olacağını gerçekten biliyordum. Asıl zorluğun, devrim yapmak için iktidarı ele geçirmek olduğunu düşünüyordum. Önce Batista’yı devirmek, ama her şey aynı biçimde sürsün diye değil, her şeyi değiştirmek için Batista’yı devirmek.”[5]
Batista’nın gayrimeşru düzeni yükselen devrimci mücadele ile sarsıldıkça ABD çıkarları da tehdit altına girer ve işbirlikçisinin işe yaramaz hale geldiğini gören ABD’de farklı devlet kurumları arasında çelişkili tutumlar açığa çıkar. Bugün, AKP-Katar-Suud aracılığıyla beslenen cihatçı çetelere dayalı vekalet savaşının başarısızlığa uğradığı Suriye ekseninde açığa çıkan Pentagon-CIA çelişkisinin[6] bir benzeri o dönemde de Küba konusunda yaşanır:
“ABD’nin Küba’ya yönelik siyaseti buradaki Amerikan iktisadi çıkarlarını korumayı amaçlıyordu. Huzursuzluk uygun bir iş ortamını engelliyordu. Washington’da şiddeti önlemek için uygulanacak en iyi yöntemin Batista’yı bir an önce seçimlerde ‘demokratikleşme’ye teşvik etmek olduğu yönünde yaygın bir kanaat vardı. Seçimlerden sonra ‘güvenilir’ geleneksel partilerden birinin göreve geleceği umuluyordu. Ancak Fidel’in kararlılığı denklemi bozmuştu. ABD Dışişleri Bakanlığı, CIA ve Savunma Bakanlığı uygulanacak yöntem konusunda bölündüler. Sonuç, 1957 boyunca birbiriyle bağdaşmayan Küba gündemlerini izlemeleri oldu.
“Göreve başlamadan önce Washington’da temaslarda bulunan [ABD elçisi] Smith, Dışişleri Bakanlığı’nın Batista’yı gözden çıkarma eğiliminde olduğu ve Castro’nun iktidarı ele geçirme girişimini fiilen, ancak örtülü biçimde desteklediği izlenimini edinmişti.”[7]
Emperyalist merkezin kurumları arasında yaşanan bu fikir ayrılığı ve kararsızlık hali, Fidel’in işini kolaylaştıracaktı.
Jon Lee Anderson da “Che Guevara / Devrimci Bir Hayat” adlı kitabında, Fidel’in mücadelenin başında mümkün olduğunca ABD ile karşı karşıya gelmekten kaçındığını hatta yer yer para ve silah yardımlarını da kabul ederek iyi geçinmeye çalıştığını belirtirken, bunun zorunlu bir taktik olduğuna dikkat çeker:
“Fidel Amerikalılarla günün birinde karşı karşıya geleceğini başından beri biliyor, ancak iktidarı ele geçirene kadar bundan kaçınabileceğini umuyordu. Amerikalıların kendi yurdundaki bağlantıları yarım önlemlere imkân vermeyecek kadar derindi ve uygun gördüğü biçimde yönetmek ve Küba’da sahici bir ulusal kurtuluş geçekleştirmek için bu bağları kökünden söküp atmak zorunda kalacaktı.”[8]
Sonuç olarak yeni-sömürge Küba’da, haklılığı tarih önünde ispatlanmış anti-emperyalist 26 Temmuz Hareketi’nin önceliği yerli işbirlikçiyi devirmek olmuştur. ABD, işbirlikçisi Batista’nın ipini çektiğinde, Fidel, ‘Baş çelişki emperyalizmle ulus arasındaki çelişkidir, ABD’ye karşı Batista’yı savunmalıyız’ gibi sapla samanı birbirine karıştırıp sistemin krizine merhem çalan bir siyasi önermeyle hareket etmemiştir. ‘Emperyalizm ile işbirlikçisi arasındaki bağ zayıfladı, düşman saflarda bir kararsızlık hali var, şimdi var gücümüzle yüklenmeliyiz’ düşüncesiyle krize halkın bağımsız çıkarları doğrultusunda devrimci müdahalede bulunmuştur. 9 Nisan 1958, yani Fidel Castro’nun Batista’ya karşı topyekûn savaş ilan ettiği gün, ABD’nin diktatöre silah satışını resmen durdurduğu gündür. Bu, Fidel’i emperyalizm işbirlikçisi yapmamış, emperyalist sistemin çelişkilerinden istifade eden muzaffer bir anti-emperyalist devrimci yapmıştır.
Fidel, Batista’yı devirip iktidarı ele geçirmesinin ardından, ulusal bağımsızlık ve toplumsal adalet doğrultusunda programını adım adım uygulamaya başlar. Esas olan halkın kurtuluşudur. Bu doğrultuda atılan adımlar önce oligarşinin karşıdevrim girişimlerini, sonra da doğrudan ABD’nin işgal girişimini beraberinde getirir. Devrim, karşısında emperyalist-kapitalist bir karşıdevrim cephesi yaratarak sosyalist karakterini olgunlaştırır. “El âlem ne der” kaygısıyla hazırlanmış steril/popülist siyasi bildirilerle değil.
16 Nisan 1961’de CIA tarafından desteklenen 1297 Kübalı sürgün Giron sahilinde (Domuzlar Körfezi) karaya çıkar. Çıkarma iki gün içerisinde bozguna uğratılır. Kübalı karşıdevrimciler bu aşamadan sonra umudu doğrudan ABD’nin gerçekleştireceği bir askeri müdahaleye bağlar, bunun için gerekçe üretmeye çabalarlar. Ancak sayısız girişim devrimci istihbarat tarafından boşa çıkarılır. ABD doğrudan askeri müdahale seçeneğini masada tutar ancak o da Soğuk Savaş’ın nükleer güç dengeleri ekseninde gelişen Ekim 1962 Füze Krizi ile Küba açısından tatmin edici olmayan bir biçimde de olsa bertaraf edilir.[9]
Küba Devrimi elbette çok özgün ve birebir tekrarlanamayacak bir örnektir. Ancak Türkiye’nin de içinde yer aldığı yeni-sömürgeler kuşağında yaşanmış bir deneyim olarak, anlattıkları bize yabancı değildir.
Mahir Çayan, Nisan 1971’de kaleme aldığı Kesintisiz Devrim II-III broşüründe yeni-sömürge ülkelerdeki emperyalist tahakküm ilişkilerini ve anti-emperyalist mücadeleyi tarif ederken şöyle demektedir:
“Mesela NATO Askeri örgütü içinde olan Türkiye’de, Amerikan emperyalizmi oligarşik dikta yönetimini yönlendirmeden, ülkedeki ekonomiye kadar tam bir hegemonya kurmuştur. (Gizli işgal esprisi.) Bu bakımdan ülkemizdeki yerli hakim sınıflarla, Amerikan emperyalizmini kalın çizgilerle ayırmak fiilen imkansızdır.
“Ülkemizdeki baş çelişki oligarşi ile halkımız arasındadır. Oligarşi içinde bizzat emperyalizm yer aldığı için devrimci savaş sadece sınıfsal planda yürümeyecektir. Savaş, sınıfsal ve ulusal planda yürüyecektir. Şüphesiz oligarşik devlet cihazının militarize gücü yetersiz kalıp, Amerikan ordularının açıkça savaş içinde yer almasına kadar, sınıfsal yan ağır basacaktır.”
Küba Devrimi’nin izlediği yolla da örtüşen bu tespitler, bugünlerde “Baş çelişki emperyalizmle ulus arasındadır, bu nedenle ABD karşısında Erdoğan’a sahip çıkmak gerekir” önermesiyle dolaşımda olan milliyetçi/ulusalcı çarpılmayı reddeden bir anti-emperyalizm tarif etmektedir.
Mahir’in Türkiye’ye ilişkin “yeni-sömürgecilik” ve “sömürge-tipi faşizm” tespitleri, solun önemli bir birikimini bir zamanlar “demokratikleşme” son dönemde ise “bağımsızlaşma” beklentisiyle Tayyip Erdoğan destekçiliğine götüren liberal ve ulusalcı eğilimlerin de panzehiri olmuştur; tabii ki bu teorik mirasa sahip çıkanlar için.
“Sömürge-tipi faşizm” emperyalizmle entegrasyonun devletin anti-demokratik karakterini aşındırmadığını aksine pekiştirdiğini anlatır. Yani bir zamanlar Avrupa Birliği’ne üyelik sürecine yaslanarak iktidar mücadelesi veren AKP’den “demokratikleşme” beklenemeyeceğinin, “demokrat” maskesini indirmesine gerek kalmadan da idrak edilmesini sağlar.
Emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu anlatan “yeni-sömürgecilik” de, yerli egemenlerin milliyetçiliğinin emperyalizm karşıtı bağımsızlıkçı bir tutumla karıştırılmaması gerektiğini anlatır. Fazla karıştıran olursa zaten sola gerek kalmadan tekelci burjuvaziden ve TSK’dan uyarı sesleri gelmektedir. Son NATO tartışmalarında, ulusalcıların yere göğe sığdıramadığı Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın “Kimsenin müttefikliğimizi ve dayanışmamızı baltalamasına izin vermemeliyiz” şeklindeki uyarısı ya da AB tartışmalarında sekülerinden İslamcısına tüm sermaye fraksiyonlarının AB ile ilişkilerin korunması yönündeki uyarıları örnektir.
Türkiye solunun farklı akımlarından farklı gerekçelere AKP’ye sunulan desteğin arka planında yeni-sömürgecilik gerçeğinin reddi ya da yok sayılmasının payı büyüktür. Emperyalizmden çok sistem karşıtı halk muhalefetine husumet güden, sömürgecilik ilişkilerine uygun olarak yeniden yapılandırılmış devleti savunmayı anti-emperyalizm sayan ulusalcı hassasiyet, 70 yıldır ülkemize hâkim olan yeni-sömürgecilik ilişkileri karşısında kifayetsizdir. Milliyetçi tuzaklara karşı savunmasızdır. Bir ABD projesi olan AKP’den ve NATO ordusu TSK’dan anti-emperyalist kahramanlıklar çıkarıp, Kürtlerden başlayıp CHP’ye ve sosyalistlere kadar bütün muhalefeti emperyalizm işbirlikçisi ilan edebilmektedir. AKP de bir yandan Kürt savaşını tırmandırıp, bir yandan Batı karşıtı söylemi ön plana çıkararak, arada da Atatürk’e sahip çıktığını söyleyerek buraya oynamaktadır.
Ancak üzgünüz “Batista”. Kendine zaman zaman ulusalcı ortaklar ve destekçiler bulmanı sağlayan bir ideolojik keşmekeşten istifade edebilsen de, ak ile karayı ayırt etmemizi sağlayan bir teorik ve pratik mirasa sahibiz. Yıllardır emperyalizmin ülkemizdeki gizli-işgalinin derinleşmesine aracılık ederek hizmet ettiğin ABD’yle aran bozuldu diye sana karşı mücadeleden geri durmayacağız. Aksine, daha fazla yükleneceğiz. Yeni-sömürgeci zincir, zayıfladığı yerden, halkın bağımsız inisiyatifiyle kırılmalıdır. Anti-emperyalizmin gereği budur. Fidel’den ve Mahir’den biliyoruz.
Bitti
Ağustos’ta yayımlanan “Amerikan Üssüne Bekçilik Yapan Devrimciler”[10] başlıklı yazımda, kendini tarih içinde dosta düşmana ispat etmiş Küba Devrimi’nde izlenen taktiklerden örnekler vererek, Kürtlerin Suriye’de ABD ile girdikleri askeri işbirliğine yönelik peşin hükümlü eleştirilerin, solu “anti-emperyalizm” adına AKP destekçiliğine ve/veya muhalefet karşıtlığına çağıran bir yöntem hatasıyla malul olduğuna değinmiştim.
Bir kurtuluş hareketinin emperyalist sistem içindeki çelişkilerden istifade edebilmek için bazı taktikler izleyebileceğinden, halkın kurtuluşuna hizmet ettiği gibi diğer dünya halklarının kurtuluş mücadelesi ile de çelişmediği sürece bu taktiklerin kabul edilebilir olduğundan söz etmiştim. Yine Küba’nın anti-emperyalist ve enternasyonalist yaklaşımını vurgulayarak, Suriye’de ABD ile kurulan ilişkideki sorunlara ve risklere değinmiştim.
Yazı, olası tepkiler hesaba katılarak, tepki göstereni daha sonra tepkisindeki sorunlarla yüzleşmeye sevk etmek üzere özellikle provokatif yazılmıştı. Yeni-sömürgecilik kavramına, Küba Devrimi tarihine, Fidel’in yazı ve söyleşilerine ve Küba Devrimi’nin güncel seyri üzerine yürütülen tartışmalara yabancı olan okurların provokasyona gelme ihtimali yüksekti. Fidel’in uzun süre “sosyalizm” sözcüğünü telaffuz etmekten imtina etmesi, ilk başlarda komünist olmadığını ve özel mülkiyete dokunmayacağını söylemesi, CIA’den para ve silah yardımı kabul etmiş olması, Guantanamo Üssü’ne yönelik sabotajlara karşı üssü korumaya aldırması gibi, romantik ezberlerde yer almayan ve hangi amaç doğrultusunda, hangi ilkesel sınırlar içerisinde gerçekleştiği hesaba katılmadığında Kübalı devrimcilere karşı olumsuz bir tepki doğurması işten olmayan örnekler sıralanmıştı. Ardından bunların gerekçeleri ve hangi tarihsellik içinde yaşandıkları sıralanıyordu. Daha sonra da bugünkü tarihsellikte Kürt hareketinin Suriye’de ABD ile girdiği askeri işbirliğine değinilerek, sürecin olumlu da olumsuz da sonuçlanabileceği, bu nedenle de hem eleştiriye hem de bu eleştirinin hakkaniyetli olmasına ihtiyaç olduğu belirtiliyordu.
Yazıya gelen bazı tepkilere yanıt vermek, yazıda değinilip geçilen ve merak uyandıran bazı tarihsel örneklere ilişkin daha geniş bilgi vermek, kaynak göstermek gerekiyor. Anlamsız bir polemiğe malzeme olmaması için, ilgili bir yazının altına EK olarak vermeyi tercih ettik. Okurun affına sığınarak, bu uzun EK’te toparlamaya çalışalım.
Küba Devrimi ve Fidel Castro üzerine, kimisine rahatsız edici gelebilecek bazı bölümler de içeren bir yazımın[11] Sendika.Org’da ve sonra da farklı mecralarda yayımlanmasının ardından Küba Büyükelçiliği’nden bir görüşme talebi geldi. Küba Büyükelçiliği Birinci Katibi Alejandro Simancas Marin’le buluştuk. Acaba Fidel’in taktik dehasını örneklerken devrimci mücadelenin bir döneminde ABD yardımını kabul etmesi, uzun süre “sosyalizm” sözcüğünü kullanmaktan imtina etmesi, devrimin ilk dönemlerinde kesinlikle özel mülkiyete karşı olmadığını açıklaması vs üzerine yazdıklarımdan dolayı bir fırça mı yiyecektim? Gerçi bunlar Fidel’in bizzat onayladığı Tad Szulc’un “Fidel Castro / Eleştirel Bir Biyografi” kitabında da yer alıyordu ama…
Yazı, Fidel’in “Süper-Devrimciler”[12] başlıklı makalesi üzerine yazılmıştı. Fidel ad vermeden birilerini sert bir şekilde eleştiriyordu: “Peki şu sözde aşırı solun süper-devrimcilerine ne oluyor? Bir kısmı gerçekçilikten yoksun, diğer bir kısmı tatlı hayaller kurmaktan zevk alıyor. Hayalcilikten çok uzak olan geri kalanları ise konunun uzmanları; ne dediklerini ve bunları neden dediklerini çok iyi biliyorlar. Kaçınılması gereken çok iyi kurulmuş bir tuzaktır bu.”
Kimse farkına varmamıştı ama Fidel’in hedef aldığı “süper-devrimciler” James Petras ve Robin Eastman-Abaya idi. Petras ve Abaya, kısa süre önce yayımlanan bir makalelerinde[13] Küba ekonomisinde turizmin ağırlığını artırarak içine girilen yeni yönelimin kapitalistleşme yönünde bozucu etkilerinden bahsederek sosyalist tedbirler alınması gerektiğinden söz ediyor, Fidel de adını vermeden eleştirdiği Petras’ı somut koşulları hiçe saymakla ve “sosyalizm” adı altında basbayağı neoliberal bir politika önermekle eleştiriyordu.
Benim yazı, Fidel ve Petras’ın yazılarını özetliyor, sosyalist yönetimlerin akıbetine ilişkin pek çok kehaneti gerçekleşen Petras’ın uyarılarını da, sosyalistler açısından ilk bakışta kabul edilemez görülen pek çok taktikten şaşırtıcı başarılar çıkaran Fidel’in gerekçelerini de dikkate almak gerektiğine işaret ediyordu. Daha sonra bu yazılar da dâhil olmak üzere, Küba’nın yeni dönemi üzerine 2006-2007 arasında yürütülen tartışmaları, Kalkedon Yayınları’nın önerisi üzerine, “Küba’yı savunmak ya da bir sokağın köşesinde dikilmek”[14] adı altında kitaplaştırdık.
Küba Büyükelçiliği Birinci Katibi Alejandro Simancas Marin, bir Küba güzellemesi olmayan ama Küba’nın güncel durumunu artısı ve eksisiyle tartışan bu kitabın tanıtımı ve baskısı konusunda destek olabileceklerini söyledi. Kitap yeterince basıldığı, ilgi gördüğü ve içerik internetten erişilebilir olduğu için lüzumsuz masraf yaratmayalım dedik; elçiliğin ilgisi yeterince sevindiriciydi. Küba’ya ilişkin olumsuz algı yaratabileceği kaygısıyla şu ya da bu yazıya yönelik bir eleştiri ya da sitem dile getirmemişlerdi. Bir “dogma düşmanı” olan Küba Devrimi, eleştiriden kaçınmıyor, aksine bunu cesaretlendiriyordu. Ancak yine de Alejandro, ayrılmadan önce ince bir eleştiri sunmayı da ihmal etmedi. Türkiye solunun fazlasıyla parçalı olduğunu, Küba’daki sol güçleri birleştirerek devrime giden Fidel’den bu anlamda da ders alınması gerektiğini söyledi.
Bu diyalog tam 10 yıl önce, 2007’nin sonunda gerçekleşmişti. O dönemde Türkiye’de solun ayrışma ekseni Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ve Ergenekon Operasyonu karşısındaki tutumdu. Emperyalizmin desteğini arkasına alıp, yeni-sömürge Türkiye devletini neoliberalizmin gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandıran AKP, bu süreçte devletin eski sahipleri ile yürüttüğü iktidar mücadelesini “demokratikleşme” diye sunuyor; solun bir kesimi de (liberal-sol) “demokratikleşme” adına Avrupa Birliği’ni ve AKP’yi doğrudan ya da dolaylı biçimlerde destekliyordu. Bir başka kesim ise (ulusalcı-sol) “anti-emperyalizm” adına bu sürece karşı konum alırken, tasfiye edilen devlet yapısına sahip çıkıyordu. Liberal-ulusalcı saflaşma, demokrasi ile anti-emperyalizmi, özgürlük ile bağımsızlığı karşı karşıya getiren bir çarpılmaya yol açıyor, liberaller ve ulusalcılar karşı uçlarda dursalar da birbirlerini zayıflatmıyor, aksine birbirlerinin varlık gerekçesi haline geliyordu. Örneğin AB süreci üzerinden emperyalizmle ilişkilerin derinleşmesiyle devletin zayıflatılıp Kürt sorunu gibi demokratik devrim sorunlarının çözülebileceği iddiası, liberallerin de ulusalcıların da üzerinde fikren uzlaştıkları bir konuydu. Liberaller AB sürecini ve AKP’yi bu ve benzeri nedenlerle destekliyor, ulusalcılar da aynı nedenlerle karşı çıkıyordu.
Bir ucunda Tayyip Erdoğan’ın teşekkürlerine mazhar olan Doğan Tarkan’ın DSİP’inin, diğer ucunda kontrgerilla oyuncağı Doğu Perinçek’in İP/Vatan Partisi’nin yer aldığı bu saflaşma kademe kademe solun geniş kesimlerini etkiledi. Zaman geçti, liberaller AKP tarafından kenara itilirken, işbirlikçilik bayrağını bu kez ulusalcılar devraldı. “Demokratikleşme” iddiasıyla sürdürülen AKP işbirlikçiliğinin yerini, şimdi “anti-emperyalizm” iddiasıyla sürdürülen bir işbirlikçilik almış durumda. AKP’nin ABD emperyalizmi ile yaşadığı gerilime “anti-emperyalist” bir anlam yükleyip AKP’ye sahip çıkmak gerektiğini savunuyor ve/veya AKP’ye karşı mücadele eden muhalefeti de emperyalizm işbirlikçiliği ile suçluyorlar. Kontrgerilla oyuncakları bir yandan, yerli “süper-devrimciler” diğer yandan Kürtlerin Suriye’de ABD ile yürüttüğü askeri işbirliğinden CHP ve HDP’nin programlarının ABD karşıtı ya da sosyalist olmayışına kadar bir dizi gerekçeyi bolca işliyorlar. AKP’ye yanaşmak, muhalefet etmemek ya da muhalefete muhalefet etmek için arayana bahane bol. Adı da “anti-emperyalizm”(!) Yerseniz.
Türkiye’de solu ve muhalefeti AKP ve emperyalizm lehine bir parçalılığın içine iten şey; demokrasi ile anti-emperyalizmi, özgürlük (örn. Kürtlerin özgürlüğü) ile bağımsızlığı (Türkiye’nin bağımsızlığı) karşı karşıya getiren çarpık anlayışın etkinliğidir. Oysaki Küba Devrimi gibi yeni-sömürge devrimlerinden çıkan dersler ve Türkiye sosyalist hareketindeki 1971 devrimci kopuşunun ortaya koyduğu teorik miras; açık işgal söz konusu oluncaya kadar “yerli” egemenlere karşı mücadele etmeyi anti-emperyalist mücadelenin doğrudan bir gereği saymaktadır. Yukarıdaki ana yazıda ayrıntılarıyla ele alındı.
Fidel Castro muzaffer bir yeni-sömürge devrimcisi olarak, Türklerin ve Kürtlerin bugün yüz yüze olduğu pek çok sorunun yanıtını da içeren bir deneyim hazinesi bıraktı ardında. Romantik ezberlere değil; vaktiyle sert eleştiri, aşağılama ve ihanetlere uğramış bu deneyime başvurmalı.
Fidel’in deneyimine baktığınızda ABD ile gerilim yaşamaya başlayan, yıpranmış bir işbirlikçinin gözünün yaşına bakmamak gerektiğini anlarsınız. Kendi ideallerinden taviz vermeden uluslararası dengeleri gözetmek gerektiğini ancak güvenilecek tek gücün halkın özgücü olduğunu, ABD’ye karşı tetikte olmak gerektiği gibi SSCB (ya da ABD’nin bugünkü frenleyicisi, emperyalist Rusya) dahil hiçbir dış güce de bel bağlanamayacağını görürsünüz.
Fidel’de şovenizmi katı bir şekilde karşısına alan, enternasyonalist bir anti-emperyalizm görürsünüz. Onun anti-emperyalizmi bizdeki ulusalcıların en nihayetinde Erdoğan yancılığına varan ve Erdoğan tarafından da sahiplenilen “anti-emperyalizm” zırvasına benzemez.
Fidel’de bir dogma düşmanı, bir tabu deviren; vaktiyle maceracılık, burjuva siyaseti izlemek ve pragmatizmle suçlanan, sonra da kendisini suçlayanları mahcup eden bir taktik deha görürsünüz ancak etik tutum konusunda eline su dökebilen varsa buyursun.
Ne var ki, ciddi bir kesim hem Türklerin hem de Kürtlerin yararlanacağı bu deneyim hazinesiyle pek ilgili değil gibi. Fidel’i ve Che’yi iki insanüstü varlık olarak, Küba’yı da metafizik bir devrim olarak kabul etmek daha konforlu geliyor. Böylece gerçeklikten de kaçabiliyoruz. Devrim yolunun engebeli, dolambaçlı ve sarp olduğunu; ya da Che’yi ölüme sürükleyenin SSCB ve Çin ayrımı olduğunu; ya da SSCB’nin (ve devamında Putin’in) Küba’yı pek çok kez yüz üstü bıraktığını; Che’nin ve Fidel’in SSCB, bürokratizm, revizyonizm vb karşısındaki eleştirilerini yok sayabiliyoruz.
Bir ulusal kurtuluş hareketinden sosyalist devrime ilerleyen Küba Devrimi’nin, Kürtlerin mücadelesi için de referans gösterilmesi nedense bazılarımız için kabul edilemez geliyor. Elbette hiçbir mücadele birbirinin aynısı değil. Ama birbirinin deneyiminden dersler çıkarabilir. Küba Devrimi de bütün dünya ezilenlerine, ama özellikle yeni-sömürgelerdeki devrimci hareketlere ve uluslararası güç dengeleri arasında sıkışan ulusal kurtuluş hareketlerine dersler sunan bir deneyim.
“Amerikan üssüne bekçilik yapan devrimciler”e karşı yayımlanan birkaç tepki yazısı içinde ciddiye alınacak olan tek bir yazı var. O da Küba Dostluk Derneği’nin “Küba halkının onurlu tarihi çarpıtılamaz” başlıklı açıklaması.[15] Küba Dostluk Derneği tarafından yazıldığı için ciddiye alınmalı. Yoksa sözüm ona çarpıtmayı düzelten açıklamada ya düzeltmeler düzeltme değil ya da gerçeklerle uyumsuz.
En tartışmalı başlık olan Guantanamo Üssü’nün sabotajlara karşı korunması meselesi ile ilgili olarak benim yazıda şu ifade geçiyor:
“ABD ile arası limoni olan Batista’ya karşı mücadelede elini rahatlatabilmek, devrimi ABD saldırganlığından koruyabilmek, ABD’nin askeri müdahalesine bir bahane üretmemek için Fidel Castro, ABD ile mümkün olduğunca iyi geçinmeye bakmış, ‘Guantanamo Üssü’ne dokunmamıştır. Öte yandan Küba’nın ve Küba halkının kurtuluş mücadelesi karşısında Küba egemen sınıfları ABD’yi de arkalarına alarak karşıdevrimci faaliyete giriştiklerinde, devrimci Küba, ABD emperyalizmi karşısındaki tutumunu netleştirmiştir. Hala süren ağır bir ambargo pahasına ABD’ye ve işbirlikçilerine teslim olmamıştır.”
Bunu “düzelten” Küba Dostluk Derneği de şöyle yazmış:
“1959 yılında iktidara gelen devrimci önderlik emperyalist devin eline işgal bahanesi vermeyecek ustalıklı bir mücadele hattı belirlemiş ve üssü son derece militan bir halk örgütlenmesiyle ada içinde izole etmiştir.”
Aynı şeyi söyleyerek ben onurlu tarihi çarpıtmış oluyorum, arkadaşlar da çarpıtmalara karşı savunmuş oluyor.
Kimseye “Neden ironileri ve ince göndermeleri anlamıyorsun” diye tepki gösterme hakkımız olmayabilir ama “Küba Dostluk Derneği” ismini taşıyan bir dernek adına açıklama yazanlardan en azından Küba Devrimi’ne ilişkin Fidel’in ve Che’nin anlatımlarına dayanarak ya da onayıyla kaleme alınmış belli başlı yapıtlara ve kayda geçmiş demeçlere hakim olmalarını isteriz. ABD ile kurulan temas ve ilk dönemde alınan yardımlar ve komünist bir programa sahip olunduğunun uzun süre reddedilmesi konusunda, “hayır böyle olmamıştır” tepkisi verilmesi anlamsız.
Kaldı ki Fidel’in iktidarı ele geçirene kadar Batista karşısında elini rahatlatmak ve ABD saldırganlığını mümkün mertebe ötelemek için benimsediği bu tutum, dönemin Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) paralelindeki örgütleri tarafından eleştirilmiştir. SSCB ile Küba arasındaki ilişki sürekli gerilimli olduğu gibi (Fidel, Ignacio Ramonet’e verdiği nehir söyleşide Ribbentrop-Molotov Paktı’ndan Füze Krizi’ne pek çok konuda SSCB’yi sert bir dille eleştirmektedir; bakarsınız bunları okuyup “SSCB’nin onurlu tarihi çarpıtılamaz” diye ona karşı da açıklama yayımlayan birileri de çıkar. Şükür, bu eleştiriler benden değil, Fidel’den), SBKP paralelindeki partiler Fidel’i ve mücadele metodunu benimsememiş yer yer küçümsemişlerdir. Bugün Küba’ya ve Fidel’e sahip çıkıyor olmaları özeleştirel bir tutum değilse Küba’yı PR malzemesine indirgemekten başka bir şey değildir.
Özeleştirel tutum, Küba Devrimi’nin gelişimi esnasında sergilenen (örneğin, 26 Temmuz Hareketi’ni ittifak kurulamayacak, “burjuva” karakterli, “darbeci” bir hareket olarak değerlendiren/küçümseyen) hatalı yaklaşımın günümüzde tekrarlanmamasını gerektirir. Ancak Kürt hareketi karşısında izlenen peşin hükümlü eleştirilerden görüldüğü kadarıyla aynı bakış açısı devam etmektedir. Bir zamanların “AKP ile anlaşıp bizi satan Kürtler” eleştirisi, Kürtler AKP’ye karşı mücadele eder hale gelince “ABD ile anlaşıp bizi satan Kürtler”e dönüşmüştür. Kürtler, Suriye’de şimdi yavaş yavaş Rusya ile ilişkileri geliştirmektedir. Ama çaresiz değilsiniz. Rusya’nın da artık emperyalist olduğunu hatırlayıp yine “emperyalizm işbirlikçisi Kürtler” diyebilirsiniz. Kürtler eleştiriden muaf mı? Elbette değil. Eleştiri olmalı, ancak hakkaniyetli olmalıdır. Yoksa sosyal şovenizm öyle sırıtmaktadır ki “Küba’nın onurlu tarihini savunma” örtüsü de işe yaramamaktadır.
Daha fazla uzatmadan 26 Temmuz Hareketi’nin ABD/CIA ile temasları, komünist kimliğin gizlenmesi ve Guantanamo’ya yönelik sabotajları engelleme meselelerine ilişkin sağlam kaynaklardan birkaç aktarım yapalım:
Fidel’in Batista’yı devirmeye giderken ABD saldırganlığının hedefi olmamak için, tabiri caizse ABD’yi kandırdığı temaslara ilişkin olarak, gerçekte ne yaşandığını aşağıdaki alıntılar yeterince ortaya koymaktadır. Alıntılar, Jon Lee Anderson’un Che’nin yaşam öyküsü, Fidel’le dostluğu ve Küba Devrimi üzerine en kapsamlı incelemelerden biri olan “Che Guevara / Devrimci Bir Hayat” adlı kitabından yapılmıştır. İthaki Yayınları tarafından, Yavuz Alogan’ın çevirisiyle Türkçeye kazandırılan kitapta ABD ile temaslara ilişkin bölümler Tad Szulc’un Fidel Castro onaylı “Fidel Castro / Eleştirel Bir Biyografi” kitabına ve Che’nin günlüklerine dayandırılmaktadır. Köşeli parantez içleri ve koyu vurgular bize aittir, pasajların yer aldığı sayfalar her bir alıntının ardından paragraf sonunda gösterilmiştir:
“Castro’nun açıklanmış ideolojisi anti-komünist idi, ancak bütün siyasal akımlardan hedeflerine ulaşmasına yardımcı olabilecek yararlı insanları bir araya getirecek kurnaz bir siyasal oportünizmin belirtilerini sergilemekteydi ve zamanla bu konuda ün kazanacaktı.” S.172
***
“Castro, İspanyol-Amerikan Savaşı ve bunu izleyen ABD askeri işgalinin ardından Küba’nın ABD’nin yeni sömürgesi olarak kazandığı statünün tamamen farkındaydı.
“Küba’nın varsayılan ‘bağımsızlığı’, Washington’a Küba’nın ‘savunulması’ için dilediği zaman müdahale etme hakkı ve Guantanamo Körfezi’nin süresiz olarak ABD’ye deniz üssü olarak verilmesini sağlayan utanç verici 1901 Platt Yasası’yla kazanılmıştı. Fidel lisedeyken Platt Yasası iptal edilmiş, ancak Amerikalılar Guantanamo Körfezi’ni elde tutmuşlar, Küba’nın şekere dayalı ekonomisinde büyük hisselere ve ülkenin siyasal hayatında da önemli bir role sahip olmuşlardı.” S.177
[Fidel ve yoldaşları Meksika’da gerilla hareketi için hazırlık yaparken Haziran 1956’da tutuklanırlar, kısa süre içinde Che ve yanındakiler de alınır. Meksikalı komünistlerle bir olup Batista’yı öldürmeye çalışmakla suçlanırlar. 22 Haziran’da bir açıklama yapmasına izin verilen Fidel, komünistlerle ilişkisi olduğunu reddeder. Anti-komünist Ortodoks partinin müteveffa lideri Eduardo Chibas’la olan ilişkisini bir kanıt olarak öne sürer. Che ise polise verdiği ifadede komünist olduğunu kabul eder ve sadece Küba’da değil bütün Latin Amerika’da silahlı devrimci bir mücadeleye inandığını belirtir.]
“Fidel, Che’nin Meksika polisine verdiği ifadeleri yıllarca her fırsat düştüğünde sevgi dolu ama azarlayıcı bir tonla andı ve ölmüş yoldaşının ‘aşırı dürüst’lüğüne bir örnek olarak gösterdi. Ancak o sırada Fidel anlaşılabilir nedenlerden ötürü müthiş öfkeliydi. Che Marksist görüşleri hakkında gevezelik ederken, kendisi en makbul Batılı ulusalcı ve demokratik gelenek içinde yurtsever bir reformcu olduğunu ilan ediyordu. Batista rejiminin Eisenhower yönetiminden artan bir destek görmesini sağlayan tek şey Komünist tehdit olduğu için, Fidel ve taraftarlarının Küba’yı komünist bir devlete dönüştürmeyi düşündüklerine dair her bulgu, onun devrimini başlamadan sona erdirecekti. Bu bağlamda ele alındığında, Che’nin sözleri aşırı bir dikkatsizlikti, çünkü Castro’nun düşmanlarına tam da ihtiyaç duyduğu cephaneyi sağlıyordu.”
(…)
“… Fidel işi şansa bırakmıyordu. Bu kez kendisini Komünizmden ayırma konusunda biraz daha ileri gitti. Bu tür iddiaları ‘saçma’ buluyor, Batista’nın geçmişte Küba’nın Sosyalist Halk Partisi ile bizzat işbirliği yaptığına işaret ediyor, ‘Komünist örgütler’le hiçbir bağlantısının olmadığı konusunda, Meksika’nın gizli polis hiyerarşisinde üç numara olan … ‘Yüzbaşı Gutierrez Barrios’u tanık gösteriyordu.”s.197, s.198
***
“Eylül ayında [1956] Fidel ABD Teksas sınırı boyunca gizli bir seyahat yaptı, eski can düşmanı ve eski devlet başkanı Carlos Prio Socarras’la buluştu. Prio ülkesinden kovulduktan sonra Batista’ya karşı gerçekleştirilen çeşitli girişimlerle bağlantı kurmuştu. En son haberler onun Dominik diktatörü Trujillo’nun yardımıyla Küba’ya bir saldırı planladığını gösteriyordu. Ama bu kez Fidel’e parasal destek vermeyi kabul etmişti. Belki de Castro’yu destekleyerek savaşın ağır yükünü bu genç çılgına yıkabileceğini, sonra da iktidara geçebileceğini düşünüyor; belki de Fidel’i Batista’ya karşı sürdürdüğü faaliyetlerde yararlı bir şaşırtmaca unsuru olarak görüyordu. Prio’nun niyeti her ne idiyse, toplantıyı düzenleyen kişilere göre Fidel bu buluşmadan en az elli bin dolarla döndü. Ondan daha sonra da parasal destek görecekti.
“Fidel başkanlığı sırasında büyük bir şamatayla rüşvetçilikle suçladığı adamdan para almakla siyasal bir riske giriyordu, ancak fazla seçeneği yoktu. O sırada Intituto Cultural Ruso-Mexicano’nun parasal ihtiyaçlarını karşılayan KGB görevlisi Yuri Paporov’a göre para Prio’nun değil CIA’nın parasıydı. Paporov bu iddiasının hangi kaynaklara dayandığını açıklamadı, ancak doğruysa bu durum Amerikan istihbaratının giderek çıkmaza giren Batista’ya karşı verdiği savaşı kazandığı sırada Castro’yu elde etmek için gösterdiği çabaya ilişkin haberlere ağırlık kazandıracaktır. Castro’nun biyografi yazarı [Castro bu biyografiyi –Fidel – eleştirel bir portre- içindeki olumsuz unsurlara rağmen onaylamıştır] Tad Szulc’a göre CIA 26 Temmuz Hareketi’ne para yardımı yapmıştı; ama bu, daha sonra, 1957 ile 1958 arasında Küba’daki Santiago Amerikan Konsolosluğu’nda görevli bir ajan aracılığıyla olmuştu.
“Parasının kaynağı ne olursa olsun, Fidel kendi başına hareket etmeyi sürdürdü. Prio gibi bir şeytanla bile anlaşma yapabiliyordu, ancak onun amaçlarına uygun biçimde hareket ettiğini ya da aralarında bağlayıcı bir ilişki olduğunu gösteren tek bir bulgu bile yoktur. Nihayetinde, Prio’dan –ya da farkında olmadan CIA’dan- herhangi bir biçimde para alması iktidarı ele geçirmek istediğine dair hiçbir belirti vermemeye özen gösteren Castro’nun hesaplı bir manevrası olarak görülmelidir.” S.202-203
***
17 Şubat 1957’de New York Times muhabiri Herbert Matthews Fidel’le söyleşi yapmak üzere Sierra Maestra’ya çıkar.
“Fidel, ABD’nin Batista’ya yaptığı askeri yardımdan şikayet etmiş, Matthews ona anti-emperyalist olup olmadığını sorduğunda Fidel dikkatli bir yanıt vererek, ülkesini ABD’nin ekonomik zincirlerinden kurtarma arzusu anlamına geliyorsa anti-emperyalist olduğunu söylemiş, hemen ardından, bunun ABD’den ya da onun halkından nefret ettiği anlamına gelmediğini de eklemişti.” S.232
Matthews bu röportaj üzerine şunları yazar: “Bu, kendisine Sosyalist diyen devrimci bir hareket. Aynı zamanda Latin Amerika’da genellikle Yankee karşıtı denecek kadar da ulusalcı. Program belirsiz ve genellemelerle dolu, ancak Küba için yeni bir anlam taşıyor; radikal, demokrat, dolayısıyla anti-Komünist. Gücünü Başkan Batista’nın askeri diktatörlüğüne karşı savaşmasından alıyor… [Castro] özgürlük, demokrasi, toplumsal adalet, Anayasa’nın değiştirilmesi gereği, seçimlerin yapılması gibi konularda güçlü fikirlere sahip.” S.240
“… Celia’dan bir mektup ve beş yüz dolar taşıyan bir kurye geldi. Celia yakında daha fazla para göndereceğini yazıyor, Fidel’in daha fazla gazeteci isteğine yanıt olarak, birkaç tane bulduğunu, onları Sierra’ya getireceğini bildiriyordu. Hapishane hücresinden kaçan Armando Hart’tan da bir mektup vardı. Che onun yazdıklarından pek hoşlanmadı ve biraz kuşkulandı. Günlüğüne şunları yazdı: ‘Mektupta kendisini olumlu bir biçimde anti-Komünist olarak sergiliyor ve Yankee elçiliğiyle bir tür ilişki içinde olduğunu ima ediyor.’ (dipnot: Bu özel mektup, gerilla seferleri sırasında 26 Temmuz Hareketi ile ABD hükümeti arasında kurulan gizli ilişkileri açığa vuran her türlü kayıt gibi, Küba’nın devrimci tarihinin resmi kayıtlarından çıkarılmıştır; ancak bu türden ilişkilerin kurulduğu açıktır. Daha önce yapılan değerlendirmeler bu temasların 1957 yazında başladığına dair iddialara yer vermiştir. Che’nin sözleri ABD hükümet görevlilerinin mart ayı gibi erken bir tarihte Fidel’in yeraltındaki yoldaşlarının bu türden ilişkiler kurduklarını gösterir.)”s.246
***
“1957 yılının ortasında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Fulgencio Batista hakkında hala hayal kuran pek az görevli kalmıştı. Giderek daha da baskıcı hale gelen ve yolsuzluklara iyice batan rejim sıkıntı yaratıyordu. Diktatörü değiştirmek için henüz resmi bir siyaset oluşturulmuş değildi. Küba’da ise ABD’nin Batista’yı işbaşında tutmaya kararlı olduğuna dair yaygın bir izlenim vardı. ABD elçisi Smith’e bu izlenimi dengeleyecek tarafsız bir tutumla davranması emredilmişti.
“ABD’nin Küba’ya yönelik siyaseti buradaki Amerikan iktisadi çıkarlarını korumayı amaçlıyordu. Huzursuzluk uygun bir iş ortamını engelliyordu. Washington’da şiddeti önlemek için uygulanacak en iyi yöntemin Batista’yı bir an önce seçimlerde ‘demokratikleşme’ye teşvik etmek olduğu yönünde yaygın bir kanaat vardı. Seçimlerden sonra ‘güvenilir’ geleneksel partilerden birinin göreve geleceği umuluyordu. Ancak Fidel’in kararlılığı denklemi bozmuştu. ABD Dışişleri Bakanlığı, CIA ve Savunma Bakanlığı uygulanacak yöntem konusunda bölündüler. Sonuç, 1957 boyunca birbiriyle bağdaşmayan Küba gündemlerini izlemeleri oldu.
“Göreve başlamadan önce Washington’da temaslarda bulunan Smith, Dışişleri Bakanlığı’nın Batista’yı gözden çıkarma eğiliminde olduğu ve Castro’nun iktidarı ele geçirme girişimini fiilen, ancak örtülü biçimde desteklediği izlenimini edinmişti. Gerek Latin Amerika işlerinden sorumlu bakan yardımcısı Roy Rubottom, gerekse bakanlığın Karaib Masası’na yeni atanan William Wieland, Batista’ya karşıydı. CIA’nın J. C. King de aynı görüşteydi. Smith Küba’ya gittiğinde oradaki CIA unsurlarının da Batista’ya karşı olduklarını gördü. Öte yanda, Amerikan askeri misyonundaki subaylar Kübalı meslektaşlarıyla kurdukları yakın ilişkiyi sürdürüyorlardı. Anti-Komünist polis teşkilatı BRAC, faaliyetlerini Amerikan desteğiyle sürdürüyordu. Daha tartışmaları bir konu Batista’ya bağlı askeriyenin gerilla karşıtı seferberlik kapsamında “yarıküre savunması” için Küba’ya gönderilen Amerikan savaş malzemesini kullanıyor olmasıydı.
“Castro’nun siyasal eğilimi konusunda da farklı görüşler vardı. Ancak Batista’nın onu Komünist olarak karalama çabasına pek az siyasetçi itibar ediyordu. İlk basın toplantısında Smith, dikkatli bir çizgi izlemiş, Küba’nın Komünizme karşı ortak mücadelede gösterdiği çabaları överken, Castro’nun Komünizm yanlısı olduğuna inanmadığını söylemişti. Ancak Santiago’da, polisin gösteri yapan kadınları sopalar ve tazyikli suyla dağıttığına tanık olduktan sonra sert polisiye uygulamalardan ötürü üzüntü duyduğunu açıkladı ve ayrılmadan önce Pais’in mezarına çelenk bıraktı. Bu jest üzerine Kübalılar Washington’un siyaset değiştirdiği umuduna kapıldılar. Yeni elçinin davranışları önceli Arthur Gardner’ın Batista yanlısı tutumlarının tam tersiydi. Pek sevilmeyen bir kişi olan Gardner, Batista’nın aşırılıklarını kamuoyu önünde asla eleştirmemiş ve özel bir ortamda diktatörün Fidel’i öldürmek üzere Sierra’ya bir adam gönderdiğini öne sürecek kadar ileri gitmişti.
“Smith’in Santiago’daki polis vahşetine ilişkin hoş olmayan ifadelerinin ardından Castro tartışması ısınmaya başladı. Batista’nın memurları ve Amerikalı aşırı muhafazakârlar Washington’u Komünizme karşı aşırı yumuşak davranmakla suçluyorlardı. Ağustos ayı içinde, Batista’nın İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ilk başkanlık döneminde ABD elçisi olarak Küba’da bulunmuş olan Spruille Braden, tam bir meydan okuma tavrıyla, Castro’nun bir gezgin ‘Komünist’ olduğunu ilan etti.
“Aslında CIA, Castro’nun isyan hareketiyle Santiago ve Havana’daki görevlileri aracılığıyla kurduğu ilişkileri sürdürüyordu. Bu ilişkinin ilk belirtisi Nisan 1957’de Armando Hart’ın mektubundaki ‘Yankee elçiliğiyle ilişki öneren’ ifadelere Che’nin yaptığı sert göndermeyle açığa çıkmıştır. Bir sonraki gönderme Frank Pais’in Fidel’e gönderdiği 5 Temmuz tarihli mektupta yer alır. ABD’de para toplama ve isyancılar için silah satın alma işlerini yürüten bir 26 Temmuz görevlisi olan Lester ‘El Gordito’ Rodriguez için Amerikan vizesi almayı başardığını Fidel’e bildiren Pais mektubunda şöyle diyordu: ‘Çok saygın ve değerli Amerikan elçisi bize geldi ve onların üssünden [Guantanamo] silah çalmaya son vermemiz karşılığında her türlü yardımı teklif etti. (26 Temmuz Hareketi, Guantanamo üssünde çalışan Kübalılar arasında gizli faaliyet yürütüyor ve Granma seferinden beri üssün depolarından silah ve cephane çalıyordu. Yazarın savaş sırasında isyancıların mektuplaşmalarından yaptığı alıntılar, Carlos Franqui’nin Diary of the Cuban Revolution’ından (New York, Viking Press, 1980) alınmıştır.) El Gordito’ya iki yıllık vize verilmesi ve onun ülke dışına çıkışının sağlanması karşılığında kendisine söz verdik. Bugün verdikleri sözü yerine getirdiler: Konsolos onu bizzat çıkardı ve gerekli belgeler, mektuplar ve haritalar diplomatik kargoyla çıkarıldı. İyi bir hizmet…’
“Pais, 1 Temmuz’da Fidel’e yazdığı bir başka mektupta şöyle diyordu: ‘Maria A. bugün öğle saatlerinde bana çok acil olarak Amerikan konsolos yardımcısının, yanında kim olduğunu bilmediği bir başka adam olduğu halde seninle görüşmek istediğini söyledi. Bu gidiş gelişler ve elçilikle yapılan görüşmeler beni sıkmaya başladı ve tamamen kopmadan, ama onlara şimdiki kadar önem de vermeden ilişkiyi biraz soğutmanın bizim için yararlı olacağını düşünüyorum; bir manevra yapmakta olduklarını görüyorum ancak neyi hedeflediklerini tam olarak bilemiyorum.
“Tad Szulc, Fidel Castro biyografisinde, 1957 sonbaharı ile 1958 yılının ortaları arasında CIA’nın 26 Temmuz Hareketi’ne bağlı çeşitli unsurlara en az elli bin dolar ödediğini ve paranın Wiecha adında bir adam tarafından dağıtıldığını yazdı.
“Fidel görüşme teklifini kabul etti. Frank Pais’e yanıt olarak yazdığı tarihsiz mektupta şöyle diyordu: ‘ABD diplomatının ziyaretine neden itiraz etmemiz gerektiğini anlamıyorum. Herhangi bir ABD diplomatını burada kabul edebiliriz; herhangi bir Meksikalı diplomatı ya da herhangi bir ülkeden gelen bir diplomatı da kabul edebileceğimiz gibi.’ Daha sonra tumturaklı bir dille yazdıkları mektubun, Amerikalılara iletilmesini beklediğini ortaya koyar: ‘Küba’nın muzaffer demokrasisiyle dostane ilişkiler mi kurmak istiyorlar? Mükemmel! Bu, savaşın nihai sonucunu kabul ettiklerini gösterir. Dostane bir arabuluculuk mu öneriyorlar? Onlara şerefli bir arabuluculuğun olmadığını, yurtsever bir arabuluculuğun olmadığını, bu savaşta herhangi bir arabuluculuğun olmadığını söyleyeceğiz…’
“Fidel’in onayına rağmen CIA’nın adamlarıyla buluşma görünüşe bakılırsa gerçekleşmedi. Muhtemelen Pais’in ölümü nedeniyle ertelendi ve CIA’nın siyasetinin değişmesi üzerine gündemden düştü. Ancak CIA’nın Ulusal Yönetim Kurulu’nun Llano’daki görevlileriyle teması bir süre daha devam etti. Bu arada harekete para sağlandığı ve başka biçimlerde yardım edildiği açıktır. CIA’nın önerilerinin Küba’nın Cienfuegos deniz üssündeki reformist subaylardan oluşan bir grubun temsilcileriyle Pais arasında gerçekleşen bir toplantıyla aynı zamana rastladığını da kaydetmek gerekir. Bu subaylar Batista’ya karşı bir ayaklanma girişimi içindeydiler. Subayların planı ABD tarafından da gizlice destekleniyordu.
“Havana’da CIA’nın iki numaralı adamı olan William Williamson, deniz üssündeki subaylara, başarılı olmaları halinde ABD tarafından tanınacaklarını söylemişti. Temmuz’da grup Havana’da Faustino Perez ve Santiago’da Frank Pais’le temas kurarak ittifak önermişti. Pais onları dinledikten sonra, plana kesin bir onay vermiş ve haberi Fidel’e iletmişti.
“Bu cazip bir öneriydi: Subaylar sadece bir kışla darbesi değil, Batista’yı koltuğundan edecek tam bir ayaklanma planlıyorlardı. Ayaklanma, ordu ve hava kuvvetleri içindeki muhalif hiziplerin desteğinde, Cienfuegos, Santiago ve Havana’da eşzamanlı olarak başlayacaktı. Kendi iktidar girişimini boşa çıkarabilecek Batista sonrası her türlü askeri cuntaya açıktan muhalefetine rağmen, Fidel bu fırsatı kaçırmayacak, Cienfuegos komplocularına kısmen destek olacaktı. Birincisi, harekete Sierra’daki kendi adamlarının değil de hareketin Llano’daki kesiminin katılacak olması nedeniyle komplonun açığa çıkarılması halinde bundan zarar görmeyecekti. İkincisi, plana açıktan karşı çıkar ve komplocular başarıya ulaşırlarsa, onlardan uzaklaşmış olacak, dağlarda kısılıp kalacaktı. Kuşkusuz, yardım etmesi devre dışı kalma riskini de beraberinde getiriyordu, ancak bu durumda manifestosunda vaat ettiği gibi dağlardaki savaşı sürdürebilirdi. Fidel şimdilik iyi bir konumdaydı. Amerikalılar ve şimdi de Kübalı askeri isyancılar ona geliyorlardı. Bir güç komisyoncusu haline gelmişti ve Sierra’daki savaşı sürdürmeye devam ederken yapılan teklifi ihtiyatlı bir tutumla değerlendirebilirdi.” S.263-266
***
“Fidel Amerikalılarla günün birinde karşı karşıya geleceğini başından beri biliyor, ancak iktidarı ele geçirene kadar bundan kaçınabileceğini umuyordu. Amerikalıların kendi yurdundaki bağlantıları yarım önlemlere imkan vermeyecek kadar derindi ve uygun gördüğü biçimde yönetmek ve Küba’da sahici bir ulusal kurtuluş geçekleştirmek için bu bağları kökünden söküp atmak zorunda kalacaktı.” S.285
Karşıdevrimcilerin ABD işgaline gerekçe üretmek için ABD kullanımındaki Guantanamo Üssü’ne “devrimci eylem” görünümü verilmiş bir sabotaj planlamaları karşısında, devrimci istihbarat erkenden harekete geçip bu sabotajcıları tutuklamıştır. Daha sonra etrafındaki koruma sıkılaştırılmıştır.
Bu sabotaj vakası Küba Devlet Güvenlik Birimi’nden Fabian Escalante’nin “Fidel Castro’yu Öldürmenin 634 Yolu” adlı kitabında geçmektedir. Kitap Nota Bene yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.
Fabian Escalante, Küba Devrimi sonrasında yeniden yapılandırılan, Devlet Güvenlik Birimi’ne (DSE) katıldı. Burada CIA ve diğer karşıdevrimci örgütler tarafından planlanarak uygulanmaya çalışılan, bu arada adına AM/LASH Operasyonu denilen, Fidel Castro’yu öldürme özel planının da olduğu pek çok suikast ve harekatı önleme görevlerinde çalıştı.
“Patty” Operasyonu
Havana, Mayıs 1961. DSE Merkez Karargahı
Tito kod adıyla bilinen Alfredo Izaguirre de la Riva, adadaki en zengin ailelerden biri olan, Izaguirre-Hornedoslar’ın soyundan gelme bir gazeteciydi. Havana’daki CIA üssü emrine 1959’da girdi ve o tarih itibariyle örgüte tam anlamıyla uyum sağladı. s.102
[CIA ile yeni plan üzerine bir dizi temastan sonra…]
[Izaguirre] Bir süre ortadan kaybolması şüphe çekti mi çekmedi mi diye bekleyip ardından belli başlı direniş liderleriyle yoğun bir toplantı trafiği başlattı. Öncelikle onların mutabakatına ihtiyaç vardı. Daha sonra bunu ABD’ye bildirerek onlara verilecek görevler için onay alacaktı. Yaklaşmakta olan ilk fırsat, 26 Temmuz’un yıldönümü nedeniyle Havana’da ve Santiago de Cuba’daki törenlere katılacak olan Fidel ve Raul Castro’nun buralarda öldürülmeleriydi. Aynı anda CIA tarafından silahlandırılmış adamlarından bir grup Guantanamo’daki üsse saldırarak buradaki deniz piyadelerini çatışmaya zorlayacaklar, piyadeler de saldırıya uğradıklarını ABD’ye bildirip destek istediklerinde, Küba’nın bu kez doğrudan ABD tarafından işgali fırsatı doğmuş olacaktı. s.103
[Ancak plan deşifre olmuştu. 22 Temmuz’da karşı operasyon başladı ve hepsi tutuklandı.]
Alfredo Izaguirre de la Riva’nın yakalandıktan sonraki ifadesinden:
“Kendilerine Küba askeri süsü verecek bir grup karşıdevrimci, Santiago de Cuba halkını da kışkırtarak Guantanamo Üssü’ne saldırılmasını örgütleyecek, aynı zamanda da yer altı direnişinin örgütlendiği tüm eyaletlere yeterince silah ve mühimmat aktarılarak kalkışma hazırlığına girişilecek, bir punduna getirildiğinde de, Fidel ve Raul öldürülecekti. Plan buydu.” s.106
Ayrıca Küba Dostluk Derneği’nin açıklamasında bağlantısı verilen videoda da, devrimci yönetimin üssü neden korumak zorunda kaldığı ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır.[16] Videoda iki bölüm özellikle önemli. 18.17’den sonra Tarihçi Jose Sanchez Guerra, “Küba Devrimi zafere ulaştıktan sonra buradaki üs, yeni kurulan devrimci devleti yenilgiye uğratmak amacıyla bir saldırı noktası haline getirildi” diyor. 20.33’ten sonra da Yarbay Jose Felipe Cusneros, “Biz, provokasyona gelmemek üzere eğitildik. Bize hep böyle öğretildi. Komuta kademesinden emir gelmeden harekete geçilmez. Her zaman bu kurala uymuşuzdur. Provokasyonlara rağmen çatışmaya girmemizi engelleyen de bu olmuştur. Sadece havadan gelenler değil tüm provokasyonlara rağmen” diyor.
Fidel’in devrimin ilk döneminde ABD ile basın yoluyla kurduğu temaslarda anti-komünist saldırganlıktan korunmak için komünist kimliğini gizlediği, özel mülkiyete karşı olmadığını söylediği sır değildir. Jon Lee Anderson’un kitabında değinilen bu mesele devrimin ilk yıllarına ait bir dizi video kaydında da görünmektedir. 1959’da devrim sonrası Fidel’le röportaj yapan ilk ABD televizyonu CBS’nin Face The Nation programı bir örnektir.[17]
Kaynaklar çoğaltılabilir. Meramımız da zaten Küba Devrimi’nde ya da bir başka mücadelede “kusur” yakalayıp üstüne atlamak, koca mücadeleyi “kusur”lara indirgemek değildir. Aksine tam da bu yaklaşımı eleştirmek istiyoruz. Çünkü tarihsel bağlamından ve kendisini kuşatan nesnel koşullardan bağımsız düşünüldüğünde kara çalınmayacak kurtuluş mücadelesi yoktur.
Bu vesileyle Küba Devrimi’ne ve yeni-sömürge devrimciliğine ilişkin bir nebze de olsa merak uyandırabildiysek ne mutlu…
Dipnotlar:
[1] 1933’te öncülük ettiği askeri darbeyle ülkenin en güçlü kişisi haline gelen Fulgencio Batista, Küba’yı 1940’a kadar fiilen; 1940-1944, 1952-1959 yılları arasında ise resmen yönetti. 1952’de darbe ile iktidara gelmesinin ardından baskı, yolsuzluk ve çürüme halkın hoşnutsuzluğunu büyüttü ve 26 Temmuz Hareketi bu zeminde doğup devrime ilerledi.
[2] “İlk önce Marti’ciydim. Sonra Martici, Marksist ve Leninist oldum” diyen Fidel, 26 Temmuz 1953 Moncado Kışlası Baskını sırasında sosyalist fikirlere sahip olmakla birlikte esas olarak Martici olduğunu söylüyor.
Öte yandan kitabın ilerleyen bölümlerinde “1952’de artık tamamen inanmış bir Marksist Leninist’tim. (…) Kristof Kolomb’un bir pusulası olmasa bir yere varamazdı. Benim bir pusulam vardı: bunu Marx ve Lenin’de buldum” diyor.
Ramonet Ignacio, Fidel Castro: İki Ses Bir Biyografi, Doğan Kitap (2006), s.37,97.
[3] “Batista’nın isyanı [Moncado Kışlası Baskını] ‘komünistler’in üzerine yıkma girişimlerine rağmen, Küba’nın komünist partisi ayaklanmayı bir burjuva darbesi olarak değerlendirdi ve harekete katılmadı.”
Anderson Jon Lee, Che Guevara: Devrimci Bir Hayat, İthaki Yayınları (2000), s.112.
[4] “Ancak Küba’da siyasal olaylar hızla gelişmeye başlamıştı. Batista, muhalifinin olmadığı koşullarda geçen (1954) kasım ayında yapılan Küba başkanlık seçimlerini kazanmıştı. Batista yönetimi Ocak ayında Başkan Yardımcısı Richard Nixon’ın tebrik ziyaretiyle Eisenhower yönetimi tarafından onaylandı. Daha sonra, nisan ayında, CIA Direktörü Allen Dulles Paskalya yortusuna denk gelen bir hafta sonu Havana’yı ziyaret ederek Fulgencia Batista’yla görüştü. Yarıküredeki Komünist faaliyetlerden kaygılı Dulles, Batista’yı bu tehditle başa çıkmak için özel bir polis istihbarat bürosu açmaya ikna etti. Sonuçta CIA’dan mali destek gören ve tavsiye alan BRAC, “Buro de Represion a las Actividades Comunistas” (Komünist Faaliyetleri Bastırma Bürosu) kuruldu. Bu kuruluşun faaliyetleri çok geçemeden meşum bir ün kazanacaktı.
BRAC’ın kurulmasını önerirlerken ne Dulles’in ne de Havana’daki CIA istasyon şefinin zihninde Fidel Castro’nun olmaması ironiktir. Mayıs ayında Fidel Castro, kardeşi Raul ve onlarla birlikte Pines Adası’na hapsedilen on sekiz moncadista bir af yasasıyla özgürlüklerine kavuştular. Batista tedbirsizce çıkardığı bu hoşgörü yasasını ‘Anneler Günü’ şerefine bir iyi niyet jesti olarak betimlemişti.”
Anderson Jon Lee, Che Guevara: Devrimci Bir Hayat, İthaki Yayınları (2000), s.170.
[5] Ramonet Ignacio, Fidel Castro: İki Ses Bir Biyografi, Doğan Kitap (2006), s.425.
[6] ABD’nin Suriye savaşındaki asli kurgusu AKP-Katar-Suud üçlüsünün taşeronluğu, cihatçı örgütlerin de alt-taşeronluğu ile sürecek bir dolaylı askeri müdahaleydi. Ne var ki taşeronlar ve alt-taşeronlar başarısız oldu. Bunun üzerine operasyonları başından bu yana yöneten CIA cihatçıları desteklemeyi sürdürürken, Pentagon ise Suriye’de etkili olabilmek adına, CIA’in desteklediği cihatçılara karşı savaşan, AKP’nin düşman saydığı ve Rusya-Şam ekseniyle çatışmaktansa uzlaşmayı tercih eden Kürtleri desteklemeye başladı. ABD’nin ve bölgesel işbirlikçilerinin Suriye’de içine girdiği bu çelişkili hal Kürtlere büyük bir olanak yarattığı gibi, çatışma beklentilerinin aksine Kürtlerle uzlaşma kanallarını hep açık tutan Rusya ve Şam’ın da yer yer istifade ettiği bir denklem yarattı.
[7] Anderson Jon Lee, Che Guevara: Devrimci Bir Hayat, İthaki Yayınları (2000), s.263.
[8] Anderson Jon Lee, Che Guevara: Devrimci Bir Hayat, İthaki Yayınları (2000), s.285.
[9] Doğrudan ABD askeri müdahalesi tehdidi, Küba’ya nükleer başlıklı Sovyet füzelerinin yerleştirildiğinin açığa çıkmasının ardından 1962 Ekimi’nde patlak veren füze krizinin ABD ve SSCB arasında anlaşmayla sonuçlanması üzerine bertaraf edilir. SSCB’nin Küba’daki füzeleri geri çekmesi karşılığında, ABD de Türkiye’deki Jüpiter füzelerini söküp götürecektir ve Küba’ya yönelik askeri müdahaleden vazgeçecektir. Ancak SSCB Küba’ya bir şey danışmadan füzeleri söküp götürmüş, Fidel’e göre Guantanamo Üssü’nün kapatılması teklifinin ABD’ye kabul ettirilebileceği bu eşsiz fırsat çok kötü harcanmıştır. Bu aşamadan sonra Sovyetlerle arası bozulan Küba lideri, SSCB varlığının da bir güvence olmadığını düşünerek, ABD’yi olası bir müdahaleden caydırmak için, savunma stratejisini incelikli bir diplomasi yürütmek ve halkı milyonların katıldığı bir silahlı seferberliğe hazır tutmak üzerine kurar.
Ramonet Ignacio, Fidel Castro: İki Ses Bir Biyografi, Doğan Kitap (2006), s.205-206.
[10] http://sendika62.org/2017/08/amerikan-ussune-bekcilik-yapan-devrimciler-ali-ergin-demirhan/
[11] http://sendika62.org/2007/09/castro-kiminle-tartisiyor-ali-ergin-demirhan/
[12] http://sendika62.org/2007/09/super-devrimciler-fidel-castro/
[13] http://sendika62.org/2014/12/kuba-devam-eden-devrim-ve-guncel-celiskiler-james-petras-ve-robin-eastman-abaya/
[14] Derleme, Kübayı Savunmak ya da Bir Sokağın Köşesinde Dikilmek, Kalkedon Yayınları (2007)
http://www.pandora.com.tr/urun/kubayi-savunmak-ya-da-bir-sokagin-kosesinde-dikilmek/156611
[15] http://www.kubadostluk.org/kuba-halkinin-onurlu-tarihi-carpitilamaz/
[16] https://www.youtube.com/watch?v=g2WQz2-p6Is
[17] https://www.youtube.com/watch?v=D5xRho3TauQ
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.