Hâlihazırda etkili bir muhalefetin e’si dahi mevzubahis değilse de, yapılanların olası ağır faturasından, isyandan duyulan korku AKP’nin dengesini bozmaya devam ediyor
Görünürdeki tüm azamet ve kudretleri biraz kazınınca, altından acziyetleri feveran ediyor. Hâlihazırda etkili bir muhalefetin e’si dahi mevzubahis değilse de, yapılanların olası ağır faturasından, isyandan duyulan korku AKP’nin dengesini bozmaya devam ediyor
Yalan, burjuva siyasetinde kitle mobilizasyonu için şüphesiz ki başat bir rol oynar. Hatta halkın gündelik hayatında -Türkiye’de özellikle ’90’larda- “politika = yalan” eşitlemesinin ve mizahının yaygınlığı malumdur.
Fakat, Türkiye siyaseti ve toplumunda 2000’lere doğru başlayan büyük altüst oluş, köklü değişim, yoksul yığınların ciddi bir bölümünde de “yozlaşma” dışında bir kavramla adlandıramayacağımız bir durumla paralel ilerledi. Hem (azımsanamayacak bir kısmında salt “gösteriş” olarak) muhafazakârlık; hem de esasen çıkarlar ekseninde biçimlenen yeni sağ kütle gerçeğini tespit etmek gerekiyor.
Erdoğan’ın ceketinin dâhi yüzde 40’larda yahut yüzde 35 – 40 arası oy alabileceği bu siyasi tabloda, AKP’ye/ Erdoğan’a oy veren geniş kitleler için “politikacı = yalancı” denklemi, “çalıyor ama çalışıyor” ile “Reis diyorsa doğrudur/ yapmışsa bir bildiği vardır” biçiminde kısır bir reaksiyon âlemine dönüşmüştür.
Bu âlemin en önemli yapışkanları da, “laikler”den intikam ve “hain”lere karşı birlik argümanlarının mükemmelen vücuda getirdiği motivasyondur. Burada bileşenin ortak tutamacı ise cehalettir.
AKP Türkiye’sinde cehalet iktidardadır ve bil(m)enin küçümsenmesi belirgindir. Geçmişte okumamış halktan saygı gören “okumuş”lar, günümüzde bir düşman figürü hâline geldi. Bu, kendileri tarafından da açıkça ve en yüksek perdeden dillendiriliyor. Ne garip bir ironidir ki rektörleri tarafından bile.
Başta ODTÜ olmak üzere üniversitelere şer yuvası gözüyle bakmak “eski Türkiye”den devralınan bir gelenekse de, bu dönemde bu vaziyet şeddelendi. Öyle ki on beş netle girebildikleri okullarında “ODTÜ yıkılsın, yerine üniversite açılsın” pankartları dahi açtılar. -Tabii burada bizim açımızdan acı olanın, bugün üniversitelerde sol siyasetin ’80’lerin ikinci yarısına nazaran bile sönük, hareketsiz görüntüsü olduğunu bir ara not olarak belirtelim.-
Bu noktada elbette, yakın zamanda Erdoğan tarafından da üzüntüyle altı çizilen, uzun yıllardır tartışılan “kültürel iktidar” meselesi gündeme geliyor. AKP, Türkiye’nin pek de matah olmayan bilim, sanat dünyasında tüm çabalarına rağmen hakim olamamanın acısı ve hıncıyla kıvranıyor. Bunun bir diğer yansıması da, daha üst segmentteki mesleklerin odalarında AKP’nin -olağanüstü gayretlerine karşın- Kemalistler ve solcular karşısında bir varlık gösteremiyor oluşudur.
AKP ve Erdoğan, bugün Türkiye’nin kültürel ortamında kırıp dökerek, ihraçlarla, saldırı ve sindirme operasyonlarıyla iktidar olmaya çabalıyor. Bir varlığı, -ellerinde bir şey olmadığı için- boşlukla ikame etme uğraşında bir ölçüde başarılı oldukları da söylenebilir. Çölleşme sarihtir.
AKP ve AKP’lilik, kendi karikatürüne dönüşeli çok oldu. Bu karikatür olma hali, özellikle bu çevrelerin çıkardığı “mizah” dergilerinin durumunda hayli sembolik. Bu dergilerde, söz konusu işin iki temel sütunu olan mizah adına da, çizim kabiliyeti adına da herhangi bir şey olmaması bir yana, bu dergiler hitap ettikleri kesimlerdeki ahlakî çöküşün de dışavurumu olmuştur.
Aslında Türkiye’de hayatın da, siyasetin de her alanında kendi gösteren çölleşme durağında İslamcılar için de bir muhasebe vardır. İslamcılık/ muhafazakârlık, AKP öncesinde azınlık fakat etkili bir entelektüel damara sahipti. İslamcılar içinde, sol argümanlardan da beslenen bir üretim ve tartışma geleneğinin geçmişte var olduğu söylenebilir.
Fakat muhafazakâr mahalledeki AKP’lileşme, hem mütedeyyin entelektüelleri daha küçük bir azınlık durumuna getirdi, hem de bu insanları etkisizleştirdi. Dahası bu kesim de ciddi bir yekûnla AKP’lileşince dinamiğini tümüyle yitirdi, uyumlandı.
Mevcut kültürel tükenişi, İslamcılığın MHP’lileşmesi olarak isimlendirebiliriz.
Bugün İslamcıların elinde, “muhafazakârların edebiyat kalesi” dışında bir şey kalmamıştır.
İslamî kapitalizm, reisçilik, ülkeyle birlikte kendini de hızla tüketmektedir.
Memleketin üzerindeki demir yumruk her geçen gün biraz daha sertleşiyor, zira yönetebilmek için ellerinde başka bir yöntem kalmamış durumda. Görünürdeki tüm azamet ve kudretleri biraz kazınınca, altından acziyetleri feveran ediyor. Hâlihazırda ne burjuva siyaseti içinde; ne de sokakta etkili bir muhalefetin e’si dahi mevzubahis değilse de (burjuva muhalefette ağır aksak da olsa, ileride sonuçları daha net görülecek bir kıpırdanma var*), yapılanların olası ağır faturasından, isyandan duyulan korku AKP’nin dengesini bozmaya devam ediyor.
Bu bodoslama yönetimin, tüm dünyada duyulan yolsuzluğun, saçılan dökülen rezaletin, tekçi siyasetin, halka, muhalefete yaşatılan kabusun, biçilen kefenin bir bedeli olacaktır. Ancak, bedeli ödetecek olan yahut ödetmeye çalışan, meselenin doğal olarak sadece kendilerini ilgilendiren kısmına büyüteç tutan emperyalistler olacaksa, halk için -hele ülkenin üzerine ölü toprağı serpilmiş malum vaziyette- bir çıkar yoktur. Emperyalizmin artık istediği gibi kullanamadığı aparatı yerinden söküp, onun yerine başka birisini yerleştirmesinden alınacak “zevk”, mastürbasyondan başka bir anlam taşımaz.
Türkiye’de akim kalan ve elbette AKP’ye karşı bir operasyon anlamına da gelen, sonrasında darbe girişimi hamlesiyle amansızlaşacak bir karşı darbeye zemin hazırlayan, 17- 25 Aralık’ın devamı durumundaki, ABD’deki Zarrab davası, Erdoğan’ın ensesinde hissettiği Batı’nın soğuk nefesidir.
Tavanda yalan, tabanda cehaletle gerçekliğin kuşatma altına alındığı bu iklimde, kepazeliğin anti-emperyalizm diye pazarlanması ve kendine de bu “vatanseverlik” etiketiyle bolca alıcı buluyor olması pek tabiidir. Yoksulları kapitalist İslamcılara kaybeden solun, anti-emperyalizm kavramını işlemeyi de, emperyalizmin hempalarına kaptırması, orada kendine bir propaganda ve çalışma alanı açamıyor olması, solun niceliği takiben, nitelik olarak da zayıflamasıyla ilintilidir.
Sol, bugün Türkiye’de büyük ölçüde kültürel bir kimlik görünümündedir ve örgütlü solun yoksullarla, e(k)mek kavgasıyla pek bir ilişkisi kalmamıştır. Yani “çöküş”ten söz ederken, sadece -bizden şüphesiz çok daha iyi durumda olan- AKP’nin ya da bir bütün olarak Türkiye’nin çöküşünü değil, tüm hücreleriyle solun çöküşünü, çözülüşünü de tespit etmek gerekiyor. Legal – illegal, devrimci – reformist her neyse…
Çeşitli yapılarda örgütlü veya bu yapılara sempatizan olan solcuların dışarıdan genel görünümü dikkat çekici bir biçimde değişime uğramıştır. Çok sert gelebilir fakat, yazın deprem olduğu vakit tatilini sürdürdüğü Bodrum ve çevresinden “deprem” diye tweet atan; kışın da cuma, cumartesi geceleri Sakarya’nın, Kadıköy’ün barlarından İnstagram’a “hikaye” koyan bir solculuk var karşımızda.
Solculuğun salt “kültürel” bir koda dönüşmesinden kastımız da budur. Ve bunu elbette ki bir genelleme yapmadan söylüyoruz. Yoksa cılız ve biteviye zayıflıyor da olsa kenar mahallelerde sürdürülen bir devrimcilik hâlâ var. Fakat bir de not: Bu devrimcilerin halkın en yoksul, en çaresiz kesimleriyle de kesinlikle en ufak bir ilişkisi yok. “Devrimci mahalleler” denilen varlık, durumu görece iyi olan halkımızdan mürekkeptir.
Yakın gelecekte, güçlü görünmekle birlikte bunalımda olan Erdoğan/ AKP iktidarının düşüşü söz konusu olsa bile, şu tabloda AKP’nin kaybından bizim hanemize bir kazanım, AKP’nin son baharından bize bir bahar yazılmayacaktır.
Rüzgarı lehimize çevirecek bir programdan bugün yoksunuz.
Memleket, muhalefet, sol namına söylenebilecek pek bir olumlu söz yok. Zaten herkes de bunun farkında. Buhran, her yerde, her alanda hissediliyor.
Fakat henüz yenik de değiliz. Ülkenin ekonomik, siyasi tablosu sonsuz olanakları da bağrında tutuyor. Gerçek hayatta en fanatik AKP’liyi dahi rahatsız edecek bir şeyler var. Yüz binlerce insanın açlığa mahkûm edildiği, eğitim sisteminin patladığı, hastanelerde en acil hastalara dahi randevunun aylar sonrasına verildiği, Genel Sağlık Sigortası adıyla yoksulların havadan borçlandırıldığı, iş cinayetlerinin bir sınıf katliamına dönüştüğü, seçilenlerin yönetemediği, hapse tıkıldığı, asgari ücretin traji-komik bir oranda tutulduğu, paranın değersizleştiği, ekmeğin bile gramajının düşürüldüğü ve her şeyin koskoca ülkede bir tek adamın ağzına baktığı bir Türkiye var.
Siyaseti, sıkıştırıldığı kimlikler ekseninden -laisist/ anti-laisist, Türk – Kürt- kurtarmak gerekiyor. Bu tip bir politika hem solu belli başlı güç merkezlerinin çekimine sokuyor; hem de sola umduğu, beklediği kitleyi getirmiyor. “Merkez”lerin, “büyük”lerin kavgasında sosyalistler giderek “merkez”lerle benzeşen ama kafa sayısında marjinal kalmayı sürdüren bir odak olabiliyor ancak.
Sol, kavganın yönünü emeğin eksenine döndürmedikçe ve radikalleşmedikçe zayıflayacak. Daha kötüsü, bu umutsuzluk, sinmişlik, karamsarlık bulutları dağılmadıkça kaybedeceğiz. Üstelik tekrar geri dönmeyesiye. Çünkü arkada dayanılıp, tekrar yükselmeyi sağlayacak hiçbir şey de bırakılmamış olacak.
Bu yüzden umutsuzluğa, karamsarlığa kapıldığımız zaman, Nuriye ve Semih’in her şeye rağmen, her daim gülen gözlerine bakalım.
Bu, bizim kendi çöküşümüze bir doğruluşla vurup, ilerlemek için bir başlangıç verisidir.
(*) CHP’nin “Adalet Yürüyüşü” ve ticari yolsuzluk belgelerini açıklama hamleleriyle, merkez siyasette -sadece MHP ve AKP açısından değil, CHP açısından da- dengeleri etkili bir biçimde değiştirmesi muhtemel İyi Parti’yi kast ediyorum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.