Sokağa adım atmayı dahi göze almadan yenilginin propagandasını yapıp, “yeni duruma” göre pozisyon alanlar geride dursun; bu süreçte çıkarsa devrimciler öne çıkacak
Sokağa adım atmayı dahi göze almadan yenilginin propagandasını yapıp, “yeni duruma” göre pozisyon alanlar geride dursun; bu süreçte çıkarsa devrimciler öne çıkacak. Önce kendi bayrağımızı yükselteceğiz
Bilboardlar, afişler, törenler, bitmeyen açılışlar, toplantılar, gazete manşetleri, köşe yazıları, sosyal medya, televizyonlar… Tek adam; yalan, demagoji, iftira, kara çalma, komplo teorileri eşliğinde gerçeklik algısını tersyüz etmeye yönelik bitmek bilmez bir çabayla kendi partisi, devlet aygıtı ve tüm toplum üzerinde mutlak iktidarını tesis etmeye uğraşıyor. Tek adam diktatörlüğü biçiminde bir “açık faşizm”e geçişi ve sürekliliğini sağlamak için hala sandığa yaslanmak zorunda olmanın verdiği sıkıntı ile 2019 seçimine gitmeden 2019’u kazanmaya çalışıyor.
Kendisi futbolcu. Tam saha press yapıyor. Kendisi anketsever, eline geçen anketlere göre her gün kendi kadrolarını şapşala çevirecek kararlar alıyor, aldığı kararı bozuyor, her gömleği giyiyor, çıkarıyor. Literatüre “Erdoğan dönüşü” kavramını ekliyor. Örneğin siyasi geleneğinin varoluş temellerinden, kendilerini tarif ettikleri ideolojik zeminin temel direklerinden biri olan “Atatürk (cumhuriyet) düşmanlığı” bir günde unutuluveriyor. Silemedi mi, aşamadı mı o zaman kendi anlatısına eklemliyor. Bugünkü dış-iç güçler karşısında ulusal çıkar koruyan lider yalanını kendi “Atatürk efsanesi”ne bağlıyor, utanmasa “elinde büyüdüm” diyecek. Böylece CHP’nin Atatürk silahına, aynı anda karşısındaki kırılgan ve heterojen muhalefet kesimlerinin birleştirici siyasal simgesine elini uzatıyor. Belli ki gözüne o muhalefetin sağcı, şoven, “devletçi” damarını da kestirmiş. Ama hiç yoktan bir “Erdoğan dönüşü” ile 10 Kasım’ın kendisine karşı bir gösteri gününe dönüşmesini engelliyor, ittifaklarına sus payı, kontrgerilla artıklarına “bir ihtimal” veriyor. Yetmez mi? Şimdilik yeter.
Ama bu hamlelere rağmen bugün ilk önceliği muhalefet değil. Partisinde, belediyelerde, bakanlıklarda, Meclis’te, kontrgerilla organizasyonunda, yargıda, üniversitede… kendisi dışında tek bir inisiyatif sahibi şahsiyet, tek bir inisiyatif boşluğu bırakmamak. Parti-devlet özdeşliği yaratırken yetki karmaşasını ortadan kaldırmak üzere kendisine bağlı bir parti-devlet hiyerarşisini oturtmak. Halkın seçtiği belediye başkanlarını AKP il başkanına, tüm il başkanlarını da doğrudan kendisine bağlaması, bakanlıkları yönetmek için Saray’da açılan ofisler bunun örnekleri.
Kendi liderliğinin kaçınılmazlığını aynı zamanda ülkenin tüm sorunlarını, AKP iktidarının -doğal olarak kendisinin- yarattıklarını bile ancak kendisinin çözebileceği iddiası ile işliyor. Öyle ki partisine muhalefeti de kendisi yapıyor. Tüm sorunlar derken arabalarda cam filminden, yabancı futbolcu sayısına… yelpaze çok geniş. Ama bu tutumun yarattığı karmaşa da öyle. Attığı her adım aynı zamanda işlerin daha da kötüye gitmesine, onun peşinden gitmeye çalışan kadrolarının ve dolayısıyla kendi acizliğinin ortaya serilmesine bu iktidarın ülkeyi kötü yönettiğinin ve hatta bu ülkenin temel sorunlarını çözmek için elinde herhangi bir gerçek formül-program bulunmadığının açığa çıkmasına yol açıyor.
İşte burada halkı fiilen gerçeği göremez hale getirmeye ya da gerçeğin değerini gizleyecek bir yılgınlığa sürüklemeye yönelik dev bir yalan-demagoji makinesi devreye sokuluyor. Bu kuşatma gerçeği değiştirmiyor elbette, ama devrimcilerin önüne her koşulda gerçeği ısrarla dile getirirken gerçeğin içindeki siyasala (güç-eşitsizlik ilişkilerine ve tüm bunların tek adam diktatörlüğüyle bağına) açıklık kazandırma, bu yalan-demagoji makinasının çarkına çomak sokacak, eşitsizlik ve güç ilişkilerini değiştirmeyi hedefleyen siyasal eylemi üretme, siyasal iradeyi açığa çıkarma görevini koyuyor. Bu ülke halklarının yalan ve demagojiye yaslanan bir diktatörlükle yönetilemeyeceğini gösterecek siyasal eylemi üretmek için malzeme çok, malzemeyi zaten diktatörlüğün kendisi üretiyor.
Erdoğan “milli” “yerli” ekonomi propagandası yaparken veliaht Berat Albayrak’tan Binali Yıldırım’ın oğullarına bu çete ülkenin kanını emerek elde ettikleri servetleri yurt dışına kaçırıyor. Kendileri kazançtan vergi ödemiyor, sermayeye vergi indirimleri açıklanıyor. Ama Meclis’te görüşülmeye başlanan 2018 bütçe gelirlerinin yüzde 86’sını vergiler oluşturuyor. Toplanan verginin yüzde 60’ı dolaylı, yani tüketim üzerinden alınıyor. Ücretli emekçinin sırtından toplanıyor.
Ekonomi Bakanı Zeybekçi “Coşmuş olan bir ekonomimiz var”, Erdoğan “Ekonomide her gün yeni güzel haberler alıyoruz” diyor. Ama coşan kur. TL karşısında dolar bir yılda yüzde 18, avro ise yüzde 22 artmış durumda. Üretimin yüzde 76’sı ithal girdiye bağımlı. İşte bu “coşku” maliyetlere ve o da fiyatlara yani halkın cebine yansıyor. Enflasyon yüzde 12’yi zorluyor. Yabancı sermayeye ve sıcak paraya bağımlı, iç ve dış borçlanmaya endeksli Türkiye ekonomisi Standart&Poor’s’a göre dünyanın en kırılgan 5 ekonomisi arasında sayılıyor.
Gazete manşetlerinde “büyüme rekoru”, “istihdam rekoru”, “ihracat rekoru” kırılıyor. Ama Eylül 2017’de yüzde 8.7 ihracat artışını yazan haberler, ithalatın da aynı dönemde yüzde 30.5 arttığını, ilk 9 ayın dış ticaret açığı 53.8 milyar dolara ulaştığını “nedense” vurgulamıyor. Temmuz 2017 (istihdam oranının yükseldiği yaz koşullarında) resmi işsizlik oranı yüzde 10.7, o da çalışabilecek yaştaki her 100 kadının yalnız 34’ünün işgücü piyasasına çıkmasına rağmen. Resmi işsiz sayısı 3.5 milyon, umudu olmadığı için iş aramayanlar eklendiğinde toplamda 5.5 milyon. Bir de referandum döneminde Erdoğan’ın ilan ettiği “istihdam seferberliği” başarısı(!) var. Tik tak tik tak, yalan makinası çalışıyor. Gerçekte 1 milyon 412 bin kişilik sigortalı artışının 1 milyon 279 bini işçi bile sayılmayan çırak, stajyer, kursiyer ve bursiyer artışından kaynaklanıyor. Üstelik ücretleri ve primleri işsizlik sigortası fonundan ödeniyor. Bu yetmiyor, AKP tabanındaki yoksullarda en önemli rıza üretme mekanizmalarından biri olan, kadrosuz ve geçici işçilik sağlayan “toplum yararına çalışma programı” da işsizlik fonundan ödeniyor. Yani işçi cebinden ödeyip “istihdam arttırıyor”, başarı Erdoğan’ın hanesine yazılsın isteniyor. 15 yılda kamuda çalışan kadrolu işçi sayısını 350 binden 150 bine düşüren iktidar yeniden “Taşerona kadro sorunu çözülüyor” manşetleri attırıyor. Bir yolunu bulsalar onu da Erdoğan’a çözdürecekler. Ama yol yok.
Sorun çözücü Erdoğan’ın sorunun kaynağına dönüştüğü bir diğer alan ise eğitim. Erdoğan’ın emri ile başlatılan “eğitim devrimi” ile sistem onun ağzından çıkana uydurulmaya çalışıldı. Sonuç Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nın bir ayda üç kez değiştirilmesi. Son değişiklikte sınava İmam Hatiplilere avantaj sağlayacak soru setinin eklenmesi yine bir son dakika emri. İki ay belirsiz bırakıldıktan sonra açıklanan TEOG değişikliği sırasında bizzat Milli Eğitim Bakanı okulların yüzde 90’ının “niteliksiz” olduğunu itiraf ediyor. Değişikliğin arkasında yine bir “seferberlik” hezimeti var. İmam Hatip seferberliği üniversite lisans bölümüne yerleşmede yüzde 17.8 oranla bir sefalet öyküsüne dönüşünce en başarılı yüzde 10’luk dilimdeki öğrencilerden teşvikli İmam Hatiplere yönlendirme, geri kalan yüzde 90 arasında ise okul bırakmayarak İmam Hatibi ya da “özel lise”yi mecbur kılma stratejisi güdülüyor. Ha bir de mahalli yerleşim sisteminde endişeyi gidermek için “eğitimde yatırım seferberliği” yalanı var. O da manşetlerde. Oysa MEB 2018 bütçesinde eğitim yatırımlarına ayrılan pay geçen yılın da (yüzde 8.51) altına gerileyerek yüzde 8.36 olarak belirlenmiş durumda. Yani “nitelik arttırma” gibi bir niyet de yok, hedef de yok. Tüm bu düzenlemelerin hangi an yine Erdoğan tarafından bozulacağı, kimin suçlu ilan edileceği ise belirsiz.
Erdoğan’ın her “seferinde” yenik döndüğü bir diğer alan ise Suriye ve onunla bağlantılı olarak Kürt politikası. Zarrab infialinden mi yoksa beklerken parklarda bahçelerde poz vermeyi sevmediğinden mi bilinmez kendisi gitmeyip Binali Yıldırım’ı gönderdiği ABD’den çözüleceği baştan belli “vize sorunu” dışında ne Zarrab ne de YPG’ye ABD desteği konusunda olumlu bir dönüş alamadı. Yıldırım, “İlişkileri düzeltelim” temennisini iletti ve döndü. Belki Erdoğan için itibar tazeleyici bir randevu talebinde de bulunmuştur. Erdoğan, bizzat gerçekleştirdiği Rusya seyahatinden ise henüz uçağa binerken söylediklerini yutarak geri döndü. Havaalanında yaptığı açıklamada Vietnam’daki Asya ekonomik zirvesi sırasında Amerika ve Rusya’nın imzaladığı ve Suriye krizinde askeri bir çözümün olmadığını belirten, yani Türkiye’nin Rojava’ya yönelik bir operasyonuna izin verilmeyeceğini ilan eden bildiriyi hedef almış ve “dünyayı aldatmasınlar” diyerek bildiriyi anlamadığını ifade etmişti. Putin ile görüşmesinden Afrin’e müdahale konusunda bir ışık alamayan Erdoğan, görüşme sonrası açıklamada “Sayın Putin ile Sayın Trump arasındaki Vietnam’da yapılan ortak açıklamayı önemsiyoruz” deyip “siyasi çözüme” odaklanacaklarını söyleyiverdi. Alın size bir “Erdoğan dönüşü” daha.
Erdoğan’ın pragmatizmini ve hedefe giderken her yolu mubah gördüğünü bu topraklarda yaşayan herkes biliyor. Erdoğan da yalanın, demagojinin ve “sopa”nın hedefe ulaşmak için yetmeyeceğini 7 Haziran ve 16 Nisan’da tecrübe etti. İşte bu nedenle eşeği sağlam kazığa bağlamak için adımlarını da hızlandırmış durumda. 2019 uyum yasalarını hazırlayan komisyonun üyelerinin seçimi, görev ve yetkileri Seçimlerin Temel Hükümleri Yasası’nda düzenlenen YSK için “bağımsız” bir teşkilat yasası da hazırlandığı şimdiden basına yansıdı. Bağımsız teşkilatın haktan, hukuktan, halktan bağımsız yalnız tek adama bağımlı olacağı aşikar. Devlet Bahçeli’nin açtığı seçim barajının indirilmesi gündeminin ise “uyum yasaları” çerçevesinde muhalefetin mecliste çoğunluk sağlamasını engellemek üzere tasarlanmış bir Siyasi Partiler ve Seçim Yasası değişikliği manevrasına dönüştürüleceği beklenmeli. Bu adımlar bugünden OHAL’in ve YSK’nın da hedef alındığı ve diktatörlük karşısında halk iradesinin açığa çıkarıldığı bir siyasal çalışma yapılmadığında “seçim çalışması”nın baştan yenilgiye mahkum olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Sokağa adım atmayı dahi göze almadan yenilginin propagandasını yapıp, “yeni duruma” göre pozisyon alanlar geride dursun; bu süreçte çıkarsa devrimciler öne çıkacak. Önce kendi bayrağımızı yükselteceğiz. Herkes sussa biz konuşacağız, kimse sokağa çıkmazsa biz çıkacağız. Mücadele çizgisini, mücadele ederek yaratacağız. Daha önce kimsenin geçmeye tenezzül etmediği patikalardan meydanlara aktığımız yolları açtık, bugün de açacağız.
Bayrağımızda bugün “İzin vermeyiz” yazıyor. Bu ülkeyi sermayeye sınırsız kar sağlayıp emekçiye kölelik dayatarak, piyasacılıkla, dinsel baskıyla, zorbalıkla, yağma ve talanla emekçileri, Kürtleri, Alevileri, kadınları, gençleri yok sayarak, diktatörlükle yönetemezsiniz, izin vermeyiz.
Bildirimiz, afişimiz, bir kahvede, otobüs durağında, pazar yerinde ya da amfide yaptığımız konuşma, bir ev gezmesi, örgütlediğimiz toplantı, şenlik, bir duvar yazısı, bir pankart, attığımız slogan, dağıttığımız gazete… Her nerede “tek adam diktatörlüğünün” kişileri, kuralları, kurumları ve politikaları dayatılıyorsa orada yaptığımız eylem, gündelik hayatı itiraz ederek, reddederek, itaat etmeyerek diktatörlüğe karşı direnişe dönüştüren her tür çıkış bu bayrağı yükseltecektir. Şimdi Ankara, İstanbul ve Kocaeli’den yükselmeye başlayan sesi ülkenin dört bir yanına yayma zamanıdır.
25 Kasım’a giderken aileye, erkek-devlet şiddetine, dinsel baskıya ve tek adama “itaatsizlik” bayrağını çoktan göndere çekmiş ve kendi yollarını açmış olan kadınların mücadelesi sokakları özgürleştirecek. Kadınlar bedeli ne olursa olsun eşit ve özgür yaşama arzusunu kuşanarak nasıl evde, sokakta, okulda, işte, kamusal alanda gündelik, tekil ve kolektif direniş pratikleri ile hayatlarını direnişe çeviriyorsa, bu etkiyi kadından kadına, kadınlardan tüm topluma ulaştıralım. Eğer bu topraklarda eşit ve özgür bir hayat ancak direnişle mümkünse, direnişi örgütleyecek ve o hayatı yaşayacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.