Aile hukukunu İslamcılaştırarak diktatörlük inşa edeyim derken, elde ne arzu ettiği ailesi, ne arzu ettiği hukuku, ne arzu ettiği İslamcılığı, ne de diktatörlüğü kalabilir!
Bağzı iktidarlar, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilir. Aile hukukunu İslamcılaştırarak diktatörlük inşa edeyim derken, elde ne arzu ettiği ailesi, ne arzu ettiği hukuku, ne arzu ettiği İslamcılığı, ne de diktatörlüğü kalabilir!
“Aile” ve onun kurucu bağı “evlilik sözleşmesi”, yine gayet can sıkıcı ve yakıcı bir biçimde kadınların gündeminin orta yerine kuruldu. Kuşkusuz 21. yüzyılda yol alırken, hepimiz, bu “bayat” gündemi artık çoktan gerilerde bırakmış ve kadın-erkek ilişkilerinin daha derin ve flu katmanlarında konumlanmış eril iktidar meseleleriyle uğraşıyor olmayı isterdik.
Fakat heyhat! Aile, “normal erkek egemen koşullar” altında bile zaten kadınların çoğunun hayatının merkezinde kabak gibi durmaya devam ederken, bir de üstüne fiili diktatörlüğün, testosteron seviyesi Sünni yollarla artırılan rejim kurucu aile modeli eklenince, el mecbur, kendimizi yine başladığımız yere dönmüş gibi hissediyor olabiliriz.
Ama nihayetinde feminizm, kadınların çoğunluğunun yaşadığı somut hayatlarla ilgili kolektif sorular sormak ve o hayatların gerçek sorunlarına karşı kolektif bir hareket halinde mücadele etmek değil midir?
Başladığımız yer ise aslında belki de o kadar da uzakta kalmış değildir. Birinci ve ikinci kuşak feminist hareketlerin kadınların erkeklerle siyasal eşitlik haklarının yanı sıra, çocukları üzerindeki velayet haklarının ve ekonomik öz-yeterlilik ve bağımsızlık haklarının kazanılması mücadelesinin katı arka planını hep “aile hukuku” alanı oluşturur. Ve nasıl hiçbir sahici işçi hareketi, mücadeleyi “ücret” mücadelesine hapsetmediği gerekçesiyle ücretler ve sosyal haklar alanındaki kazanım ve hak gasplarını önemsizleştiremezse, hiçbir sahici feminist hareket de, kendisini “aile ve evlilik içi eşitlik” mücadelesine hapsetmeme gerekçesiyle, aile ilişkileri ve aile hukuku alanındaki kazanım ve hak gasplarını önemsizleştiremez.
Aile ilişkileri ve aile hukuku alanı, ister istemez, kadınların diğer medeni, siyasal veya yasal hak iddiaları ve bu alanlardaki konumları bakımından belirleyici bir önem taşır. Aile hukukuna yönelik feminist eleştiri de tam da bu yüzden: özel-aile ilişkileri alanını düzenleyen yasal adımların nasıl ve hangi biçimlerde toplumsal ve siyasal ilişkilerin yönetilmesi demek olduğunu; bu düzenlemelerin toplumsal ve ekonomik iktidar dengeleriyle; kısaca kadınların bağımlılık ve bağımsızlık konumlarıyla olan ilişkisini aydınlatan biricik eleştiri olduğu için vazgeçilmezdir.
Özel olan politiktir demek, tam da özel alanı, örneğin kimin bir kadınla bir erkek arasındaki nikahı kıyma yetkisine sahip olacağını belirleyen düzenlemelerin, genel siyasal anlamları olduğunu söylemek demektir. Ama doğal olarak bu ilişkisellik de iki yönlüdür.
Bağzı iktidarlar, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilir. Aile hukukunu İslamcılaştırarak diktatörlük inşa edeyim derken, elde ne arzu ettiği ailesi, ne arzu ettiği hukuku, ne arzu ettiği İslamcılığı, ne de diktatörlüğü kalabilir! Feminizmin en güzel tarafı, sıradan kadın hayatlarının kolektif mücadele konusu edilen sıradan sorunlarından, özel ve siyasal alanın ikisini birden sarsan büyük dönüşümler veya yeniden kuruluşlar doğurma ihtimalidir.
Özellikle birinci ve kısmen de ikinci kuşak feminizmin kendi “yasalcı” (yasaların gerçek hayatı belirleme gücünü abartan) sınırları içinde, aile ilişkileri ve aile hukukuna karşı verdiği tarihsel mücadelenin bu alanların her ikisinde birden hangi patlayıcı etkileri tetiklediğini biliyoruz.
Feminist hareketin iki kuşağından, bu birikimin yanı sıra öğrendiğimiz bir başka gerçek de, herhangi bir yasanın aile ve toplumsal cinsiyet ilişkileriyle kuşatılmış hayatlarımızı yönetme gücünü, salt kendi kendisinden değil, diğer siyasal-toplumsal ilişki, söylem ve iktidar biçimleriyle kaynaşmasından, yani siyasal-toplumsal bağlamdan aldığıdır. Ki bu da çift yönlüdür.
Hayatı yasalar yapmaz. Ama öte yandan çok “liberal” metinli bir yasa da, bağlamını bulunca, kadınların hayatını cehenneme çevirebilir. Sağ-olsun liberal feminizm, bu bakımdan son yirmi yılda kadın hareketine paha biçilmez eğitim fırsatları sunmuştur.
Özetle: “Müftülere Nikah Yetkisi” torba yasa tasarısı, neoliberal aileci politikalardan aile hukukunun İslamcılaştırılmasına doğru sıçramanın bir eşiğidir. Bu torbanın en önemli maddelerinden biri olan müftülere devlet memuru sıfatıyla resmi nikah kıyma yetkisi tanıma maddesinin liberal bir seçenek sunumu düzeyine indirilerek tartışılması, Sünni testosteron pompası gibi çalışan Diyanet’in kamusal bir alanın, “evlendirme dairesinin” orta yerine kurulmasına ve bu kamusal alanın İslamcılaştırılmasına liberal bir seçenek muamelesi yapılması demektir.
O da devlet memuru bu da devlet memuruysa, o da resmi nikah bu da resmi nikah ise, seçim yasalarını hiç değiştirmeden, rütbeli subayları, ellerinde silahlar ve üniformalarla, bunu tercih eden seçim bölgelerinde sandık kurulu başkanı olarak sandıkların başına veya yasaları hiç değiştirmeden mahkemelerdeki yargıç kürsülerine oturtalım, ne dersiniz?
Veya diyelim ki nikahınızı kentsel ve gündelik hayattaki İslamcılaşmanın etkisinin yoğun olarak hissedildiği belediyelerin artık dini bir evlendirme sarayı ibadethanesine dönüştürülmüş evlendirme dairelerindeki bir “molaya” sıkıştırmak ister misiniz?
Siz, hiçbir zaman evlenmeyecek veya evlenmek için daha laik bir ortama kaçabilecek olabilirsiniz. Ama bilirsiniz, feminizm, tek bir kadın bile özgürlükten yoksunsa, tek bir kadın bile baskıcı bir aile hukukuna hapsedilmişse, hiçbir kadın özgür olamaz demektir. Ve aile hukukunun baskıcı niteliğinin ortadan kaldırılması için de, kabul edersiniz ki, aile hukukunun her türlü dinden ve dini kuraldan arındırılması, ister istemez mecburiyettir.
Şimdi ister evangelist ABD’de, ister Katolik Malta’da, ister monarşist Norveç’te, ister yeniden İslamcılaştırmanın öncüleri Malezya ve Türkiye’de, feminist hareketin üçüncü kuşağı, din görevlilerine resmi nikah yetkisi verilmesi gibi araçlarla ilerleyen aile hukukunu dincileştirme kampanyalarına karşı mücadeleyi büyütürken, özel alan politiktir önermesini derinleştiren feminist ve laik bir öznelliği inşa ediyor. Bu yeni öznelliği “devlet bekacı” burjuva laikliğin kurucu öznesiyle karıştırmak ise, hem feminist tarih okuma yönteminin öğrettiklerini unutmak, hem de üçüncü kuşak feminist hareketin en parlak örneklerini görmezlikten gelmek olurdu.
Kısaca, hala can sıkıcı biçimde aile, evlilik ve laiklik gibi “bayat” meselelerle uğraşıyoruz gibi görünsek de, Allahtan Pussy Riot dinleyince anlıyoruz ki aslında yepyeni suların kıyısındayız. Hani şu Moskova Katedrali’nde Putin karşıtı, LGBTİ savunucusu laik bir punk gösterisi düzenledikleri için iki yıl hapse mahkum edilen Rus feministler.
Ne diyorlardı: “Bakire Meryem, tanrının annesi, azcık feminist ol da şu Putin’i başımızdan bir def et! Kutsallığına hakaret olmasın diye, kadınları doğurmaya mahkum etti! Bakire Meryem, tanrının annesi, azcık feminist ol da şu Putin’i başımızdan bir def et!”
Veya Ni Una Menos’un dilinden söylersek: “Estanos laiocos, cuerpos libres! Laik devlet, özgür beden!”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.