“Kayıtsız, şartsız özgürlük düşüncesi”… o ne güzel bir düşüncedir ki neoliberal-İslamcı-faşist bir tek adam diktatörlüğünün makbul kadın, aile, toplum ve devletinin “kural ve değer”lerine isyan etmemiz için yeter de artar
“Kayıtsız, şartsız özgürlük düşüncesi”… o ne güzel bir düşüncedir ki neoliberal-İslamcı-faşist bir tek adam diktatörlüğünün makbul kadın, aile, toplum ve devletinin “kural ve değer”lerine isyan etmemiz için yeter de artar
“Feminizm, ahlaki ve toplumsal açıdan çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bir kere, feminizm hareketine ‘kapılan’ kadın, genel olarak kayıtsız şartsız özgürlük düşüncesiyle aile için vazgeçilmez olan birçok kural ve değeri hiçe saymaktadır”[1]
Diyanet İşleri Başkanlığı
“Ben kalkıyorum kadının Allah’ın erkeklere bir emaneti olduğunu söylüyorum. Bu feministler filan var ya. ‘Ne demek diyor kadın emanetmiş, bu hakarettir’ diyor. Ya senin bizim dinimizle medeniyetimizle ilgin yok ki. Biz sevgililer sevgilisinin hitabına bakıyoruz. ‘Allah’ın bir emanetidir. O emanete sahip çıkın’ diyor. Ve onu incitmeyin diyor.” [2]
Recep Tayyip Erdoğan
“Kayıtsız, şartsız özgürlük düşüncesi”… o ne güzel bir düşüncedir ki neoliberal-İslamcı-faşist bir tek adam diktatörlüğünün makbul kadın, aile, toplum ve devletinin “kural ve değer”lerine isyan etmemiz için yeter de artar.
O ne güzel feminizmdir ki sizin “dininizle de medeniyetinizle de” derdimiz var deme cüretini gösterir.
O ne güzel kadındır ki “feminizm hareketine kapılır”, süslü lafların altında kadını “eksik insan” olarak niteleyen “hakareti” anlar, “incitmeyin” sözünün ancak “itaat eden”[3] kadın için geçerli olduğunu bilir. Ömrü, kimsenin emaneti olmamak, kimseye emanet edilmemek için, eşit ve özgür olmak için, en “kutsalından” en gündeliğine, önüne hangi engel çıkarsa onunla mücadeleyle geçer.
Bugünlerde biz kadınlar için isyana sürekli yeter sebep, cüret edilecek, mücadele edilecek çok gündem var. Örneğin bir “nikâh” meselesi var ki aklından evliliği hiç geçirmemiş, geçirmeyecek olan, evli, evlenmemiş, boşanmış ya da evlilik için gün sayan fark etmiyor, tüm kadınları ilgilendiriyor.
Neden bahsettiğimi anladınız. “Müftülük yasası” popüler adıyla ama içinde “müftülere nikâh kıyma” yetkisinin çok daha fazlasını barındıran “Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile gündemimize girdi bu “nikâh” meselesi. Meclis’in açılması ile gündeme geleceği beklenen bu tasarı hakkında kadın hareketi ne yapacağını tartışmaya ve direniş çizgisini planlamaya başladı bile.
Bu yazıda amaç tasarının içeriğini madde madde anlatmak değil. Buna ilişkin çalışmalar yapıldı, yapılacak. Ama biliyoruz ki hiçbir yasa ya da yasa maddesi “ihtiyaç duyan kim”, “kimin için, kimin çıkarına” sorularına cevap verilmeden, o yasa maddesini kimlerin hangi ideolojik saik, hangi politik amaçla, hangi tarihsel anda ve politik-toplumsal koşullarda hazırladığına bakmadan değerlendirilemez. Çünkü asıl olarak bunlar, o yasanın ne için ve nasıl uygulanacağını, kimlerin nasıl etkileneceğini belirleyen parametrelerdir. Aksi teknik bir incelemeden ileri gitmez.
O zaman sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. “Nüfus Hizmetleri Kanunu”, neoliberal-İslamcı-faşist bir tek adam diktatörlüğünün kuruluşu; dinci gericiliğin bu süreçte düzen kurucu bir güç olarak işlevlendirilmesi; ailenin-toplumun-devletin “İslamcılaştırılması” ile ilişkilidir. Kadın emeği, bedeni ve cinselliği üzerindeki ataerkil denetimin derinleştirilmesi, dinsel ideoloji ile meşrulaştırılması, değiştirilemez kılınması ve “devlet” güvencesine alınması; kadınların erkek ve devlet şiddeti ile itaate zorlanması, bu kuruluş sürecinin temel dinamiklerinden birisidir.
Sömürge tipi faşizmin, devletin tüm güçlerinin tek adamın otoritesine tabi kılınmak istendiği bu özel “kriz” anında, kadınlar olarak diktatörlük-İslamcılık-erkek egemenlik/erkeklik ilişkilerini-bağlantısını çözümleme ve direnişin hedefi haline getirme cesareti göstermediğimiz takdirde, belki çeşitli anlarda baskı odaklarına direnmemiz mümkün ama “kazanmak” mümkün değildir. Kadın düşmanlığında da “rejime ilişkin” niteliksel bir sıçrama yaşandığını görmemiz gerekir. Erdoğan diktatörlüğü tüm ezilenlere yönelik yoğun bir saldırı dalgası altında giriştiği düzen inşası teşebbüsünde kadın özgürlüğüne yönelik “karşıdevrimci saldırıyı” yerleşik bir düzen altında kalıcı hale getirmeyi planlamaktadır.
Kadınların kazanılmış haklarının gasp edilmesi, her tür özgürlük isteminin şiddet ve kadın kıyımı ile bastırılmaya çalışılması, erkeğin -elbette yalnız kadın ve çocuklar karşısında – güçlendirilmesi ile ilerleyen bu süreçte “ailenin/aile hukukunun İslamcılaştırılması” bu niteliksel sıçrama bakımından kritik bir rol oynuyor. Müftülere nikâh yetkisi veren yasa da tıpkı çocuk yaşta zorla evliliğin (tecavüzün) yasallaştırılması girişimi gibi bu sürece karakterini verecek ve ne olursa olsun durdurulması gereken bir saldırı, ama tekil bir gündem değil bir programın parçası.
“Boşanma komisyonu raporu”[4], kadınların miras, nafaka hakkının sınırlandırılmasına yönelik adımlar, çocukların onları istismar eden erkeklerle evlendirilmelerinin meşrulaştırılması/yasallaştırılması girişimleri, çocuk velayetinde kadın lehine düzenlemelerin/uygulamaların “mağdur babaların talepleri” söylemi ile gasp edilme çabası, boşanmanın kadın için zorlaştırılırken erkek için kolaylaştırılması, “mahrem” denerek aile hukuku davalarının gizli hale getirilmesi, şiddet gören kadınların haklarının yine “erkeklerin mağdur olduğu” gerekçesi ile sınırlandırılması, dinsel kurum ve organizasyonların “boşanmayı engellemek” için seferber edilmesi, “aile ve iş yaşamı uyumu” adı altında kadın emeğinin güvencesizleştirilmesinin kural haline getirilmesi, resmi nikâh olmadan imam nikâhı kıydırmanın suç olmaktan çıkarılması, müftülere nikâh yetkisinin verilmesi, eğitim müfredatının dinselleştirilmesi, eğitimde cinsiyet ayrımcılığının, toplumsal cinsiyet rollerinin mutlaklaştırması bu bütünlüklü saldırı programının parçalarıdır.
Bu saldırı programı “gücünü” dinsel gericiliğin ideoloji, kurum ve kurallarının kadınlara karşı silahlandırılmasından ve erkek egemenliğin hizmetine sokulmasından almaktadır. Diktatörlük ise her ikisinden…
Kadınların nasıl yaşayacağı, bedenleri, cinsellikleri ve hayatları üzerindeki söz ve karar hakkı mücadelesi, buna indirgenemese de, yaşadığımız toplumun hangi politik ilkeler etrafında yönetileceği ve örgütleneceğine dair süre giden mücadeleyle doğrudan ilişkilidir. Laiklik ise eğer kadın özgürlüğünü ve eşitliğini temel alıyorsak, bu noktada savunmaktan geri duramayacağımız politik ilkelerden biridir.
Laiklik, en genelde devletin, toplumun, kamusal yaşamın, insanın üretken etkinliğinin dinin ideolojik-politik hegemonyasından arındırılmasıdır. Bugün laiklik mücadelesi, Türkiye’de kadınlar açısından aynı zamanda bir cinsin diğeri üzerindeki egemenliğinin/iktidarının “tanrısal” yani mutlak, değiştirilemez kılınmasının temel dayanağının, kamusal-siyasal toplumsal alanın temel dayanağı-normu haline getirilmesine karşı mücadeledir.
Tarih, ezilenlerin özgürlüğünü temel alan bir laikleşme sürecinin, yine ezilenlerin örgütlü gücüyle güvence altına alınmadığında, kesintiye uğradığına, hatta egemenlik ilişkilerinin hizmetine girdiğine defalarca tanık olmuştur. Örneğin ülkemizde de görüldüğü gibi laiklik adına faşist “devletin bekası”nın savunusu trajik tarihsel yanılgılardan biridir. Ancak bundan çıkarılacak ders, laiklik ilkesinin terk edilmesi değil, tersine, laikliğin devrimci sınıfların-halkların-cinsiyetlerin (kadın hareketinin) örgütlü güvencesi altına alınmasıdır. En karanlık çağlarda bile bizzat kadınların en ön saflarını oluşturduğu laikleşme süreçlerinden doğan tarihsel kazanımlar, her zaman yeni bir uygarlık inşasının kurucu birikimini taşıya gelmiştir.
Bugün de kadınlar olarak yaşadığımız topraklarda, belki de ilk defa kadın bedeni ve varlığının araçsallaştırılmasına izin vermeden ve eşitlik ilkesini temel alan bir laiklik mücadelesinin doğrudan ve kurucu öznesi olma şansımız var. Laikliği, diktatörlük koşullarında yukardan aşağı dinsel gericilikle silahlandırılarak yeniden kurulan erkekliğe, güçlendirilen erkek egemenliğine karşı mücadelenin bir ilkesi olarak ele alma şansımız var. Ve “müftülük nikâhı” uygulamasına karşı mücadele de bu zeminlerden biri.
Kadınların aile hukukuna ilişkin haklardan faydalanmasında belirleyici ve “eşit yurttaşlar arasında”[5] yapılması gereken bir sözleşmenin (nikâh) düzenlenmesinde, o sözleşmenin taraflarını (kadın ve erkek) “yaradılıştan” eşit görmeyen ve vaazlarında aile kurmak için gerekenin bugün kıymakla yetkilendirilmek istendiği “resmi nikâh” değil “Allahın koyduğu prensipler çerçevesinde yapılacak akit” olduğunu yazan[6] bir dini kuruma[7] bağlı din görevlilerinin yetkilendirilmesini “laiklik” ilkesine dayanmadan eleştiriden geçirmek mümkün değildir.Tek Adam Diktatörlüğünün dayandığı temel toplumsal kurumlardan biri olarak yeniden dinselleştirilen “aile kurumu”, gerici bir toplumsal saflaşmanın da temeli haline getirilmek istenmektedir.
Medeni hukukçuların genel kabulü ile “bir kadınla bir erkeğin arasındaki hukukun düzenlendiği ve kabul ettiği bir yaşama birliği” olan evlilik akdini, yani kendi deyişleri ile “toplumun en temel biriminin” sözleşmesini din adamlarına düzenletmek laikliğin doğrudan ihlalidir; kıyılanın hala medeni hukukla tanımlanan resmi nikâh olması bu bakımdan belirleyici önemde değildir. Dinsel ideolojinin, kuralların ve bunların taşıyıcısı dinsel otoritenin belirleyiciliğini tanımanın, meşrulaştırmanın ve giderek güçlendirmenin adımıdır. Evlilik sözleşmesine kadını ikincilleştiren dinsel otoriteyi dâhil ederek, kadın hareketinin büyük bedeller ödeyerek bugüne taşıdığı yurttaşlık haklarını (medeni hukuk) tasfiyeye girişmektir.
Akdin imzalandığı nikah masasında müftü yetkisini asıl olarak belediye başkanından değil din adamı olmaktan almaktadır. Masaya “tarihsel” erkek tarafı olarak oturmuştur. Yasayı savunanların iddia ettiği üzere aynı nikahı kıyan belediye memuru gibi “herhangi bir memur” değildir. Asli görevi tüm yurttaşlar için eşit biçimde cinsiyete, dine, etnik kökene vs göre ayrımcılık yapmadan herhangi bir kamu hizmetini üretmek değil İslam dininin (Sünni İslam) inançlarını, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmektir. Asli görevi bu olan “memur” o masada İslam dinine uygun olmayan herhangi bir şey söyleyebilir mi? Yaşadığımız ortamda tersini yapacağını bilmek için tekbirlerle koltuğuna oturan valilere bakmak yeterlidir. Kaldı ki bugün mezheplere, tarikatlara, cemaatlerle karşı karşıyayız. O masada Diyanet’te kadrolaşan hangi tarikatın, cemaatin “adamının” ne tür tavsiyelerde bulunacağı, daha evlilik akdini imzalarken kadının başına ne tür çoraplar örüleceği de buna bağlı olacaktır. Ama en genel anlamda “aile hukukunun İslamcılaştırılması”nın kadınlar açısından anlamını bilince çıkarmak için şu bizim “nikah memuru” müftünün savunmakla yükümlü olduğu esasların özetini geçmek manalıdır.
Örneğin;
İslam’da Tanrısal buyruklar yalnızca tanrı ile insanı kapsamakla kalmaz, aynı zamanda insanlar arasındaki toplumsal ilişkileri özellikle de aileye, evliliğe, mirasa ve boşanmaya ilişkin konuları da düzenler.
Aile, İslam’da toplumsal düzenin bozulmamasının ve yozlaşmamasının, bireylerin Allah’ın doğruları ile uyumlu yaşayabilmelerinin temel aracıdır. Dinsel ülküye yasa payesi verilen İslam’da, yetkesini doğrudan tanrısal iradeye dayandıran “yasanın” çiğnenmesi hatta ihmal edilmesi yalnızca toplumsal düzene yönelik bir eylem değil, aynı zamanda dinsel bir itaatsizlik, “küfür” anlamına gelir, dinsel bir cezayı gerektirir. “Allah’ın kelamı” olan Kuran’a dayanarak belirlenen cinsiyet rolleri de değişmez ve dokunulmazdır. Bu konularda herhangi bir değişiklik önermek de tanrısal iradeyi bozma çabası, bir başka deyişle “küfür” sayılır. [8]
Ailede kadının ve erkeğin farklı hak ve görevleri vardır. Kadın kocasıyla “eşit” değildir. Genel olarak kadının rolünün ikincil olması gibi, ailede de rol “tamamlayıcılıktır”. Ona bakan, rahatlatan ve destekleyen, çocukları doğuran besleyen ve yetiştirendir. Kadının hakkı, geçiminin temininin sağlanması (yiyecek, giyecek, barınma, ısınma vb) ve cinsel ilişkinin talep edilmesidir (ancak cinsel eylem eşit iradeyle donatılmış iki kişiyi birleştiren bir eylem olarak tanımlanmamıştır). Erkek “aile reisi” olarak karar verme hakkının sahibidir. Kadının çalışmasına, seyahat etmesine, evden dışarı çıkıp çıkmamasına karar verecek olan erkektir.
Kadın kocasına itaatle yükümlüdür. Erkekler için cihada katılmak farz olarak adlandırılırken kadının cihadının kocaya itaat olduğu belirtilir. Kadının kocaya karşı itaatsizliği durumunda (ki bu sadece kocayı değil cemaati de ilgilendirir) erkeğin vereceği cezalar Kuran’da özel olarak belirtilmiştir.
Kadın, İslam hukukunda baba ve koca evinde geçimi temin eden kişi olarak ele alınmadığından miras hakkından da erkek ile eşit bir biçimde yararlanmamaktadır. Miras hakkı erkeğin hakkının yarısına eşittir. Evlenecek bir kadının evleneceği kişinin seçiminde baba, erkek kardeş amca vb gibi erkek koruyucunun onayını alması gerekir. Sıra boşanmaya geldiğinde ise boşanma hukukunda kadının istisnai koşullardaki boşanma hakkına karşılık erkeğin boşanma hakkı koşulsuzdur. Gerek evlilik döneminde gerekse boşanma halinde çocukların velayet hakkı erkeğe aittir. Annenin erkek çocuklarının 2, kız çocuklarının 7 yaşından sonra çocukları üzerinde velayet hakkı yoktur.[10]
Kadına baba ve koca ailesinin dışında kendi başına var olma hakkı tanınmadığı gibi, kadının ekonomik özgürlük peşinde koşması yalnız aile değil toplum düzeninin de bozulmasına yönelik bir tehdittir. Cinslerin tecridi ilkesi vardır. Evlilik kadın ve erkeğe cinsel tatmin sağlayacak tek meşru yoldur. Evlilik erken yaşta ve ömür boyu açıkça desteklenir, evlilik dışı ilişki, “zina” olarak tanımlanır, topluma ve düzene karşı işlenmiş bir suç olarak cezalandırılması gereken “yozlaşmadır”.
Kadının özsel değerini bedenine bağlayan bir anlayışla kadının dinsel olarak da “noksan” sayılması, aile reisi olan erkeğe kadın üzerinde bir dinsel hak da sağlar. “Karısının itikat, ibadet ve ahlakını yoklayarak bu hususta bir eksiği varsa onu da öğretmek”[11] görevi ile de desteklenen bir biçimde, erkek kadın arasında dinsel alanı da kapsayan hiyerarşik bir ilişki vardır. Müslüman erkek, İslami cemaatin düzenini ve ahlakını korumakla görevli bir “bekçi”dir, ahlak ise kadının ve onun bedeninin, cinselliğinin denetlenmesi ile korunur. [12] Erkek, yalnız kadından üstün olduğu için değil aynı zamanda İslam ailesi ve topluluğunun “onur, namus ve inancının” bekçisi olduğu için de itaatsizliği cezalandırma hakkına sahiptir. Kadının denetimini üstlenmek ve onu “korumak” zorundadır.
Yazılanları çoğaltmak, detaylandırmak mümkün. Erkeğe itaat etmeyen kadına şiddetin meşrulaştırılması, çok-karılılık, şahitlik meselelerine hiç girmiyorum. Ancak yukarıda yazılanlar yaşadığımız ülkede bir “teoloji” tartışması da değildir. Örneğin, baba hakkı olarak velayet, kocaya itaat, rol olarak annelik, erkeği tamamlayıcılık, boşanmanın kadın için zorlaştırılması, erken evlilik teşviki, kadın cinsinin tecridi, bunların bugün henüz yasalara yazılmamış olsa da yasa yapımında ve meşrulaştırılmasında devreye girmediğini, “devlet görüşünü” oluşturmadığını kim söyleyebilir?
Aile politikaları, kadın emeği, bedeni ve cinselliği üzerindeki denetim, cinsiyete dayalı işbölümü ve kadınlık-erkeklik rollerinin tanımlanmasındaki belirleyiciliği nedeni ile feminist analizin temel bir konusu.
Ataerkil aile modelinin ve egemenlik ilişkilerinin güçlendirilmesi eğiliminin yalnız ülkemizde yaşanmadığı; en genel anlamda dünya çapında sosyal devlet politikalarının tasfiyesi, kamu hizmetlerinin sermaye egemenliği altına alınması/metalaştırılması, sosyal hakların budanması, emeğin güvencesizleştirilmesi ve eşitsizliklerin derinleşmesi ile karakterize olan neoliberal programa eşlik ettiği; kadınların ekonomik ve sosyal haklarının gaspına, kadın emeğinin çifte sömürüsünün yoğunlaştırılması, kadın bağımsızlığının sınırlandırılarak erkeğe bağımlılığın arttırılması, kadın bedeni üzerindeki kontrol, cinselliğinin denetlenmesi politikalarının, cinsel hak ve üreme özgürlüğü ihlallerinin eklendiği genel bir kabul.
“Ailenin güçlendirilmesi” politikası, uygulandığı hemen her yerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin reddi, “aileyi tehdit eden” feminizmin, LGBTİ hareketinin düşmanlaştırılması, kadın ve erkek doğasının eşit değil farklı olduğu iddiasının yeniden ortalığı sarması, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün “doğallaştırılması”, muhafazakâr cinsel ahlak anlayışının kışkırtılması ile iç içe gelişti. Ve dinsel kurumların, dinci sağ örgütlerin, cemaatlerin etkin rol aldığı bir seyir izledi, izliyor.
AKP iktidarı döneminde de özellikle 2011 seçimleri sonrasının belki de en sembolik adımı Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesi olan[13] “aileci” politikalar neoliberal program ve dinselleştirme ile iç içe geçirilerek sistematik olarak devreye sokuldu.
Bu programın sonuçlarını kadınlar olarak bedenimiz, cinselliğimiz, emeğimiz ve hayatlarımız üzerindeki söz ve karar yetkisini devlete, devlet aracılığı ile aileye ve erkeğe teslim etmeye zorlanmamız biçiminde yaşadık.
“Güçlü aile, güçlü toplum”, “kutsal aile ve kutsal annelik” söylemleri ile ailenin yüceltilmesi, zinanın suç kapsamına alınması girişimi[14], evlilik[15]-çocuk doğurma teşviki[16], genç yaşta evliliğin teşviki[17], kürtaj hakkını yasaklama girişimi[18] ve kürtajın fiilen zorlaştırılması, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen “evlilik öncesi eğitim programları”[19], Adalet Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın ortak “boşanmayı engelleme projeleri” [20], kadının “eş, ana” gibi toplumsal cinsiyet rolleri ile anılması[21] ve ikincil işgücü olarak görülüp kısmi zamanlı, esnek çalışma biçimleri ile ev ve bakım işlerini aksatmadan sürdürmesi için “aile-iş hayatının uyumlulaştırılması” adı altında yapılan düzenlemeler[22], evde bakım hizmetinin teşviki[23], Diyanet’e bağlı “dini bilgilendirme yaparak aile yapısını koruma amaçlı” Aile İrşat Büroları’nın açılması[24] daha onlarca düzenleme, yasa, uygulama ve bunlara eşlik eden iktidar söylemi sıralayabiliriz.
Ancak yazıya başlangıçtaki iddiamızı bu defa yine AKP’nin uygulamalarını temel alarak yineleyelim: Bugün mesele AKP’nin “neoliberal muhafazakâr aileci” politikalarını aşmıştır. Erkeklik de, aile de bir “rejim” meselesine dönüşmüştür. Çünkü krizleri rejimin krizi ile bağlantılıdır.
Erdoğan’ın “başkanlık” adı altında, fiili diktatörlüğüne Anayasal temel kazandırma çabasının “aile hukukunun İslamcılaştırılması” yönündeki programının hızlandırılması ile çakışması tesadüf değildir. Elbette Erdoğan iktidarı “uluslar arası/dinlerarası[25] kadın düşmanı, aileci koalisyonun” ajandasına katılırken, nüfusu Müslüman olan ya da İslam ülkesi olarak tanımlanan ülkelerle, onlara “öncülük” etme iddiasını da taşıyarak özel bir ilişki kurmaktadır.
Bizzat Erdoğan’ın girişimleri ile 2005 yılında kurulan ve “6 Kıta, 63 ülke ve tek millet” ilkesi ile “fiili bir ümmet şuuru oluşturmak” üzere çalıştığını açıklayan İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) bu konuda özel bir misyonla donatılmıştır.[26]
İstanbul’da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı işbirliği ile 2015’te yapılan ve o dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’ın katıldığı “aile” konferansının[27] sonucunda açıklanan bildiride, aile politikaları konusunda takip edecekleri program ilan edilmiştir:
Bildiride, Kur’an ve sünnete dayalı aile modeline imkan sağlayan sosyal politikaların hayata geçirilmesi, “kadının fıtri özelliklerine uygun” ekonomik ve sosyal politikalar geliştirilmesi, birlikte yaşama ve eşcinsel evlilik gibi “fıtrata aykırı” uygulamaların reddedilmesi, güncel aile sorunlarına fıkıh âlimlerinin çözüm üretmesi ve hükümetlerin bu çözümler doğrultusunda yasal düzenlemeler yapması vb. gibi öneriler ve talepler dile getirilmiştir. Devletin yönetimini “din adamlarının” otoritesine teslim eden sırf bu ifadenin kendisi bile laiklik ilkesinin ödünsüz savunusunun gerekçesidir.
Aynı bildiride, İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı) bünyesinde İslam Aile Hukuku Sözleşmesi hazırlanması, mevcut uluslararası sözleşmelerin gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi ve BM’nin halkların “farklı kültürel özelliklerini göz önünde bulundurması” gerektiği belirtilmiştir. Örgüt kadın hakları konusundaki mevcut BM sözleşmelerinin İslam anlayışıyla bağdaşmadığını, onun yerine İslam ülkelerinin kendi aile hukuku sözleşmelerini hazırlamaları gerektiğini savunmuştur. [28]
Böyle de olmuştur. Konferans sonrası İDSB çatısı altında bir Uluslararası Aile Enstitüsü kurulmasına karar verilmiş, [29] enstitüye dair hemen tüm toplantılarda Türkiye’nin imza attığı 1979 CEDAW (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi) ve 2011 İstanbul Sözleşmesi (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) gibi uluslararası sözleşmelerde kendi deyişleri ile “lügate sokulmaya çalışılan toplumsal cinsiyet, eşcinsellik gibi aile yapısını ve dini değerleri tehdit eden kavramlar” üzerine alınacak önlemler tartışılmış [30], Dünya Müslüman Âlimleri Birliği tarafından hazırlanan İslam ülkelerinde uygun “aile sözleşmesi” metni, İDSB ile ortak düzenledikleri Uluslararası Aile Sözleşmesi Konferansı’nda ilan edilmiştir. [31]
Metnin tamamını bu yazı sınırlarında ele alma şansım yok. Başta uluslararası sözleşmeler olmak üzere İslam toplumlarında “dinî kültürün yücelttiği bir kurum olan ailenin gücünü ve fonksiyonlarını muhafaza eden ahlaki değerleri ve hukuki kuralları” olumsuz yönde etkileyen tehlikelere karşı aile kurumunun korunmasını hedefi ile hazırlanan bu sözleşme “İslam dininin de teyit ettiği insan fıtratı”na yani yazı boyunca sıraladığımız kadın ve erkek arasında “mutlak ve değiştirilemez” eşitsizliğe “uyumludur”.
Evlilik dini bir akit olarak tanımlanmaktadır. Koca geçim sağlamakla yükümlü kılınmakta, aileyi çekip çevirme sorumluluğu “kocaya” verilmektedir. Aile içinde “hakların ve görevlerin dağılımı üyelerin fıtri farklılıklarından kaynaklanan özellikleri göz önünde tutularak yapılır” denilmektedir. Çocuk hakları cenin oluşumundan başlayarak tanımlanıp kürtaj karşıtı politikaların zemini kurulmakta, evlilik dışı cinsel ilişki ve “sapkın davranış” olarak nitelenen eşcinsellik, çocukların korunması gereken tehlike olarak tanımlanmaktadır. “Aile kültürünü yaymak”, evliliği teşvik etmek, aile danışmanlık merkezleri ve arabuluculuk kuruluşları kurmak devletin görevi olarak tanımlanmaktadır.
Dikkatinizi çekmek isterim. Bir tür İslami yaklaşımdan, bir cemaat hocasının ya da din adamının, tarikat şeyhinin görüşlerinden, en genel anlamda İslami kurallardan, uzaklardaki bir yerlerdeki “şeriat” tehlikesinden bahsetmiyorum.
Bu kurum bugün bizzat devletin tüm güçlerini yetkisi altına almak isteyen bir tek adamın, Erdoğan’ın girişimi ile kurulmuştur. Üyeleri yine aynı tek adamın güdümündedir ve bu ülkede toplumun dinselleştirilmesi ile dinin sermayeleştirilmesinin örnek kurumlarındandır. Ve bu kurum, kadın politikalarını belirleyen, uygulayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile işbirliği haline aile hukukunun İslamcılaştırılmasına yönelik somut politikalar, programlar oluşturmaktadır.
“Müftü nikâhı” bu toplam saldırı programının bir parçasıdır. Yaşamımız, haklarımız, bugünümüz, geleceğimiz, kadınlar olarak uğruna mücadele ettiğimiz her şey ile ilgilidir. Karşısında güçlü bir kadın savunma çizgisi kurulması zorunludur. Çünkü durdurmazsak devamı gelecektir.
Erkekliğin, ailenin ve rejimin krizini çözmek için dinsel gericiliğin ideoloji, kurum ve kurallarını, kadınlara karşı silah olarak kullananlara; kadınların üzerine basarak diktatörlüklerini ve erkekliklerini kurmak isteyenlere karşı kendi silahlarımızı, kayıtsız şartsız özgürlük düşümüzü, eşitlik mücadelemizi, cüretimizi, dayanışmamızı kuşanalım.
Bizim itaatsizliğimiz, onların krizidir.
Dipnotlar:
[1]Bu ifade Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi web sitesinin kadın hakları isimli bölümünde yer almış, kadınlardan gelen tepkiler üzerine çıkarılmıştı. http://www.hurriyet.com.tr/diyanet-feministleri-kizdirdi-8434696
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/216282/Erdogan__Bu_feministler_falan_var_ya….html
[3] “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.” (NİSA Suresi 33. Ayet)
[4] Asıl adı “Aile bütünlüğünü olumsuz etkileyen unsurlar ile boşanma olaylarının araştırılması ve aile kurumunun güçlendirilmesi için alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan meclis araştırması komisyonu” olan komisyon Mayıs 2016’da raporunu açıklamıştı. Bu rapor kadın ve çocuk düşmanı saldırı programının “aile hukuku”nun yeniden düzenlenmesi girişiminin de çerçeve metinlerinden biri.
[5] Okurlar “medeni hukuk normalde eşitlikçi miydi?” diyebilir ya da dahası “Biz kadınlar ‘yasalar önünde eşitlik’ burjuva ilkesinin sınıfsal, toplumsal ve cinsel eşitsizlik ve egemenlik ilişkilerinin ‘örtüsü’ olduğunu söylemiyor muyuz?” diye düşünebilirler. Doğrudur. Ama Medeni Kanun’un değiştirilmesi yönündeki 50 yıllık mücadele süreci ve bu mücadele ile eski kanunda kadının aile içindeki hak ve görevlerini kocasına göre tanımlayan ve kadını aile içinde kocaya tabi konumda tutan anlayışının yerine, aileyi kadın ve erkek arasındaki eşitlik temeline dayalı ortaklık olarak tanımlayan yeni yasanın geçirilmesi “kadın erkek eşit değildir” diyen bir tek adamın diktatörlüğünün, üstelik kadın ikincilliğini ve erkeğe tabiyetini doğal ve tanrısal olarak değişmez ilan eden dinsel ideolojiyi ve kuralları bu topluma temel norm olarak dayatarak inşa edildiği ve laikliğin tüm zemininin yok edildiği bir anda gerçekleşmedi. Dinsel ideoloji, erkek egemenliğini bu bakımdan besleyen kurallar, gelenekler, imgeler “laik” olduğu ilan denilen bir toplumsal yapıda da erkeği güçlendirip, kadını baskı altına alabilir. Ama mücadele için ayağınızı basacağınız bir zemin vardır. Kadının eşitsizliğinin ve itaat zorunluluğunun “fıtrata” bağlandığı, dinsel baskının devlet eliyle ve kural olarak örgütlendiği ve kadının her tür özgürlük ve eşitlik talebinin “fıtrata ters” diyerek suçlulaştırıldığı ve kadınların “terbiye edilmesinin” otobüste, parkta, okulda, evde işyerindeki tüm mümin erkeklerin görevi ilan edildiği bir ülkede kadınlar için “eşitlik” mücadelesi can pazarıdır. Hele “hukuk” yerine tek adamın istekleri geçiyorsa. Öte yandan mesele sırf “eski medeni hukuku savunup savunmamaya” sıkıştırılacak olursa, o konuda da kadın hareketinin söyleyecek çok sözü olacaktır. Çağımızın toplumsal cinsiyet eşitlikçi mücadelelerinin yarattığı pratik/ilkesel birikimler yeni bir kadın uygarlığının kurucu güçlerini barındırdığı gibi, neoliberal kapitalist devleti kuşatarak “çağın” gereklerine uygun daha nice medeni haklar kabul ettirecektir.
[6] “Ailenin oluşması için de evlilik gereklidir. Evlilik ise, Allah’ın koyduğu prensipler çerçevesinde bir erkekle bir kadın arasında yapılan bir akitle meydana gelir. Evlilik fıtri bir olgudur” http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/VaazProjeleri/%C4%B0slam%27da%20Evlilik%20ve%20Kar%C4%B1%20Koca%20Haklar%C4%B1.pdf
[7] Diyanet İşleri Başkanlığı görev tanımı “İslam dininin (siz onu Sünnilik olarak okuyun) inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.633.pdf
[8] Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Fatmagül Berktay
[10] Din, siyaset, kadın: İran Devrimi, Serpil Üşür
[11] İslam dini, itikad, ibadet ve ahlak, A. Hamdi Akseki, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, aktaran Fatmagül Berktay
[12] Kadın bedeni, cinselliği ve emeği üzerindeki denetimde ataerkil ideoloji, kültür, yapı ve ilişkileri elbette ki “İslam’a” bağlayıp, ona özgü olarak tanımlayıp işin içinden çıkmıyoruz, tarihsel, evrensel özelliklerini yok saymıyoruz. Konumuzun İslamcılaştırma, dinsel ideolojinin, kuralların “düzen kurucu” olarak kadın karşısındaki konumlandırılışı, bu nedenle oraya odaklanıyoruz.
[13] 633 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 29 Haziran 2011’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak isim değişikliğine gidildi.
[14] Recep Tayyip Erdoğan (Zina yasasını savunurken): “Aile bizde kutsal bir kurumdur. Aile kurumu güçlü olduğu müddetçe bu millet güçlü olmuştur. Aile kurumu zaafa uğradığı zaman o ülkeler yıkılmaya mahkûmdur. Biz aile kurumumuzu güçlü tutmak zorundayız” http://arsiv.sabah.com.tr/2004/09/04/siy101.html)
[15] AKP’nin 7 Nisan 2015’te çıkarmış olduğu 6637 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la açıkladığı sosyal yardım paketi içinde evleneceklere çeyiz yardımı yapılması öngörülmüştür. Yasayla gençlere mevduat ya da katılım bankalarının yurt içi şubelerinden TL cinsinden ‘çeyiz hesabı’ açmaları, asgari üç yıl boyunca sistemde kalmaları ve yirmi yedi yaşını doldurmadan ilk evliliklerini yapmaları durumunda, evliliklerini müteakip ilgili bankaya başvurmaları halinde devlet katkısı ödemesinden yararlanma hakkı tanınmıştır. Devlet katkısının açılacak çeyiz hesabında biriken toplam tutarın %20’sini ve 5 bin TL’yi geçmeyeceğinin ifade edildiği Yasada, azami tutarın her yıl yeniden değerleme oranı kadar arttırılması hükme bağlanmıştır
[16] Bu teşvik sadece Erdoğan’ın her an yinelediği “3 çocuk doğurun” söylemi ile sınırlı kalmadı. 23 Mayıs 2015’te Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Doğum Yardımı Yönetmeliğine göre, 15 Mayıs 2015’te ve sonrasında çocukları canlı doğan Türk vatandaşlarına ve 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 28. maddesi kapsamına girenlere (mavi kart sahiplerine) doğum yardımı ödenmesi hükmü getirilmiştir. Bu Yönetmelik kapsamında bulunanlara canlı doğan birinci çocuğu için 300, ikinci çocuğu için 400, üçüncü ve sonraki çocuklar için 600 TL tutarında bir defaya mahsus olmak üzere doğum yardımı yapılması kararlaştırılmıştır (Doğum Yardımı Yönetmeliği, md. 2, 5)
[17] Üniversite öğrenimi görürken evlenen gençlerin Gençlik ve Spor Bakanlığı Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğü bünyesindeki yurtlarda ücretsiz barınmalarını; öğrenim kredilerinin bursa çevrilmesini ya da aldıkları tüm kredi borçlarının sıfırlanmasını sağlayan bir düzenleme gündeme gelmiştir.
[18] Bazen tarih unutuluyor. Erdoğan’ın kürtajı, “Her kürtaj bir uludere’dir” sözü ile akıllara kazınan bir biçimde “cinayet” olarak nitelemesi ve AKP korosunun “haram” söylemleri eşliğinde AKP iktidarı, 1 Mayıs 2013’te çıkardığı Sağlık Uygulama Tebliği’nden “tıbbi tahliye hanesini” tamamen kaldırarak kürtajı ödemesi yapılacak bir sağlık hizmeti olmaktan çıkarmıştır. Böylece kürtaj yapılan sınırlı sayıdaki hastane de devreden çıkarılmıştır. Ancak kadın direnişi üzerine Sağlık Bakanlığı “tıbbi bir hizmet bile değil” dediği kürtajı, tekrar Sağlık Uygulama Tebliği’ne ekleyerek ödeme yapılacak sağlık hizmetlerine dahil etmiştir. Ancak bu süreçten sonra fiilen devletin izlediği üreme sağlığı politikalarıyla kadınların bu hizmetlere erişimi zorlaştırılmış ve kadınlar doğurmaya yönlendirilmiş, üstelik dinsel kadrolaşma ve baskı nedeniyle birçok sağlıkçı kürtaj yapmayı reddetme “hakkına” sahip olmuştur.
[19] ASPB il müdürlükleri uzmanları, öğretmen ve belediyelerce seçilen uzmanlar tarafından çiftlere eğitim verilmeye başlanmıştır.
[20] Adalet Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın ortaklaşa geliştirmiş oldukları “bir kez de aile danışmanına sor” başlıklı bu projeye göre, Aile Mahkemesi yargıçları boşanma davasının her aşamasında boşanmak isteyen çiftleri, boşanma öncesi, dava sırası ve boşanma sonrasında danışmanlık hizmeti almaları için Sosyal Hizmet Merkezleri’ne yönlendirebilmesi ve Aile Mahkemesi’nin bu merkezlerin raporunu dikkate alması öngörülmüştür.
[21] “Annelerin, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir” Dönemin Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’nun sözü bu yöndeki uygulamaların simgesidir.
[22] 2007-2013 dönemine ait Dokuzuncu ve 2014-2018 dönemine ait Onuncu Kalkınma Planları ve Ulusal İstihdam Stratejisi’nde temeli atılan esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması ve kadınların bu tarz çalışmaya teşvik edilmesi, kadın girişimciliğinin arttırılması hedefleri doğrultusunda atılan adımlar. Örneğin 2015 yılı başında TBMM başkanlığına sunulan ve 2016 yılı başında torba yasa içinde çıkan Aile ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Yasa Tasarısı ile yarı zamanlı çalışma zemininin düzenlenmesi. Onuncu Kalkınma Planında dikkat çeken bir diğer nokta ‘Nitelikli İnsan Güçlü Toplum’ başlığı altında ‘Kadın’ın kendi başına yer bulamaması, ‘Kadın ve Aile’ olarak ele alınması ve kadınların durumunu iyileştirmek yerine ailenin korunmasına ve güçlenmesine vurgu yapılmasıdır. http://kasaum.ankara.edu.tr/files/2013/02/G%C3%BClay-Toks%C3%B6z.pdf
[23] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 2007 yılında başlattığı uygulama kapsamında belirli bir gelir düzeyinin altındaki hanelerde ağır engelli aile bireylerine bakım hizmeti veren akrabaya aylık ödeme yapılmaktadır. Kendilerine ödeme yapılanlar sosyal güvenlik kapsamı dışında tutulmaktadır. Elbette bu “bakım hizmeti” kadınların omuzlarındadır.
[24] “İslam Dininin mutlu bir aile hayatı için ortaya koyduğu prensipleri vaaz ve seminerlerle anlatan”, irşat büroları ailevi sorunların dini boyutu hakkında telefonla ve yüz yüze görüşmeler yaparak bilgilendirme yapmakla yetinmiyor, kadın sığınmaevleri dahil sosyal hizmet kurumları ile yapılan protokollerle bu kurumlarda çalışıyor, aile, evlilik okulları açıyor. Nikahsız birlikteliklere karşı gençlere eğitim veriyor ve dahası…https://dogruhaber.com.tr/haber/12509-aile-bozulursa-toplum-da-bozulur/ http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Documents/AIRBYonerge.pdf
[25] Bu koalisyonda İslamcı hükümetlerle Vatikan’ı, Katolik ile Müslüman ve Yahudi örgütlerini yan yana görebilirsiniz.
[26] Zaten yeterince uzayan yazıyı uzatmamak adına bu kadın düşmanı birliğin tüm icraat ve söylemlerini aktarmayacağım. Ancak ENSAR, TÜRGEV, TÜGVA, İHH gibi hepimize gayet tanıdık gelen ve doğrunda iktidarla hatta çoğu diktatör ailesi bağlantılı örgütlerin bu yapının üyesi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bir de kadın ve LGBTİ hareketinin kazanımlarının uluslar arası belgelere geçmemesi ya da verili olanların hakların değiştirilmesi ve “İslam Devletlerinin” uluslar arası belgelerde “İslam tüzüğüne” aykırı hükümleri reddetmeye çağıran çabaların sözcüsü yayımladıkları “BM ajansını reddediyoruz” başlıklı ibretlik açıklamayı da okumak isteyen için not düşüyorum. (http://www.idsb.org/ODT/55/bm-ajansini-reddediyoruz)
[27] Birliğin ilk aile konferansı 2011’de Endonezya’da düzenlenmiş. Katılımcıları Sünni Müslümanlardan oluşan bu konferansa İran Fas, Lübnan, Filistin, Keşmir, Bosna-Hersek ve Makedonya gibi 15 ülkeden temsilciler katılmış. 21 Ocak 2012 de “Aileye Bakış” konulu I. Aile Çalıştayı İstanbul’da düzenlenmiş.
[28] Dinler arası aileci koalisyonun yükselişi, faaliyetleri ve İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) ilişkisi, en genel anlamda dünyada ataerkil geleneklerin ve dinsel hukukun canlanmasına ilişkin örneklerle önemli bir çalışma Yasemin Özdek’in Sosyal İnsan Hakları Sempozyumu’na sunduğu “Kadın hakları kuşatma altında” tebliğidir. Bakmak isteyen için http://sosyalhaklar.net/2016/bildiriler/ozdek.pdf
[29] http://www.idsb.org/daily/1/uluslararasi-aile-enstitusu
[30] http://www.idsb.org/ODT/140/idsb-uluslararasi-aile-enstitusu-2–yuksek-istisare-kurulu-toplantisi
[31] Aile Sözleşmesi örneği, Dünya Müslüman Alimler Birliği http://www.idsb.org/download/ry/17-tr.pdf
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.