Burjuva demokrasisinin zaten olmadığı ama ancak halkın fiili zoruyla kazanılmış kimi demokratik hakların var olduğu bizim gibi ülkelerde ise, o kırıntılar da masadan kaldırılmak isteniyor
Burjuva demokrasisi, emperyalist metropollerde sırf bir biçime indirgenerek boşluğa itiliyor. Burjuva demokrasisinin zaten olmadığı ama ancak halkın fiili zoruyla kazanılmış kimi demokratik hakların var olduğu bizim gibi ülkelerde ise, o kırıntılar da masadan kaldırılmak isteniyor
Kapitalizmin bir türlü aşamadığı küresel ekonomik kriz, bağlı olarak oluşan ve şimdilerde sertleşme eğilimindeki küresel hegemonya krizi ve yine sermeyenin hareketinin sonucunda oluşan ekolojik kriz, ortaklaşarak yarattıkları çok yönlü gerilim eksenleriyle, başka ülkeleri olduğu gibi Türkiye’yi de özel bir sistemik kriz ortamına sürükledi.
Ek olarak, ülkenin özel koşullarının yarattığı özgün gerilimler tarafından da zorlanıyoruz. Yerel gerilimler, küresel ortamın dağıtıcı-denge bozucu zorlamalarıyla birleşerek, etki güçlerini ve yayılım alanlarını artırıyorlar.
Oluşan kriz ortamından çıkış denemeleri sonuçsuz kalınca, kaotik bir durum gerçekleşti. Onun da aşılamayıp kalıcılaştığı günümüzde, kontrolün tümüyle kaybedileceği bir yakıcı kaos olasılığı güçleniyor.
Sermaye güçleri, böylesi olağanüstü bir ortamın kendi varlıkları ve büyümeleri açısından büyük risk taşıdığını görüyor, haklılar da.
İşte, “başkanlık sistemi”, söz konusu riskleri azaltıp kontrole almaya en uygun siyasal rejim olarak inşa ediliyor. Üstündeki denetim mekanizmalarından “kurtulmuş” bir çıplak sermaye diktatörlüğü kurularak, sermaye birikiminin mevcut olağanüstü koşullarda da aksamadan sürmesi hedefleniyor.
Ancak, diktatörlüğün nasıl yürütüleceği konusunda egemenlerin farklı güçleri arasında şiddetli bir iç gerilim yaşanıyor.
Sermaye, diktatörlüğün kendilerine doğrudan bağlı olan görevliler tarafından yürütülmesini istiyor. Kılıçdaroğlu ve Akşener, sınırları belirlenmiş bu göreve talipler. Erdoğan ise, sermayenin çıkarlarını savunan ama şahsının “vesayeti” altına alınan bir diktatörlüğü fiilen inşa ediyor.
Her iki durumda da halk ezilecek, ama her iki kanat da kendilerinin diğerlerine karşı halkı savunduğunu iddia ederek inisiyatif kazanmaya çalışıyor.
24 Ağustos’ta yayımlanan son KHK, Erdoğan’ın diktatörlüğünün inşasında önemli bir hamle oldu.
Hedef, Erdoğan’ın şahsının devletin merkezileşmiş iradesi olması ve artık son adımlar atılıyor. Sanki ellerini uzatsalar hedeflerine ulaşacaklar.
Sistemin ve devletin çok yönlü ve derin kökleri olan krizler tarafından zorlandığı şimdiki kaotik durumdan çıkışın ancak böyle bir diktatörlükle olabileceğini savunarak kendilerine meşruiyet üretmeye çalışıyorlar. Sermayeye “En çok benim dönemimde kazandınız, nankörlük etmeyin, düşün peşime” deniyor.
Bu güçler, olası diktatörlüğün kendi partileri AKP (parti-devlet) ve hatta daha da daralıp sivrileştiği bir oligarşik zirvede liderin/Reisin (Erdoğan-devlet) şahsında gerçekleşmesini savunuyorlar.
Hedefleriyle aralarında hem artık çok kısa bir aralık kaldı hem de ama o kısa aralığa epey zorlu engeller birikmiş durumda.
Engeller, farklı sermaye fraksiyonları ve demokratik halk güçleri tarafından üretiliyor. Hedef yaklaştıkça engellerin de hızla arttığını görüyoruz.
Hatta, öyle engeller var ki, o engellerin aşılması sırasında yaşanması kaçınılmaz olan gerilimlerin vereceği hasar, hedefe ulaşılsa bile onu ağır hasarlı, kısmi ve kısa süreli olmaya yazgılı kılıyor.
“Kefenleri giymeye hazır mıyız?” diyen Erdoğan’ın iç dünyasının ne durumda olduğu belli değil mi?
Kişisel yazgısının olası mutsuzluğundan korkusunu dillendiriyor olması bir yana, böylesi söylemler, şimdiki gerilimlerden bile bunalan destekçisi toplumsal güçlerin bir kısmının “kopuş” tercihini güçlendirecektir. Zaten, Akşener de kollarını açmış bekliyor ve olası “kopuş” güçlerinin yeni mekanını hazırlıyor.
30 Ağustos töreninden gelen görüntüler ise, özellikle Genelkurmay Başkanı’nın eşinin “başını örtmesi” tutumu üzerinden, “biat” eden yeni bir güç alanının/ordu merkezinin ilanı-“gösterilmesi” olarak okunabilir. Karşıt güçlerin iradesinin zorlanmak istendiği anlaşılıyor. TUSİAD’ın da var olan dengeleri Aydın Doğan üzerinden tazelediğini gördük.
Suriye ve Irak’ta, “yerel hegemon güç” olma yönünde yapılan hesapsız ve dengesiz hamleler, “tecrit olma” gerçekliğini doğurdu. Tecridi yerel rakip olan İran’la kırma teşebbüsü, İran devletinin “derin” koridorlarında oldukça keyifli bir ortam yaratmış olmalıdır.
Kürtler, kaosun başından itibaren yürüttükleri politikalarıyla hem ABD hem de Rusya ile uygun dengeler kurarak kendi “demokratik özerklik” ve “demokratik konfederalizm” hedeflerine yol alıyor, attıkları her adımda da Erdoğan’ın hesaplarını bozuyorlar.
Gezi, 7 Haziran seçimleri ve 16 Nisan referandumunda kendilerini ve güçlerini görüp tanıyan demokratik halk güçleri, güçlü olmayan ama sürekli hareket halindeki duruşlarıyla, diktatörlüğün inşasına irili ufaklı engeller çıkarıyor, daha güçlü hamleler için güç topluyorlar.
Almanya ile yürütülen gerginlik politikası, Almanya’nın sinir uçlarıyla oynayarak sürdürülüyor. Özellikle hassas olunan Nazi geçmişin kurcalanması “heyecanlı” olabilir, ama yaratacağı tepkinin pek hesaplanmadığı anlaşılıyor. Nitekim, Almanlara özgü soğuk, hesaplı ve zamana yayılan bir karşı hamlenin devrede olduğu görülüyor.
“Çok pis kokular geliyor” diye yorumlanan Zarrab davasına Zafer Çağlayan’ın eklenmesi ise, ABD’nin bu davayı Erdoğan’a karşı bir “sopa” olarak kullanacağını gösteriyor.
Bu işlerin “adet” olduğu üzere aslında “gizli” yapılıp inkar edilmesi gereken YPG’ye silah yardımlarının neredeyse gözlere sokulacak biçimde yürütülmesi, ABD’nin Erdoğan’a yönelik bir hamlesi olarak görülebilir.
Almanya ve ABD’nin tutumları, yavaş ilerleyen ama gittikçe sertleşen bir kuşatma ve zorlama sürecinin devrede olduğunu gösteriyor.
Evet, ulusal sınırların siyasal iktidar alanı olan devlet adım adım fethedilirken, o devletin içine yerleşerek kendisini var ettiği uluslararası güç dengeleri ağı içinde tecrit edilip kuşatıldığını görüyoruz. Dayanak olarak görülen Rusya’nın ani bir hamleyle Afrin’de asker konuşlandırması, o desteğe pek de güvenilmemesi gerektiğini gösteriyor.
Üstelik, fethedildiği anlaşılan devletin içinde çırpındığı kriz durumu, kritik anlardaki gücünün sınırları olacağını ve içindeki kimi unsurların Batı yanlısı ya da Erdoğan karşıtı bilinen kimlikleriyle “sürprizler” yapabileceklerini düşündürtüyor.
İşte, Erdoğan “Reis” olup ülkenin üstünde bir “vesayet” rejimi kurma hedefine çok yaklaştı, ama önündeki engeller de gittikçe güçlenen bir kuşatma üzerinden onu boşluğa doğru itiyorlar.
Kuşatılan AKP içinde biriken iç gerilim ise, iki kanalda toplanıyor.
İlkinde, saray içi entrikalar olmanın ötesine geçmeyen “kim daha Reisçi” itişmeleri seviye ve üslup açısından mide bulandırıcı bir zeminde yaşanıp, bolca sabun köpüğü çıkarmaktan öte gitmiyor. Ancak, “yakın çevre” denenlerin iç dünyasındaki sefilliği görmüş oluyoruz.
İkincisi, Taşgetiren, Karar gazetesi çevresindeki Davutoğlu ekibi ve zamanlarını bekleyen Gül-Babacan-Arınç ekseninde biriken hesap sorulacağı korkusu, hoşnutsuzluk ve bıkkınlık ise bir sonuç yaratmadan sürüyor. Bunların dalgaların yükseleceği kritik anda gemiyi ilk terk edenler olacağını saptayabiliriz.
Aslında ölmüş olan ama bir sol seçenek tarafından zorlanarak cenazesi kaldırılamadığı için canlıymış gibi davranan “zombi parti” CHP, herkesi şaşırtan ve sonucunda Erdoğan’ı zorlayan “yürüyüş” hamlesiyle halkçı-demokratik bir toplumsal enerji yaratmıştı. Şimdilerde ama kendi yarattığı o yol açıcı enerjinin sönümlenmesi için adeta çırpınıyor.
Çanakkale buluşması, CHP’nin ölü bir parti olarak yeni bir dalga yaratamayacağını ve sadece halkçı güçleri gevşetip teslim alma göreviyle var olacağını bir kez daha gösterdi.
Kürtlerin ve işçilerin konuşamadığı buluşma, şimdi yürütülen halkçı mücadelelerin 2019 seçim zaferi hayalleriyle uyuşturulması için neler yapılabileceğini tartıştı.
Her şey bu kadar açıkken adeta koşturarak CHP’nin açtığı “ahmak toplama” şemsiyesinin altına yerleşen kimi sol güçler ise, “Yetmez ama Evet” diyerek AKP’nin önünü açan ahmak liberalleri hatırlattı. O zaman “ulusalcı” reflekslerle liberalleri eleştiren bu güçler, şimdi CHP’ye bağlanan umutları destekleyerek tam ters yönden AKP’nin önünü açmaya çabalıyor.
CHP içinde toplanan ve demokratik bir cumhuriyet için yürütülecek mücadelenin özneleri olmaya aday demokrat, yurtsever ya da devrimci toplumsal güçler, “yürüyüş” eyleminde edindikleri moral ve enerjinin parti merkezinde karşılığının olmadığını görmek zorundalar.
Erdoğan’ın iktidar yürüyüşünün her dönem en büyük yardımcısı olan CHP merkezinin, yaşadığımız kaotik zamanlarda gücünü kaybedeceği bir özel “fetret” dönemine doğru sürükleneceğini tahmin edebiliriz.
CHP’yi, içinden liderlik rekabeti, sağdan Akşener ve soldan devrimci-demokratik güçler tarafından zorlanacağı günler bekliyor.
Batılı emperyalist metropollerdeki isimleri herkesçe bilinen ana akım gazetelerinin art arda methiyeler yaptıkları Akşener ise kendi yolunda emin adımlarla yürüyor.
Ümit Özdağ ve Koray Aydın’ı kapsayan Akşener, MHP’nin doğrudan devamı olmayacaklarını ve daha geniş bir alana yayılarak politika yapacaklarını açıklayarak, Erdoğan’a sistem içi bir seçenek olmayı hedeflediğini bir kez daha gösterdi.
Hem CHP hem de Akşener’in “başkanlık sistemine” değil, bu sistemin Erdoğan tarafından yürütülüş biçimine karşı oldukları netçe anlaşılıyor. Sermaye tarafından Erdoğan’ı kuşatarak sınırlama amacıyla desteklendiklerini saptayabiliriz.
Kapitalist dünyadaki genel eğilime uygun biçimde ülkemizde de, iktidar ve karar mekanizmaları görülüp kontrol edilemeyecekleri karanlık ve derin bir alana çekiliyor. İktidara ortak olmak gibi sistem içi “demokratik” umutlar ya da reformist fırsatlar, artık neredeyse Kaf dağının arkasında!
“Politika ile iktidar alanı birbirinden kopuyor.” İktidar görülemeyeceği kadar “derine” indiği gibi tersinden politika sefilleşeceği kadar “yüzeye” çıkıyor. Politika, iktidar alanındaki gerçek gerilimlerden koptuğu oranda isminin temsil ettiği içeriği taşımıyor. İçeriksiz politika, güdümlü medya alanında oynanan ve emekçi halkı manipüle etmeyi hedefleyen bir maskaralığa dönüşüyor.
İktidarı görüp-bilme ya da denetleme isteğinin “demokratik bir hak” değil ama “suç” olacağı özel bir döneme sokulmak isteniyoruz.
Burjuva demokrasisi, emperyalist metropollerde sırf bir biçime indirgenerek boşluğa itiliyor. Burjuva demokrasisinin zaten olmadığı ama ancak halkın fiili zoruyla kazanılmış kimi demokratik hakların var olduğu bizim gibi ülkelerde ise, o kırıntılar da masadan kaldırılmak isteniyor.
Çok yönlü bir kriz içinde çırpınan ve tarihsel sınırları tarafından zorlanan sermayenin her türden demokratik kazanımı taşıyamayacak kadar zayıfladığı anlaşılıyor.
Ama, toplumsal ve siyasal gerçeklikler her zamankinden çok daha yakıcı sonuçlar üreterek emekçilerin yaşamını kabusa çeviriyor.
Halk güçlerine iktidarı fethetmekten başka yol bırakılmıyor.
Demokratik bir cumhuriyet, halk güçlerinin ortaklaşabileceği bir hedef olarak belirginleşiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.